Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd, Efendimiz Muhammed aleyhisselam’a, ailesine, ashâbına salât ve selam olsun.
İki bardak düşünün; biri temiz, diğeri kirli. İkisinin de gramajı aynı. Bir de sürahi; içinde temiz su var. Bu suyu zemzem kabul ediniz. Bu zemzemi temiz bardağa dökmemiz, zemzemi değiştirir mi? Peki kirli bardağa döktükten sonra o artık zemzem midir?
Bu örneğimizle bir sorunu halletmeye çalışacağız.
Ebû Bekir radıyallâhu anh Kur’ân-ı Kerîm okuduğunda onu eritiyor, ciğerlerinin buharını burnuna kadar getiriyordu adeta. Biz ise Kur’ân okurken telefonumuza bakabiliyoruz. Niye?
“Allah’tan kork!” denen bir sahâbînin tüyleri diken diken oluyordu. Biz neden bu cümleden etkilenmiyoruz?
“Artık şu içkiyi bırakmaz mısınız?” diye buyuran âyet indiğinde, öncesinde su niyetine içki içen ashâb-ı kirâm, o günleri anlatan sahâbîden öğreniyoruz ki, bütün içkilerini sokaklara dökmüşler ve Medine sokakları günlerce içki kokmuş. Her şeyi bitiren sadece bir talimat.
Efendimiz aleyhisselâm faizi ayağının altına aldığını söyledi ve kimse gelip “Yâ Rasûlallah, bizim evin son taksiti vardı, şöyle alsak olur mu…” diye ağız yoklamadı. Zira Peygamberimiz, âyetleri, tertemiz bardaklara dökmüştü ve âyetler o bardaklarda döküldüğü gibi kaldılar.
Bizim sorunumuz kirli bardak sorunudur. İşlediğimiz günahların, bardağımızı bu hâle getirdiğini düşünmüyoruz. Peygamber aleyhisselâm, “Her haram insanın kalbinde bir nokta bırakır… Sonunda kişinin kalbi kapkara olur.” buyuruyor, Harama bulaşmış insan tevbeye bulaşmadıkça kirlidir. ‘Haydi, namaza’ çağrısı onun kulağından girmez. Bu çağrı berrak bardaklara tesir eder.
Çocuk on beş yaşına gelmeden, karşı cinse ait bütün haramları izliyor. On beş yaşında çocuklar evlenmeye ‘hazır’ hâle geliyorlar; fiziği hazır değil, kafası ‘hazır.’ Sonra da binlerce âyet o çocuğun kafasına, kirli bardağa giren su gibi giriyor. Bir insana bir defa İhlâs Sûresi okunduğunda muazzam bir muvahhid olması lazımken dâhil olduğu bir tarikat meclisinde bin defa İhlâs Sûresi okunuyor, binlerce tesbihât yapılıyor; ama o meclisten ayrılınca bankadaki hesabına da koşuyor. Çünkü bardak kirli.
Biz haramlardan tevbe etmeden Allah’ın rahmetini istiyoruz. Bu ana sorunumuzdur.
Küçük bir çizgi vardır ki çok hassastır: Haram işleyenin işinin bittiğini söylemeyiz. Ehl-i sünnette böyle bir şey yoktur. Haram işleyen kâfir olmaz ya da Allah’la bağı kopmaz. Tehlikeli olan, haram stokçuluğu, yani tevbe etmemektir. Bir insan büyük oranda faiz yemiş olabilir, bu onu kâfir yapmaz. Bir tevbe edip berrak bardak sahibi olabilir. Fakat elbette tevbe, samimiyetle ilgili bir hadisedir. Perşembe akşamı camide imamın toplu istiğfarına icabet ederek olacak iş değildir.
İslam’ın kendine mahsus bir siyaseti vardır. Bu siyaset, önce pislikten arınmak sonra temiz şeyi koymaktır. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, Mekke’de on üç yıl boyunca insanları şirkten arındırmak için çalıştı, on üç yıl. Bu esnada ne namaz ne oruç farz edildi ne de Kur’ân’ın tek bir hüküm âyeti indi. On üç yıl sadece Allah’a ve ona itiraz edilmeyeceğine inanıldı. Buna tam inanılınca da bir defa, haydi cihada, dendiğinde herkes cihada koştu.
Çünkü kafalar şirkten ve puttan bütünüyle temizlenince, inen cihad emri ağır gelmedi. Sabah namazına da bu sebeple zor kalkmadılar, zekât verirken de zorlanmadılar. Gelen bir âyeti insanlar, sanki onu bekliyormuş gibi karşıladılar.
Örtü âyeti yirmi sene boyunca emredilmedi. Bir gün geliverdi ve o gün için Aişe annemiz buyuruyor ki: “Medine sokakları bir günde simsiyah oldu.” Hiçbirinin cevabı bizim mantığımızda değildi. Onlar şirkten, Allah’tan başkasını büyük görmekten, şeytana itaatten, nefse ve hevâya uymaktan arınınca Allah Teâlâ sadece, “Herkes örtüsünü üstüne atsın ey Müslüman kadınlar!” dedi, kadınlar sokaklara örtüleriyle çıkmaya başladılar. Çünkü temiz bardağa neyi koyarsak, bardağın temizliği sebebiyle gördüğümüz yüzde yüz odur. Ama kirli bir bardağın içine ne koyarsanız o, o değildir artık.
Birisi, bir faizden, piyango biletinden tevbe etmeden yıllarca namaz kılmış ya da hacca gitmişse, sevapları o günahı bulandıra bulandıra devam eder. “Hasenat (sevaplar) kötülükleri götürür.” elbette ama ne kadarını? Kaç yüz hatim yaparsan bir piyango bileti günahını alıp götürür? Bunun hesabı belli değil. O sebepledir ki en iyisi berrak bir bardak kullanmak ve yola öyle devam etmektir. Günah işlememek esastır. Eğer günah işlemişsek de -ki insan günah işler- istiğfar edip Allah’a dönmek gerekir.
En büyük tehlike, günahları küçük veya büyük olarak görmektir. Birisi zina edince tükürülecek hâle getiriyoruz ama kadınlarla tokalaşana bir şey demiyoruz. İkincisi birincinin işaretçisi ama ilgilenmeye değer görmüyor, kıvırmaya çalışıyoruz. Çıplak gezene lanet ediliyor, çıplaklığa rahmet okutacak kıyafetle gezene bir şey denmiyor… Yanlış.
Bize din tebliğ etmek için gelmiş Peygamberimiz aleyhisselâm şöyle buyuruyor: “Aman küçük günahlara dikkat edin, nasıl ki bir vadide insanlar ekmek pişirmek için çalı çırpı toplayıp büyük kütükleri onlarla tutuştururlarsa sizin de cehenneminizi küçük günahlarla tutuşturur Allah, diye korkuyorum.” Rahmet Peygamberimiz nasıl da hâlimizi anlamış.
Küçük olan bir tanedir. Biz onu küçük görürsek o küçük büyür. Bir buğday tanesi yirmi sene sonra artık büyük bir tarladır. Birinci hatamız budur: Günahları küçük ve büyük olarak değerlendirmek. İmam Gazâlî, günahı kime karşı işlediğimizin önemli olduğunu söylüyor; küçüğü de büyüğü de Allah’a karşı işliyoruz, sonuç aynıdır.
Küçük-büyük yok, tevbe edilmiş-edilmemiş ayrımı var. Tevbe ettiysen ve samimiyse tevben, hiçbir günahtan korkma artık, Gafûr ve Rahîm olan Allah’ın var senin. Tevbe de perşembe akşamı camide imamla birlikte topluca okuduğun dua, vesaire değildir. Tevbe, her günahın cinsinden ona veda etmektir. Faizin tevbesi o paraları çıkarıp atmayla olur. Zinanın tevbesi bir daha bulaşmamak üzere Allah’a söz vermektir. Piyangonun tevbesi ondan elde edilen şeyi çıkarıp atmak ve bir daha oynamamaya samimice söz vermektir. Namaz kılmamanın tevbesi kaza etmektir. Kul hakkının tevbesi hacca gitmek değildir, hak sahibiyle helalleşmektir.
Tevbe, o günahı gömmektir. Lafla tevbe olmaz.
Günahların ‘bir defalığı’, ‘denemeliği’, vesairesi olmaz. Allah bir şeyi yasak ettiyse ve o yasağın da hak olduğuna iman ettiysek, ölümle şakalaşmadığımız gibi haramla da şakalaşmayacağız. Bıçağın kesip kesmediğini kendi elinde deneyenimiz var mı? Tehlikenin can üzerinde deneyi olmaz.
Peygamber aleyhisselâm Efendimiz, İbn Mâce’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte şöyle buyuruyor: “Ümmetimden öyle insanlar görüyorum ki kıyamet günü dağlar gibi sevaplarla gelecekler ama Allah’ın yanında hiçbirini bulamayacaklar.” Ashâb-ı kirâm sormuş: “Nasıl olmuş ya Rasûlallah? Riya için mi yapmışlar onca ibadeti?” “Hayır” buyurmuş Efendimiz, “Sizin gibi gece teheccüdüne kalkmışlar, infak etmişler… ama haramla yüzleştiklerinde dayanamıyorlardı.”
Bu tehlike hepimiz için geçerlidir. Hacca gidiyorsun, infak ediyorsun, büyük büyük laflar konuşuyorsun… ama sekreterinle baş başa da kalıyorsun. O sekreter senin kızın mı yeğenin mi; ne işi var yanında? Bu cüret nereden kaynaklanıyor?
Şeytan bakıyor ki seni ibadette engelleyemiyor, yapma, diyor yapıyorsun. Bu sefer o ibadetlere güvendirip seni sekreterinle baş başa bırakıyor. O sekreter orada durdukça senin haccından kemiriyor. İki sene durdu mu da sen bir dahaki sene yine hacca git… bir de bakıyorsun ki dağlar gibi kayıt var ama hepsi muhasebeden düşülmüş. Çünkü hac yapmakla günahlarını sildirdiğin gibi her günah da bir sevabın üstüne oturuyordu.
İyi ile kötünün savaşında sonunda hangisi galip gelirse kazanan da o olacak. Bir puan fazla kazanan cennete, bir günahı fazla olan cehenneme girecek. Yani bir tek günah, terazinin günah kefesinin ağır basmasına neden olabilir. Bunun içindir ki günahları biz ‘bir defalığına’ gibi bir mazerete büründüremeyiz. Günah günahtır ve şakası olmaz.
Bizler ahir zaman peygamberine, Kur’ân’ımızın ebedîliğine iman ediyoruz. Bir Müslüman, peygamberi için herhangi bir şekilde, “Birkaç asır sonra yenisi gelir.” diye düşünüyor mu? Hayır. Peki, Peygamber Efendimiz aleyhisselâm, köpek beslemeye haram demiştir ve köpek giren eve melek girmeyeceğini söylemiştir. Müslümanlar neden köpek besliyor şimdi? Av ve köyde bekçi köpeğine izin var zaten, bunun dışında süs için ya da zevk amaçlı köpek beslemek haramdır. Bu hüküm ne ara değişti de Müslümanlar köpek besliyor?
Öyleyse haramlarda bir tehlike daha söz konusudur: Zamanı haramların lehine işletmek. Diyelim ki bu zamanda hakikaten de ‘faizsiz ekonomi yürümüyor’ olsun, köpeksiz de mi olunamıyor bu zamanda? Bir günah zaman aşımından dolayı kara listemizin dışına çıkmışsa afete düşmüşüz demektir.
Şu hassasiyete bakınız: Sahâbeden biri bir düğüne davet edilmiş. Düğün sahibi de peygamber sahâbîsi bir davetli geliyor, hürmet edeyim diye düşünüp gitmiş, komşulardan emanet kilim almış. Evi çamur olduğu için sahâbî duvara yaslandığında saygısızlık olmasın diye düşünüp o kilimi duvara asmış. Sahâbî içeri girmiş, duvarda kilimi görünce ev sahibine onu oraya niye astığını sormuş ve “Peygamberimin ayağının altında bile yoktu, ben sırtıma onu yaslayacağım eve girmem.” demiş ve o düğünü protesto edip geri dönmüş.
İşte bu, ittibâ ve peygambere sadakattir. Hâl böyleyken bir Müslüman, “çok güzel” diye köpek alır mı? Allah ve Peygamberi çirkin demiş ve bir hikmete binaen de Allah, insana sempatik yaratmış köpeği ama yasak etmiş. Köpeğe bir kemik verirsin, on sene peşinden ayrılmaz ama haramdır; kediye on sene yemek verirsin, yine de tırmalar seni ama helaldir. Bir hikmet ve imtihan gereği böyledir bu.
Peygamberimiz belli bir asrın peygamberi olmadığına göre getirdiği haramlar da belli bir asra özel olmaz. Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem gönderildiği günden kıyamete kadar gelecek herkesin peygamberidir, Ona ait her şey de kıyamete kadardır.
İslam’ın genel taktiği, öncelikle Allah’ın yasaklarından uzak kalmak üzerine bir siyaset geliştirmektir. Ciddi bir ‘yasaktan arınma’ mücadelesi yapmamız lazımdır. Mesela İslamî bir hayata geçiş yapacak kişinin başlayacağı yer gusül abdestinden sonra hemen namaz kılmak değil; önce banka hesaplarına bir uğranması gerekiyor. Faiz varken ne işin var camide? Alkol, domuzun kırıntısı dahi var mı? Kul hakkı var mı? Bu arınma sağlandıktan sonra bir kere “Sübhânallâh” demeye cennette köşk vaadi var Allah Teâlâ’nın.
Ama kirli bardağa milyon defa ‘Sübhânallâh’ değse, bir tane etmez. Namaz o hâliyle zevk vermez ki insana. Camide kıldığı namaz için, “Yahu, bu ne huzurlu bir ibadetmiş.” diyemeyecek. Çünkü haramlardan arınma mücadelesi tamamlanmamıştı.
Bir önemli husus daha var: Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, günahları tasnif etmiş ve ‘kebâir günahlar’ diye bir liste yapmıştır. Bunlar kendi aralarında da ikiye ayrılır ve yedi tanesi en büyük günahlar olarak sayılır. Bunun dışında elli kadarı da büyük günahlardan sayılır. Vaazlarda buna dair birçok şey dinleriz.
Efendimiz aleyhisselâm, “Kökten helak eden yedi günaha dikkat edin.” buyuruyor. Yirmi senede yapılmış evler, barakalar, bahçeleri tek seferde götüren bir sel gibi. İbadetler, Kur’ân’lar, sadakalar biriktiriliyor; bu yedi günahtan biri uğradığında hepsini tek seferde götürüyor. Bunları sayarken birincisini, “Allah’a şirk koşmak” olarak zikrediyor. Bu ne demek: Allah’ın kızı-oğlu var demektir, Hıristiyanlar ve Yahudiler gibi. Ya da bir putu ilah edinmektir. Ayrıntıları da var şüphesiz ki ama en uç noktadan örneklendiriyoruz.
Allah’a şirk ile başlayan listede bu maddenin hemen ardından ne geliyor? İnsan öldürmek.
En ince konuşma ve nezaket kurallarına hâkim olan bir peygamber, ‘büyük’ şeylere ait bir listeyi sayarken, mesela Güneş’ten söz edip sonra köyündeki bir armut ağacını da sıralamaya dâhil eder mi? Güneş’ten söz edilmişse Güneş ayarında başka bir şeydir ondan sonra sıralanacak olan. Şirkten sonra sayılan insan öldürmek de bu bakımdan çok dikkat çekici bir sıraya konmuştur. Allah’ın oğlu var, demekle insan öldürmek hemen hemen aynı düzeyde görülüyor demek ki.
Peki sonra? Anne-babaya itaatsizlik.
Bir Müslüman olarak anne-babaya itaatsizliği, haklarını çiğnemeyi ya da beş-on kuruştan dolayı mahkemeye vermeyi, bir kıza olan sevgiden dolayı onları yok saymayı nasıl göreceğimizi şekillendiren, işte bu hadistir. Anne-babaya itaat etmek bir ibadettir.
Biz bir müşriki ya da katili tepkiyle karşılarız ve aramızda görmek istemeyiz. Peki, neden anne-baba bedduası almış biriyle aynı apartmanda oturabiliyoruz? Nasıl oluyor da onunla ortaklık yapabiliyoruz ya da annesine sormadan, evet, demiş bir kızla nasıl evlenebiliyoruz? Anne-babasının razı olmadığı bir delikanlıya hanım olarak nasıl gidebiliyoruz? Bir anne, bir baba nasıl olur da düğünde çiğnenebilir? Onların razı olmadığı bir şirket nasıl kurulabilir? Nerde yedi büyük günahtan sakındıran peygamber?
Biz cihadı zor, infak etmeyi zahmetli diye bir kenara koyarız, kolay diye Cuma’yı kılıp otomatik Müslüman oluruz da bunun Müslümanlık olduğuna nasıl inanırız? Günahlara kılıf uydurmamız neye yarar, neyi çözer? Bu bir afettir; bazı günahlara nerdeyse kılıf giydirip cici hâle getiriyoruz. Bu cicilik gerçekleşmiş durumdadır. Eğer bir arkadaşımız annesinden izinsiz bir toplantıya gelemiyor ya da babasının dediğini çiğneyemediği için evinden çıkamıyorsa ‘ev kuşu’ diye makara geçiliyor onunla. Ama ana-babasını takmadan gelen ‘delikanlı’ oluyor.
Hani bu dinin hassasiyeti?
Herhangi bir günahı küçük görmemiz mü’minlik işareti değildir. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, “Mü’min günah işlemez.” buyurmuyor; en büyük günahları da işleyebilir. Yalan hariç, mü’minin bulaşmayacağı bir günah yoktur, hepsine bulaşma ihtimali vardır. Tevbe-istiğfar ile dünkünden daha temiz bile olur.
Fakat bakınız, Peygamber aleyhisselâm’ın yetiştirdiği sahâbî nasıl görmüş meseleyi: Abdullah ibn Mes‘ud radıyallâhu anh diyor ki: “Bir Müslüman günah işlediği zaman bir dağın dibinde oturup o dağın kafasına düşmesinden korkan adam gibidir.” Günah işleyebilir ama uykusu da kaçar, huzursuz olur. Münafık ve fâcir ise günahı, burnuna konan bir sinek gibi görür, varmış-yokmuş, onun için önemli değil.
Bazı günahları Peygamberimiz büyük gördüğü hâlde çağın getirdiği fitnelerden dolayı ufak tefek ayıpmış gibi zannedersek tuzağa düşeriz.
Günahları protesto eden bir cemaat olmak da önemlidir. Protesto edilmelidir ama günahın sahibini kurtarmak için; kuru gürültü için değil. Ebu’d-Derdâ radıyallâhu anh bir gün yürürken insanların bir kişiye sövüp hakaret ettiklerini görmüş, neden bağırdıklarını sorunca, o kişinin günahkâr olduğunu söylemişler. Şöyle demiş: “Bu arkadaşınız bir çukura düşse onu tutup çıkarmayacak mıydınız? Günaha düşmüş, çıkarsanıza.” Ebu’d-Derdâ’ya, “Sen ki bir sahâbîsin, bu adamı mı destekliyorsun?” demişler. Şöyle cevap vermiş: “Bu, günah işlediği için kara listedeydi ama tevbe ettiği an mü’min kardeşim olacak, ona niye sataşayım ki?”
Büyük bir mantık. Bu mantıkla hareket edilmeli. Ama günahkâr mü’minle günahkâr olmayan mü’min de aynı safta durmamalı, günahkâr mü’min bir miktar ar etmelidir. Ka‘b bin Mâlik, ashâb-ı kirâmın büyüklerinden olduğu hâlde, Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte Tebük Gazvesi’ne çıkmadığı için Efendimiz onunla konuşulmasını yasakladı. Allah’ın affettiği 51. güne kadar hiçbir sahâbî selam dahi vermedi ona, hanımı dâhil. Çünkü mü’minlik budur. Günaha sessiz kalamayız, her koyun kendi bacağından asılmaz.
Tek bir ümmetiz ve tek vücut gibiyiz. Birimizin cehenneme girmesine karşı hepimiz gözyaşı dökmeliyiz. Nerde kaldı ki çocuklarımızın cehenneme yuvarlanmasına dahi sessiz kalmaya başladığımız günlerdeyiz. Günahlar nerdeyse toplum normu olmaya başladı. Bu bizim tepkisizliğimizden kaynaklanıyor. ‘Bir günah’ deyip geçemeyiz; bu bir mikroptur ve düştüğü yerde üreyip çoğalır.
Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd, Efendimiz Muhammed aleyhisselâm’a, ailesine, ashâbına salât ve selâm olsun.