İçeriğe geç

HİCAB NE DEMEKTİR?

Çoğunlukla tesettür anlamında kullanılan “hicab” kelimesi, sözlükte “engel olmak, örtmek, gizle­mek,  perde, iki varlık arasına konan engel, örtü, tesettür” gibi anla­mlarda kullanılır.

Geniş anlamda “hicab ve tesettür” başlığı altında; bir kadının belirlenen ölçülere göre örtünmesi,  yabancı bir erkekle halvet halinde bulunması yani kapalı bir yerde baş başa kalmaları, eli ve yüzü dışında kalan yerlerini açması, sesini cinsel duygular uyandıracak biçimde maksatlı olarak kullanması (Ahzâb 32),  süsünü teşhir etmesi, erkeğin avret yerlerine şehvetle bakması (Nûr 31) ve dokunması gibi konular ele alınır.

El-Keşşaf, (II/9) ve İbn Kesir, (III/283-284) tefsirlerinde izah edildiğine göre, İslâm öncesi cahiliye günlerinde kadınlar, başın arkasında bağlanan bir tür başlık kullanırlardı. Gömleğin yakasını da, boynun önünü ve göğsün üst kısmını dışarıda bırakacak şekilde açarlardı. Çoğunlukla göğüsleri örtecek gömlekten başka bir örtü kullanmaz ve saçlarını bir veya iki çift örgü halinde arkaya bırakılırdı. Nûr 31. ayeti inince müslüman kadınlar başlarını, boyunlarını, göğüslerini ve sırtlarını bütünüyle örtmeye başladılar.

Müslüman kadınların bu hüküm karşısındaki davranışlarını Hz. Aişe (r.a) canlı bir biçimde şöyle anlatır. “Nur Suresi inip halk, muhtevasını Hz. Peygamber’den (s.a) öğrenince doğru evlerine koştular ve bu ayetleri hanımları, kızları ve kız kardeşlerine okudular. Ensar kadınları hemen kalkıp, ellerine geçen bez parçalarından başörtüler yaptılar. Ertesi sabah namaz için Mescid-i Nebevi’ye gelen tüm kadınlar başörtülüydüler.” Bir başka rivayette, Hz. Aişe, kadınların başörtüsü için ince/şeffaf bezleri bırakıp,  şeffaf olmayan uygun bez seçtiklerini anlatır. (İbn Kesir, III/284.)

Hicab keli­mesi, tesettür manasının dışında başka anlamlarda da kullanılmaktadır. Bu anlamda “hicab” kavramı, genelde Hakka ve hakikate ulaşmaya, âhiret hayatında Allah’ı görmeye engel olan perdeler manasında bir terim olarak istimal edilmektedir.

Kur’an’da hicab: Hicab kelimesi, Kur’an-ı Kerîm’de yedi âyet­te geçmektedir. Bunlardan el-A’râf 7/46 ayetinde “iki taraf arasında bir hicab vardır”  buyrularak, hicab kelimesi ahiret aleminde cennette bulunanlarla cehen­nem ehlinin birbirlerinin haline vâkıf ol­maya mâni bir engel manasında kullanılmıştır. Meryem 19/17 ayetinde “Hz. Meryem, doğu tarafında insanlara karşı bir hicab edindi”; el-Ahzâb 33/53  “O’nun hanımlarına bir şey soracağınız zaman bir hicab arkaından sorun;  Fussilet 41/5   “bizimle senin/peygamberin arasına bir hicab çekilmiştir”  ve eş-Şûrâ 42/ 51 “Allah bir beşerle ancak vahiyle veya bir hicab arkasından konuşur”  ayetlerinde ise perde, örtü, engel gibi manalarda kullanılmıştır.   el-İsrâ 17/45 ayetinde “Kur’an okuduğun sırada seninle/Hz. Peygamber’le âhirete inanmayanlar arasına bir hicab çekeriz” ayetinde görünmez perde;   Sâd 38/32 “o atlar nihayet bir hicab arkasına gizlendiler” ayetlerinde perde, mani diye tefsir edilmiştir.  Hicab kavramı el-Mutaffifîn 83/15 ayetinde “mahcubun” şeklinde kullanılarak âhiret günü­ne inanmayıp her türlü taşkınlığı göste­ren, günahkâr, vahiy ürünü ayetleri “es­kilerin masalları” olarak niteleyen ve ni­hayet kalpleri kararan kimseler “rablerine kavuşmaktan yana hicablı/alıkonanlar olurlar” şeklinde anlaşılmıştır. .

Kur’an’da yer alan “gışâve, sitr ve zulle” (çoğulu zulel) kelimeleri de hicabın yuka­rıdaki anlamlarına yakın manalar taşır ve hicab kavramı etrafında ele alınırlar. Kur’an-ı Ke­rîm’de, kâfirlerin gözlerinde gerçekleri görmelerini engelleyen perde bulunduğu (el-Bakara 2/7; Yâsîn 36/9; el-Câsiye 45/23), münafıkların cihad âyetleri karşısın­da âdeta “ölüm baygınlığı geçiren bir kimsenin bakışı” ile Peygamber’e baktık­ları (Muhammed 47/20) bildirilirken “gışâ­ve” kelimesi; dünya hayatında gözleri Allah’ın varlığının apaçık delillerini görmeyen kâ­firlerden (el-Kehf 18/101) ve bu gaflet per­delerinin âhirette kaldırılacağı ifade edi­lirken (Kâf 50/22) “gıtâ” kökü; Allah düş­manlarına, organlarının âhirette kendi­leri aleyhine şahitlik edeceğini hiç düşün­meden bu dünyada işledikleri kötü amel­ler hatırlatılırken (Fussilet 41/22) “sitr” ismi ve inkarcıların iman etmeyi, Allah’ın cismâniyete bürünerek bütün azametiyle gelip kendini göstermesi gibi muhal bir talebe bağlandıkları beyan edilirken de (el-Bakara 2/210) “zulle” sözü kullanılmıştır. Gerek “hacb” kökünün gerekse bu­nunla anlam yakınlığı bulunan diğer kök­lerin kullanıldığı ayetlerden anlaşıldığına göre hicab, “Allah ile insanlar arasında perde” anlamına geldiği yerlerde Allah’a değil insanlara nisbet edilmiş, perdelen­meye ve mahrumiyete onların maruz kaldığı belirtilmiştir.

Hadislerde hicab: Hadislerde de kullanıldığını gördüğümüz hicab kelimesi bazı rivayetlerde Allah’a nisbet edil­mekte ve O’nun bir vasfı şeklinde kulla­nılmaktadır. Mesela Ebû Mûsâ el-Eş’arîden nak­ledilen bir hadi­sde, “Allah’ın hicabı nurdur, eğer onu kaldırmış olsaydı bütün varlıklar yanar­dı” buyrulmuştur. (Müslim, “îmân”, 293–294; İbn Mâce, “Mukaddime”, 13).  Bazı kaynaklarda ise “Allah’ın nurdan (veya nur ve zulmetten) yetmiş, yedi yüz veya yetmiş bin perdesinin bulunduğu” şeklin­deki rivayetlere yer verilmektedir (Zebîdî, II, 72; V, 137; Şevkânî,s. 450). Suheyb b. Sinan yoluyla gelen diğer bir rivayete göre Allah Teâlâ cennet ehline,  “Benden daha başka bir şey istiyor musunuz?” di­ye soracak, onlar da, “Yüzümüzü ağart­madın mı, bizi cennete koyup ateşten kurtarmadın mı?” diyecekler, bunun üze­rine Allah hicabı/perdeyi kaldıracak ve cennettekiler, o güne kadar mazhar olmadıkları en büyük nimet olarak rablerine bakacak­lardır (Müslim, “îmân”, 297).

Kelam ilminde hicab: Kelâm ilminde hicab konusu da­ha çok rü’yetullah/Allah’ın görülmesi mevzuunda,   Yûnus sûresinin 26. âyetinde geçen “ziyade” kelimesiyle Mutaffıfîn sûresinin 15. âyetinde geçen “mahcubun” kelime­si etrafında yapılan farklı yorumlar dola­yısıyla ele alınmıştır. Nitekim Allah’ın âhi­rette görülebilmesi yani rü’yetullah mesele­si, Mu’tezile ile Ehl-i sünnet âlimleri ara­sında tartışma konusudur.  Ehl Sünnet âlimleri, âhiret hayatın­da Allah’ın görülmesinin aklen mümkün olduğunu, naklen de sabit bulun­duğunu belirtmişlerdir. Buna mukabil Mu’tezile kelâmcılarıyla onların görüşlerini benimseyenler rü’yetullahın mümkün olmadığını iddia etmişlerdir.

Rü’yetin mümkün olduğunu beyan eden Ehl-i sünnet’e mensup müfessirler, “Güzel davranışlarda bulunanlara daha güzel karşılık, bir de fazlası (ziyade) vardır” (Yûnus 10/ 26) mealindeki âyette yer alan “ziyade” ke­limesini “perdenin/hicabın kalkması ile mümin­lerin Allah’ı görmesi” şeklinde anlamışlardır (Taberî, VII, 105-107; Kurtubî, VIII, 330; Süyûtî, IV, 356-357). Bu müfessirler,   Câbir b. Abdullah’tan rivayet edilen ve cennet ehlinin Allah’ı bir nur olarak gö­receğini,  bunun onlar için en büyük mutluluk olacağını ve bir süre sonra Allah’ın gizlene­ceğini, fakat nurunun ve bereketinin devam edeceğini ifade eden hadisi (İbn Mâce, “Mukaddime”, 13) delil olarak zikrederler. İbn Fûrek de ziyade kelimesini, “insanla­rın Allah’ı görmelerine mâni olan engel­lerin ortadan kaldırılması” olarak açıklar.  Hicabın ise “iki nesneyi birbirinden ayıran duvar gibi katı bir nesne” anlamına gel­diğini, Kur’an ve hadislerde geçen hicab ve müştaklarını bu anlamda kabul ede­rek Allah’ı “memnu, mestur, mahdûd ve mahcûb” olarak nitelemenin caiz olamayacağını anlatır.

Mu’tezile âlimleri,  zât-ı ilâhiyyeye hi­cab kavramının nisbet edilmesini kabul etmemiştir. Cehmiyye de benzer görüş­leri savunarak diğer haberî sıfatlar gibi hicab tabirini de zahirî manasıyla almayıp te’vil etmiştir. Dürzîler ise her türlü idra­kin ötesinde olan Allah’ın bir hicab ve be­şerî suretle/nâsût ile perdelendiğini, yet­mişe varan devreler halinde bu perdele­rin kalkarak Allah’ın tecelli ettiğini ve en son tecellinin Hâkim -Biemrillâh’ın şah­sında vuku bulduğunu ileri sürerler.

Hesap gününe inanmayıp her türlü taş­kınlığı gösteren, alabildiğine günahkâr, vahiy mahsulü âyetleri “eskilerin masalla­rı” olarak niteleyen kalpleri kararmış kim­seler için, “Hayır! Onlar hesap günü rablerinden mahcub/perdelenmiş kalacaklardır” denilmektedir (el-Mutaffifîn 83/10-1 5). Bu ayette yer alan “hicab” kavramı hak­kında,   meşhur müfessir Fahreddin er-Râzî, buradaki hicabı Ebû Ali el-Cübbâi’nin “Allah’ın rahmeti­nin engellenmesi”. Ebû Müslim’in “O’na yakınlığın engellenmesi” ve Zemahşeri’nin “kâfirlerin huzura kabullerinin en­gellenmesi” şeklinde anladıklarını ifade ettikten sonra her üçünde de ortak olan şeyin “engellenme”den ibaret bulundu­ğunu belirtir.  Ayetteki hicab kavramına “rü’yete engel olma” şeklinde bir anlamın veril­mesi daha isabetlidir; nitekim Mukâtil b. Süleyman ve Kelbî gibi müfessirler de aynı görüşü benimsemişlerdir (Mefâtîhu’l-ğayb, XXXI, 95-96) demektedir.

Mi’rac’da hicab: Hz. Peygamberin mi’racda Allah’ı gö­rüp görmediği tartışması da genellikle hicab terimi etrafında gelişmiştir. İbn Abbas’a nisbet edilen bir görüşe göre Resûl-i Ekrem mi’racda rabbini görmüştür Diğer bir görüşe göre ise, Tekvîr sûresinin 23. âyetiyle Necm sûre­sinin 13. âyetinde   “görülen” olarak zik­redilenin Cebrail olduğu savunulur. “Gözler O’nu idrak edemez, fakat O bü­tün gözleri idrak eder” (el-En’âm 6/103) ve, “Allah bir insanla ancak vahiy suretiy­le veya perde (hicab) arkasından konuşur yahut bir elçi göndererek dilediğini vah-yeder” (eş-Şûrâ 42/51) mealindeki âyet­ler, Allah’ın dünyada görülemeyeceğini ifade eder. Ancak Peygamberimizin ve mi’racının farklı olduğu göz ardı edilmemelidir.

Tefsirlerin büyük bir kısmında mi’rac gecesinde hicabın kaldırıldığı, Rasûl-i Ekrem’in Cebrail’i de aslî suretinde gördüğü belirtilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli konumlarda Allah’a izafe edilen nur kavramını, müfessirler, “hicab” ola­rak değil “hidâyet, hakikat, Allah’ın dini, O’nun varlığına delâlet eden âyetler, nu­run yaratıcısı ve sahibi” şeklinde anlamış­lardır.  Nitekim Hz. Peygamberin, bazı ilâhî âyetlerin kendisine gösterilmesi için bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğü­nü (el-İsrâ 17/1) ve onun bu seyahat es­nasında rabbinin büyük âyetlerini gördü­ğünü (en-Necm 53/18) bildiren âyet-i ke­rîmeler,   Allah’ın nurundan mak­sadın “O’nun varlığına delâlet eden de­liller” olduğunu gösterir.  “Allah’ın hicabının nur olduğu” şeklindeki rivayetlerin de bu bağlamda değerlendirilmesi halinde hi­cabın “zâtının görülmesine mâni olan en­geller” anlamına geldiği söylenebilir.

İbn Fûrek, Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî ve İbn Haldun gibi âlimler, Allah ile insanlar arasında bazı perdelerin bulunduğunu bil­diren ifadelerde kullanılan hicab tabirinin yaratılmış varlıklara yönelik olduğunu kaydetmektedir. Çünkü bir şeyin perdelenebilmesi için onun sınırlı ve iha­ta edilebilir olması gerekir. Hâlbuki Al­lah’ın, yaratılmış varlıklar için söz konusu olan böyle bir şeyle nitelendirilmesi, O’nun bir perde ile gizlenmesi aklen ve dinen ka­bul edilemez. Allah’ın bir perde ile perde­lendiğini iddia eden kimse O’nun hakkın­da düşünülmesi muhal olan bir söz sarfetmiş, dolayısıyla tevhid inancını zede­leyerek teşbih ve tecsîme düşmüş olur. Bundan dolayı hicabı, sözlük anlamıyla Allah’a izafe etmemek gerekir. “Bir kişi ile bir nesne arasında yer alan ve arkasında bulunanların görülmesine en­gel olan şey” anlamındaki hicabı, “Büyük­lük benim ridâm, ululuk ise izârımdır hadisinde ol­duğu gibi mecazi mânaya hamletmek ge­rekir.

Kur’an ve Sünnetteki çeşitli kullanım­larından anlaşıldığına göre hicab; bir anlamıyla Allah’ı görmek isteyen insana ait bir vasıf olup kâfirler için kalbin mühürlenmesi, kimi mümin­ler için ise kalbin kararması demek olduğu anlaşılmaktadır.  Öte yandan manevî bir körlük olan bu hicab,  ölüm ve ölüm sonrası hayatla yüz yüze gelince kalkar. Bu husus, “Onlar rablerinden mahcub ve mahrum ka­lacaklardır” (el-Mutaffifîn 83/15) şeklin­deki ilâhî beyanla vurgulanmaktadır.

Tasavvuf’ta hicab:  Sûfîler, salikle Hak ara­sında bulunan ve O’nu tanımak demek olan marifete engel olan her şeye hicab veya nikâb demiş­lerdir. İlk sûfî­ler arasında önemli bir yeri bulunan Zünnûn el-Mısrî kul ile mevlâsı arasında çeşit­li perdelerin bulunduğunu, bunların en kapalı ve en kalın olanının da nefis/nefsi emmare oldu­ğunu söylemiş, iddianın dava sahibi ile Hakk’ı müşahede arasında bir perde oluş­turduğunu ifade etmiştir (Sülemî, s. 18, 22). Serî es-Sakatî, “Allahım, bana per­de ardında kalma azabiyla azap etme de ne ile azap edersen et” diye niyaz etmiş, Bâyezîd-i Bistâmî âşıklar için cennetin bile bir perde olduğunu söy­lemişti.

Sûfîler, Hak ile sâlik arasında nelerin hicab/perde olduğuna dair çeşitli açıklamalar yapmışlardır. Bâyezîd-i Bistâmî, Zünnûn, Ebû Bekir el-Vâsıtî ve Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr gibi sûfîlere göre Allah ile sâlik ara­sındaki ilk ve en kalın perde “nefis” ve “ben­lik”tir. Sûfîler bu perdeyi fena ve mahv yo­luyla kaldırmaya çalışmışlardır. Cüneyd-i Bağdadî’ye göre avam için nefse, halka ve dünyaya; havas içinse ibadete, sevaba ve keramete güvenmek perdedir. Kalbin mühürlenmiş olması kâfirler için, katılaşması münafıklar için ve karar­ması da müminler için perdedir (Serrâc, s. 451).

Bazı sûfîlere göre dört hicab/perde şunlardır:  Dün­ya, nefis, halk ve şeytandır.  Yedi hicab/perde ise yeme -/içme, şehvet, çoluk ço­cuk tutkusu, mal ve makam hırsı, riya ve bencillik’tir.    İnsanda bu beşerî sıfat­ların baskın olmasına “istitâr” ve “ihticâb/perdelenme” denir.

“Allah’ın hicabı nurdur, bu hicabı aça­cak olsa zâtının nurları bütün varlıkları yakar” mealindeki hadis, bazı tasavvufi eserlerde, “Allah’ın nurdan ve zulmetten yetmiş bin perdesi vardır” şeklinde rivayet edilir

Halvetiyye tarikatında seyrü sülük yapılan   “lâ ilahe illal­lah, Allah, hû, hay, hak, kayyûm, kahhâr” şeklindeki yedi esmanın her birinin yetmiş bin perdesi vardır. Kah­hâr esmasını tamamlayarak nefs-i kâmi­le makamına erişen sâlike yetmiş bin hi­cab açılmış olur. Bilmek lazım ki,   madde ve insanın kötü huy­ları zulmânî, iyi huyları, ibadetleri ve Al­lah’ın tecellileri nûrânî birer perdedir. Hakk’ın her bir tecellisi aynı zamanda onun bir üstündeki tecelliyi örten nûrânî bir perdedir.

Bazılarına göre “nefis, kalp, akıl, ruh ve hafi”nin her birinin kendine has bir per­desi vardır. Nefsin perdesi arzular, kalbin perdesi Haktan başkasını düşünme, ak­lın perdesi mâkuller/aklın yürütüldüğü alanlar, ruhun perdesi te­maşa, hafînin perdesi de ilâhî azamet ve kibriyâdır.   Hz. İbrahim’in yıldızları, ayı ve güne­şi görüp bunlara rabbim demesi nûrânî perdeleri görmesinden ibarettir.

Muhyiddin İbnü’I-Arabî, sonsuz olan ilâ­hî isimlerin her birinin bir üsttekine per­de teşkil ettiğini, nefsin karanlık perde­lerini riyazetle aşan bir sâlikin nur perdelerinde de yükselmesi gerektiğini belirt­miştir {el-Fütühât, II. 159; 111, 65-68, 86). İbnü’l-Arabî’nin takipçilerinden Kâşânî hicabı, “ilâhî tecellileri kabule engel ola­cak şekilde maddî suretlerin kalbe yerleş­mesi” şeklinde tarif etmiştir.

Kâf 50/23; ve Kehf 18/101. ayetlerinde işaret edildiği üzere, ölen veya ölmek üzere bulunan bir kim­se perde açıldığı için gerçeği çıplak olarak görür. İn­sanla gayb âlemi arasında bulunan per­de ölümle kalkar. Mutasavvıflar, “ölme­den önce ölmek” suretiyle bu perdenin açılmasının mümkün olduğunu söylerler.  Bu yoldan perdenin açılmasına “keşf”, bu mertebeye erip gaybın esrarına vâkıf olan mutasavvıfa “mükâşif/ehl-i keşf, ehl-i mükâşefe” de­nir.

Mutasavvıflar Hak’la veya ilâhî hakikatla arasında perde bulunan, bu yüzden ilâ­hî gerçeklerin özüne nüfuz edemeyen âlimlere ve hatta bazı mutasavvıflara “mahcub/hicablı, perdeli derler. Hücvîrî. eseri­ne Keşfü’l-mahcûb adını vermesinin se­bebini açıklarken mahcubların önünde var olan perdenin mükâşefe ehlinin önün­de bulunmadığını ifade eder.

Gazzâlî mahcubları üçe ayırır: Önlerine yalnız karanlık perdesi çe­kilenler, karanlık-nur karışımı perde çe­kilenler ve saf nurdan perde çekilenler. Birin­ciler tabiat ve maddeden başka bir şey görmeyen inkârcılar; ikinciler bâtıl bir di­nin veya mezhebin mensupları, üçüncü­ler ise münkir filozoflardır.

Zaman zaman pey­gamber ve velîlerin önüne de nûrânî per­deler çekilir, ancak bu onlar için ilâhî bir lutuftur; zira sürekli olarak ilâhî nurlara muhatap olmaya hiç kimsenin gücü yet­mez. Nitekim Hz. Peygamber “Bazan kalbimi bir perde örter, onu kaldırmak için yüz defa istiğfar ederim” (Müslim, “Zikir”, 41; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26) mea­lindeki hadisiyle buna işaret etmiştir.

Fena makamına eren sâlik,  hakiki ve ye­gâne failin Allah olduğunu idrak eder. Bu ma­kamda olanlar, bütün varlıkların yapıp et­melerini, gölge oyununda perdeye yansı­yan görüntülere benzetirler.

“Hicâb-ı İzzet” denilen bir perde ile ör­tülü olduğundan Hakk’ın zâtı bilinemez ve künhü idrak edilemez; bu perde keşif­le açılmaz. Burada sadece hayret söz ko­nusu olur. Hâce Abdullah Herevî izzet hi­cabını “O’nun O’luğu”/ Hakk’ın mahiyeti şeklinde açıklamıştır.

Son olarak “hicabe” kavramına kısaca değinerek deyebiliriz ki; sözlükte “örtmek, birinin bir yere gir­mesine engel olmak” anlamına gelen ve Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası görevini anlatan    “hicâbe” kelimesi terim olarak başta Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası ve kapısının belli zamanlar­da ziyaretçilere açılması olmak üzere makâm-ı İbrahim’in, hediye edilen kıymetli eşya ile iç ve dış örtülerin korunması ve bakımı gibi önemli hizmetleri ifade eder. Hicâbe kaynaklarda “Kâbe’ye hizmet et­mek” anlamındaki sidâne ile bir­likte de kullanılmıştır. Sidânenin Kâbe ile ilgili bütün hizmetleri, hicâbenin ise yal­nız kapısıyla ilgili hizmetleri ifade ettiği de söylenmiştir. Hicâbe görevinde bulunanlara hâcib veya sâdin denilir; ay­rıca bunlar “hacebî” nisbesiyle de anılmış­lardır.

Rivayetlere göre hicâbe görevi,  Hz. İs­mail’den bir nesil sonra Cürhümlüler’e, onlardan da Huzâalılar’a geçmişti ve reis­leri Huleyl b. Hubşiyye tarafından yürü­tülüyordu. Huleyl’in kızı ile evlenen Kusay kayınpederinin ölümünden sonra Mek­ke’nin hâkimi oldu; dolayısıyla Kâbe’ye ve hacılara hizmet etme görevini de üst­lendi. Kusayy’ın vasiyetine uygun olarak yerini oğullarından Abdüddâr aldı ve böy­lece hicâbe de onun soyunun elinde ba­badan oğula sırasıyla Osman b. Abdüd­dâr, Abdüluzzâ b. Osman, Ebû Talha (Abdullah) b. Abdüluzzâ, Talha b. Ebû Talha ve Osman b. Talha’ya intikal etti.  Bu gö­rev, Mekke’nin fethi sırasında Osman b. Talha’nın uhdesinde bulunuyor ve Kâbe’nin anahtarı da onun annesinde duruyor­du.

Rasûl-i Ekrem, Mekke’nin fethedildiği gün tavafın ardından Osman b. Talha’yı çağır­dı ve Kabe’nin kapısını açtırarak Beytullah’ı içerideki resim ve putlardan temiz­lettikten sonra Bilâl ve Üsâme ile birlikte içeri girip namaz kıldı.    Dışarıya çıktıktan sonra Osman b. Talha ile amcasının oğlu Şeybe b. Osman’ı çağırarak, “Gün iyilik ve vefa günüdür. Ey Ebû Talha oğulları! Emaneti kıyamete kadar sizde kalmak üzere alın; hicâbeyi sizden ancak zalimler geri alır” (İbn Sa’d, II, 137) buyurdu ve anah­tarı ikisine teslim etti.

Osman b. Talha Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye döndü ve Rasûlullah’ın vefatına kadar orada kaldı. Bu zaman zarfında hicâbe görevi Şeybe b. Osman ve oğulları ile kardeşi Vehb b. Osman ta­rafından yürütüldü.