İslâmî tebliğin Hıristiyan Avrupa karşısında hızla ilerleyip neşv ü nema bulması ortaçağ karanlığını yaşayan batı için yeni ve korkutucu bir durumdu. Aslında Avrupa henüz batı olmamıştı. Zıttının ortaya çıkmasını yani doğunun teşekkül etmesini bekliyordu. Onu vahşî batı yapacak olan vetîre doğunun, İslâm’ın ilerleyişinden duyacağı korkuydu.
Avrupalının zihni bilmediği, korktuğu efsanevî doğunun hikâyeleri ile şekillendi. İspanya’dan kuzeye ilerleyen Endülüs Emevileri bir yanda, Rusya’dan batıya doğru Germen topraklarına kadar uzanabilen Altınordu Devleti ve Doğu Roma’nın nefesini kesen Osmanlı bir yanda.
İşte bu korku bu gün de batıyla aramızdaki en büyük duvardır. Çünkü şuuraltına yerleşen sabit fikir “Uyuyan Osmanlı’nın, Müslümanların uyanacağı, eski sultanın sarayındaki sancağa ve kılıca uzanıp yeniden bütün dünyayı istila edeceği”[1]dir. Ancak bu korku batının kendisini muhafaza için bilerek ve isteyerek ördüğü bir duvardır. Yoksa Osmanlı fetihlerinin Avrupa’yla diyalogumuzu engelleyen tarihi bir hata olduğunu iddia edenlerin söylediği gibi bizim suçumuz değildir.
Bu işin batı-l dünyasından bakınca görünen yüzüdür. Mühim olan ve üzerinde tefekkür edeceğimiz nokta ise Müslüman efkâr-ı umûmiyesinin aldığı tavırdır.
Sömürgecilik çağının Avrupa’ya o güne kadar görülmemiş bir sermaye akışı sağlaması ve bunu takiben ortaya çıkan süper güçler dünyadaki kuvvetler dengesini Müslümanlar aleyhine yeniden kurdu.
Helal kazanmayı, zulme haksızlığa bulaşmamayı, tabiatı tahrip etmemeyi esas alan bin yıllık pazar ekonomisi; haksız kazançlarla, sömürüyle, sarı ve kara derili insanların terleri üzerinde akıl almaz hızla büyüyen kapitalist ekonomiye mağlup oldu.
Müslümanların ekonomik, teknik sahadaki yenilgisi siyasi yenilgi ile Anadolu dışında hemen her yerin sömürgeleştirilmesiyle zirveye çıktı.
Bu yeni durum karşısında kırılan Müslüman izzet-i nefsi eski ihtişâmına dönebilmek için çareler aramaya başladı.
Makas öyle açılmıştı ki Avrupa’yı yakalamak mümkün gözükmüyordu. Bir an evvel batının tekniğini almalı hızla sanayileşmeli, modernleşmeliydi. Kuyuyu çevirince minare olacağını zanneden bir anlayışla hemen taklit ve iktibaslara koyulmuştu böyle düşünen bir zümre. Japonya böyle yapmamış mıydı. Hem köklerine bağlı kalmış hem de kalkınmıştı.
Mütefekkir önce kendi ülkesini ve insanlarını tanımalıdır. Yoksa okuduğu kitabın faydası değil zararı olur. Japonlar “ yogaku” denilen batı incelemeleri ve bilimi[2] neticesinde çok uzun ve sancılı bir doğumun nihayetinde geleneğin külliyetli kısmını toprağın altına gömerek bu noktaya geldiler. Bizim aydınımız ise bir sabah müreffeh bir ülkede uyanmayı düşlüyordu.
Elbette makul ve mantıklı çareler arayanlar da vardı. Ancak hakim ve dominant aktör yenilgi psikolojisi ile hareket edenlerdi. İslam dünyasının klasik sömürgecilik çağından sonraki yöneticileri bunların arasından çık(arıl)mıştır.
Nasıl oldu da böylesine büyük zihni savrulmalar meydana geldi. Bu sualin cevabı klasik sömürgecilik çağından modern sömürgeciliğe geçişte neler yapıldığında yatıyor.
Çanakkale Harbinin müttefiklerin geri çekilmek zorunda kalmasıyla bitişi, batıda derin tartışmalar başlattı. Ardından İstiklâl Harbi İslâm’ın cihanşümul iddialarından vazgeçmesinin savaş meydanlarında sağlanamayacağını ortaya çıkardı.
İslâm’ı işgal ve silah zoruyla ortadan kaldırmayı hedefleyen Fransız modeli böylece sona ermiş oldu. Lozan Anlaşması ile birlikte modern sömürgecilik diyebileceğimiz kültürel ve ekonomik işgali gaye edinen İngiliz modeli devreye sokuldu. İslam dünyasındaki fiili sömürge durumuna peyderpey son verildi fakat çıktıkları her memleket artık birkaç bayrağa ve milî marşa sahipti.
Lozan’da arabuluculuk yapan Mısırlı haham Hayim Nahum’un adıyla özdeşleştirilebilecek bir doktrin uygulanmaya başlandı. Hayim Nahum doktrini Müslüman memleketlerin işsiz, aç bırakılmasını, borç batağına saplanmasını, dinlerinin tahrif edilmesini ve dinden uzaklaştırılmalarını hedef alıyordu.
Böylece medeniyetimizin üç ölçüsü; Allah’a, insana, âleme (çevreye) bakışı kökten tahrip edilmek isteniyordu. Fiilî savaş durumuna ara veriyor, müsabakalarda olduğu gibi adeta devre arası uyguluyorlardı. İki medeniyetin yeniden karşı karşıya geleceği muhakkaktı. Ancak savaşa verilen bu arada Kur’an elimizden alınacak, zavallı, cihaddan uzaklaştırılmış bir cemaat yapılacaktık.
Meşhur şarkiyatçı Louis Massignon (ki İslam’a müspet baktığı kabul edilir) misyonerlere tavsiyelerinde şöyle söylüyor: “Müslümanların millî ve manevî değerlerini batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik…derin bir boşluğa düşürdük. Bundan sonra siz misyonerlerin işi daha kolaylaştı. Maaş bağlayarak, vize vaadi, yurtdışında iş imkânı ve hatta cinselliği kullanarak Müslümanları Hıristiyan yapınız.” [3]
Batıyı endişeye sevk eden İslâm cemiyetinin insana ve âleme şeriat nazarıyla bakmasıydı. Bu ortadan kaldırılarak meydanlara hâkim olmak isteyen din camilere hapsedilmeliydi.
Kısa zamanda –Hıristiyanlığın, yaşadığı iç devrim ve çatışmaların nihayetinde Protestanlaşması gibi- İslâm’ı da şeriatından uzaklaştırmak isteyen cereyanlar ortaya çıktı. İsmini ısrarla İsmayıl olarak yazmaya devam eden İ. Hakkı Baltacıoğlu, Dr. Reşit Galip’le birlikte Luther olmaya soyundu. Ezanın, namazın ve Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi tezlerini ileri sürdüler. Camilere kiliselerdeki gibi sıra ve müzik aleti konulmasını teklif ettiler. Bunların bir kısmı da uygulandı. Fatih Camiinde 1932 Ramazanında Hafız Rıfat ilk Türkçe ezanı, yine 1932’de Hâfız Yaşar Yerebatan Cami’inde ilk Türkçe Kur’an’ı okudu. Yine aynı yıl Hâfız Saadettin Kaynak fraklı, başı açık çıktığı Süleymaniye Camii minberinde “Ey ulu Tanrı” diye başlayan Türkçe hutbeyi okudu. Zaten devrimlerin fikir babası olarak kabul edilen Ziya Gökalp daha 1918’de “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur… Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın.” diye yazmıştı.
İcat edilmek istenen yeni bir Türk diniydi. Şamanizm’i dahi teklif edenler oldu. Ancak bu kadar sert uygulamaların maşeri vicdanı rahatsız edeceği görülünce daha yumuşak arayışlar başladı. Nihayet kanatları, gagası, tüyleri olduğu halde uçamayan bir kuş misali cansız bir dini hayat mümkün kılındı. Camileri ve Kur’an Kursları açık ama ruhu olmayan bir din.
Hayatlı Bir Din, Dinli Bir Hayat
İslâm yeme-içme dâhil insan faaliyetinin her yönünü düzenler. “İslâm mücerret ahlâk kuralları halinde değil, olabildiğince hayatın içinde kavranılan ve hayatın ‘somutluğu’ aracılığıyla ‘soyut’ vasfı anlaşabilen bir düşünce ve davranış düzeni öngörür.”[4]
İslâm’ı siyaset, yönetim ve devlet hayatından ayrı düşünmek mümkün değilken Abant Toplantılarında “İslâm’ın eğri veya doğru hiçbir devlet görüşü yoktur.”[5] anlamında bir madde sonuç bildirisinde yer alabilmektedir.
Avrupaî düşünce tarzına sadakatle meseleye bakanlar kurtuluş yolunun Avrupa ile ünsiyet tesis etmekte olduğunda ısrar ettiler. Türk Müslümanlığı, Türk İslam ülküsü gibi sakat ve eksik tariflerle ortaya çıktılar. Sonra İslâm’ın Farslaşması, Arap İslâm’ı, Amerikan İslâm’ı, Avrupalı İslâm vs. liste uzayıp gitti.
Bazı değerleri elde tutmak için pek çoğunu fedâya razı olduk. Şimdi ise elimizde savunacak pek bir şey de kalmadı. İtimad-ı nefsi öylesine kaybettik ki; iman ettiğini söyleyenler arasında bile Allah’a güvenmeme gibi bir hastalık yayıldı. Emperyalizmin kudreti acaba mı dedirtti.
Nietczhe’nin söyleyişiyle günlük ibadetlerin yerini gazeteler, televizyonlar, futbol, magazin, reklâmlar v.s. aldı.
Nihayetinde şiarlarıyla birlikte İslam hayatın dışına çıkarıldı. İsimler değişti. Melisa, Funda, Tunç, Kaya oldu. Filmlerde imamlar kötü, Şabanlar saf, Abdiler salak olarak gösterildi. 70’lerde Sezercik filmlerinde “Allah baba bizi görüyor.” denilmeye başlandı. Günümüzün en çok seyredilen bir sinema filminde baş kahraman bir sahnede kendini tanrı olarak takdim ediyor. Fakat tepkisizlik o seviyeye ulaşmıştır ki film bitiminde salonlar alkıştan inlemektedir. Başörtüsü Tunus’ta sokaklarda bile yasaklanıyor. Türkiye’de pek çok yerde zaten yasak. Ezanların sesi kısılıyor, şiarlarımız bir bir elimizden alınıyor, mabetsiz şehirler kuruluyor, futbol magazin ve cinsellikten başka bir şey düşün(e)meyen bir nesil yetiştiriliyor.
Fransız filozof Jean Baudrillard’ın 1995’de Lettre Dergisi’ne söyledikleri de uyandırmadı bizi derin uykudan: “Bosna Savaşı yeni Avrupa düzeninin tekâmül sürecinde önemli bir merhaledir. Etnik temizliğin infazcısı Sırplar yeni şekillenen bir Avrupa’nın öncülüğünü yapıyorlar.” İşte bu bin yıl önceki batılıyla günümüzdeki hümanist batılı arasında hiçbir fark olmadığını ortaya koyuyor.
Buna mukabil savaş Bosna’nın yeniden doğuşu oldu. Artık savaştan önce birkaç yüz kişinin bile devam etmediği cumalarda cemaat sokaklara taşıyor. Bosna kendini yeniden keşfediyor.
Cücelerin Gölgesi Uzamışsa Güneş Batıyor Demektir
Müslümanlar için bir çıkış yolu mümkün mü? Tarih bundan daha karanlık devirler de gördü. Ve zulüm kuvvetinin zirvesindeyken bir örümcek ağı misali her zaman yıkılıverdi. O halde küfrün hâkimiyetine baş eğmemenin derin bir şuurla kavranılması, kâfir ile uzlaşmadan yaşayabilmenin mümkün olduğunun derinden ve kesinlikle bilinmesi bize hayır kapılarını açacaktır. Ve nihayet Allah’ın vaadinin gerçekleşeceğine olan inancımızın tashihi ve tazelenmesi gerekiyor.
Bir aşk ahlakına muhtacız. Fakat yanlış bir teslimiyetle başlayan mücadeleyi yanlış bir direnişle devam ettirme hatasına düşmeden. Nereye doğru niçin yola çıktığımızı bilerek medeniyetimizin aslî kaynaklarına istinâd ederek yollanmalıyız. Yoksa akıbetimizden pek korkulur.
Bütün hücrelerimizle bilmeliyiz ki yenilmeyen tek şey inançtır. Eğer inancınız damarlarınızda yürüyorsa aşamayacağınız bir engel yoktur. Katıksız bir inancın harekete geçtiği yerde dağlar, taşlar, kuşlar, evliya ve enbiya yardıma gelir.
“Kendi milliyetinin kültürünü, medeniyetini, marifetini inkâr ve ihtikâr eden milliyetinden sakıt olur. Onun adına konuşma hakkını kaybeder.” Cemil Meriç böyle söylüyor. Bir kez daha derin düşünmeli, millet ve din adına söz söyleyenlerin gerçekte bu sözü söyleme hakkına sahip olup olmadıklarını tespit etmeliyiz. O zaman göreceğiz ki; modern kanaat önderleri çok zaman milletine, tarihine, medeniyetine sırf hâkim güçlere yaranmak için ihanet edebilmektedir.
Böyle bir durumda, hakikatin ışığı olacak peygamber varisi âlimlere, kavak gibi değil minare gibi dik duracak önderlere sarılmalıyız. Şüphe yok ki; zâlimden merhamet dilenmeden, akıl istemeden kendi kaynaklarımıza döner, bin yıllık müktesebâtımızı, medeniyetimizi ve tarihî misyonumuzu kuşanırsak bu amansız kışı bahara çeviririz.
[1] Knut Hamsun, Norveçli yazar
[2] Mustafa Özel, Birey Burjuva Zengin, 88
[3] Aktaran: Yümni Sezen, Diyalog İhaneti, 37–38
[4] İsmet Özel, Üç Mesele, 33
[5] Hüseyin Hatemi, Yeni Şafak, 22.02.2006