Çoğunlukla tesettür anlamında kullanılan “hicab” kelimesi, sözlükte “engel olmak, örtmek, gizlemek, perde, iki varlık arasına konan engel, örtü, tesettür” gibi anlamlarda kullanılır.
Geniş anlamda “hicab ve tesettür” başlığı altında; bir kadının belirlenen ölçülere göre örtünmesi, yabancı bir erkekle halvet halinde bulunması yani kapalı bir yerde baş başa kalmaları, eli ve yüzü dışında kalan yerlerini açması, sesini cinsel duygular uyandıracak biçimde maksatlı olarak kullanması (Ahzâb 32), süsünü teşhir etmesi, erkeğin avret yerlerine şehvetle bakması (Nûr 31) ve dokunması gibi konular ele alınır.
El-Keşşaf, (II/9) ve İbn Kesir, (III/283-284) tefsirlerinde izah edildiğine göre, İslâm öncesi cahiliye günlerinde kadınlar, başın arkasında bağlanan bir tür başlık kullanırlardı. Gömleğin yakasını da, boynun önünü ve göğsün üst kısmını dışarıda bırakacak şekilde açarlardı. Çoğunlukla göğüsleri örtecek gömlekten başka bir örtü kullanmaz ve saçlarını bir veya iki çift örgü halinde arkaya bırakılırdı. Nûr 31. ayeti inince müslüman kadınlar başlarını, boyunlarını, göğüslerini ve sırtlarını bütünüyle örtmeye başladılar.
Müslüman kadınların bu hüküm karşısındaki davranışlarını Hz. Aişe (r.a) canlı bir biçimde şöyle anlatır. “Nur Suresi inip halk, muhtevasını Hz. Peygamber’den (s.a) öğrenince doğru evlerine koştular ve bu ayetleri hanımları, kızları ve kız kardeşlerine okudular. Ensar kadınları hemen kalkıp, ellerine geçen bez parçalarından başörtüler yaptılar. Ertesi sabah namaz için Mescid-i Nebevi’ye gelen tüm kadınlar başörtülüydüler.” Bir başka rivayette, Hz. Aişe, kadınların başörtüsü için ince/şeffaf bezleri bırakıp, şeffaf olmayan uygun bez seçtiklerini anlatır. (İbn Kesir, III/284.)
Hicab kelimesi, tesettür manasının dışında başka anlamlarda da kullanılmaktadır. Bu anlamda “hicab” kavramı, genelde Hakka ve hakikate ulaşmaya, âhiret hayatında Allah’ı görmeye engel olan perdeler manasında bir terim olarak istimal edilmektedir.
Kur’an’da hicab: Hicab kelimesi, Kur’an-ı Kerîm’de yedi âyette geçmektedir. Bunlardan el-A’râf 7/46 ayetinde “iki taraf arasında bir hicab vardır” buyrularak, hicab kelimesi ahiret aleminde cennette bulunanlarla cehennem ehlinin birbirlerinin haline vâkıf olmaya mâni bir engel manasında kullanılmıştır. Meryem 19/17 ayetinde “Hz. Meryem, doğu tarafında insanlara karşı bir hicab edindi”; el-Ahzâb 33/53 “O’nun hanımlarına bir şey soracağınız zaman bir hicab arkaından sorun; Fussilet 41/5 “bizimle senin/peygamberin arasına bir hicab çekilmiştir” ve eş-Şûrâ 42/ 51 “Allah bir beşerle ancak vahiyle veya bir hicab arkasından konuşur” ayetlerinde ise perde, örtü, engel gibi manalarda kullanılmıştır. el-İsrâ 17/45 ayetinde “Kur’an okuduğun sırada seninle/Hz. Peygamber’le âhirete inanmayanlar arasına bir hicab çekeriz” ayetinde görünmez perde; Sâd 38/32 “o atlar nihayet bir hicab arkasına gizlendiler” ayetlerinde perde, mani diye tefsir edilmiştir. Hicab kavramı el-Mutaffifîn 83/15 ayetinde “mahcubun” şeklinde kullanılarak âhiret gününe inanmayıp her türlü taşkınlığı gösteren, günahkâr, vahiy ürünü ayetleri “eskilerin masalları” olarak niteleyen ve nihayet kalpleri kararan kimseler “rablerine kavuşmaktan yana hicablı/alıkonanlar olurlar” şeklinde anlaşılmıştır. .
Kur’an’da yer alan “gışâve, sitr ve zulle” (çoğulu zulel) kelimeleri de hicabın yukarıdaki anlamlarına yakın manalar taşır ve hicab kavramı etrafında ele alınırlar. Kur’an-ı Kerîm’de, kâfirlerin gözlerinde gerçekleri görmelerini engelleyen perde bulunduğu (el-Bakara 2/7; Yâsîn 36/9; el-Câsiye 45/23), münafıkların cihad âyetleri karşısında âdeta “ölüm baygınlığı geçiren bir kimsenin bakışı” ile Peygamber’e baktıkları (Muhammed 47/20) bildirilirken “gışâve” kelimesi; dünya hayatında gözleri Allah’ın varlığının apaçık delillerini görmeyen kâfirlerden (el-Kehf 18/101) ve bu gaflet perdelerinin âhirette kaldırılacağı ifade edilirken (Kâf 50/22) “gıtâ” kökü; Allah düşmanlarına, organlarının âhirette kendileri aleyhine şahitlik edeceğini hiç düşünmeden bu dünyada işledikleri kötü ameller hatırlatılırken (Fussilet 41/22) “sitr” ismi ve inkarcıların iman etmeyi, Allah’ın cismâniyete bürünerek bütün azametiyle gelip kendini göstermesi gibi muhal bir talebe bağlandıkları beyan edilirken de (el-Bakara 2/210) “zulle” sözü kullanılmıştır. Gerek “hacb” kökünün gerekse bununla anlam yakınlığı bulunan diğer köklerin kullanıldığı ayetlerden anlaşıldığına göre hicab, “Allah ile insanlar arasında perde” anlamına geldiği yerlerde Allah’a değil insanlara nisbet edilmiş, perdelenmeye ve mahrumiyete onların maruz kaldığı belirtilmiştir.
Hadislerde hicab: Hadislerde de kullanıldığını gördüğümüz hicab kelimesi bazı rivayetlerde Allah’a nisbet edilmekte ve O’nun bir vasfı şeklinde kullanılmaktadır. Mesela Ebû Mûsâ el-Eş’arîden nakledilen bir hadisde, “Allah’ın hicabı nurdur, eğer onu kaldırmış olsaydı bütün varlıklar yanardı” buyrulmuştur. (Müslim, “îmân”, 293–294; İbn Mâce, “Mukaddime”, 13). Bazı kaynaklarda ise “Allah’ın nurdan (veya nur ve zulmetten) yetmiş, yedi yüz veya yetmiş bin perdesinin bulunduğu” şeklindeki rivayetlere yer verilmektedir (Zebîdî, II, 72; V, 137; Şevkânî,s. 450). Suheyb b. Sinan yoluyla gelen diğer bir rivayete göre Allah Teâlâ cennet ehline, “Benden daha başka bir şey istiyor musunuz?” diye soracak, onlar da, “Yüzümüzü ağartmadın mı, bizi cennete koyup ateşten kurtarmadın mı?” diyecekler, bunun üzerine Allah hicabı/perdeyi kaldıracak ve cennettekiler, o güne kadar mazhar olmadıkları en büyük nimet olarak rablerine bakacaklardır (Müslim, “îmân”, 297).
Kelam ilminde hicab: Kelâm ilminde hicab konusu daha çok rü’yetullah/Allah’ın görülmesi mevzuunda, Yûnus sûresinin 26. âyetinde geçen “ziyade” kelimesiyle Mutaffıfîn sûresinin 15. âyetinde geçen “mahcubun” kelimesi etrafında yapılan farklı yorumlar dolayısıyla ele alınmıştır. Nitekim Allah’ın âhirette görülebilmesi yani rü’yetullah meselesi, Mu’tezile ile Ehl-i sünnet âlimleri arasında tartışma konusudur. Ehl Sünnet âlimleri, âhiret hayatında Allah’ın görülmesinin aklen mümkün olduğunu, naklen de sabit bulunduğunu belirtmişlerdir. Buna mukabil Mu’tezile kelâmcılarıyla onların görüşlerini benimseyenler rü’yetullahın mümkün olmadığını iddia etmişlerdir.
Rü’yetin mümkün olduğunu beyan eden Ehl-i sünnet’e mensup müfessirler, “Güzel davranışlarda bulunanlara daha güzel karşılık, bir de fazlası (ziyade) vardır” (Yûnus 10/ 26) mealindeki âyette yer alan “ziyade” kelimesini “perdenin/hicabın kalkması ile müminlerin Allah’ı görmesi” şeklinde anlamışlardır (Taberî, VII, 105-107; Kurtubî, VIII, 330; Süyûtî, IV, 356-357). Bu müfessirler, Câbir b. Abdullah’tan rivayet edilen ve cennet ehlinin Allah’ı bir nur olarak göreceğini, bunun onlar için en büyük mutluluk olacağını ve bir süre sonra Allah’ın gizleneceğini, fakat nurunun ve bereketinin devam edeceğini ifade eden hadisi (İbn Mâce, “Mukaddime”, 13) delil olarak zikrederler. İbn Fûrek de ziyade kelimesini, “insanların Allah’ı görmelerine mâni olan engellerin ortadan kaldırılması” olarak açıklar. Hicabın ise “iki nesneyi birbirinden ayıran duvar gibi katı bir nesne” anlamına geldiğini, Kur’an ve hadislerde geçen hicab ve müştaklarını bu anlamda kabul ederek Allah’ı “memnu, mestur, mahdûd ve mahcûb” olarak nitelemenin caiz olamayacağını anlatır.
Mu’tezile âlimleri, zât-ı ilâhiyyeye hicab kavramının nisbet edilmesini kabul etmemiştir. Cehmiyye de benzer görüşleri savunarak diğer haberî sıfatlar gibi hicab tabirini de zahirî manasıyla almayıp te’vil etmiştir. Dürzîler ise her türlü idrakin ötesinde olan Allah’ın bir hicab ve beşerî suretle/nâsût ile perdelendiğini, yetmişe varan devreler halinde bu perdelerin kalkarak Allah’ın tecelli ettiğini ve en son tecellinin Hâkim -Biemrillâh’ın şahsında vuku bulduğunu ileri sürerler.
Hesap gününe inanmayıp her türlü taşkınlığı gösteren, alabildiğine günahkâr, vahiy mahsulü âyetleri “eskilerin masalları” olarak niteleyen kalpleri kararmış kimseler için, “Hayır! Onlar hesap günü rablerinden mahcub/perdelenmiş kalacaklardır” denilmektedir (el-Mutaffifîn 83/10-1 5). Bu ayette yer alan “hicab” kavramı hakkında, meşhur müfessir Fahreddin er-Râzî, buradaki hicabı Ebû Ali el-Cübbâi’nin “Allah’ın rahmetinin engellenmesi”. Ebû Müslim’in “O’na yakınlığın engellenmesi” ve Zemahşeri’nin “kâfirlerin huzura kabullerinin engellenmesi” şeklinde anladıklarını ifade ettikten sonra her üçünde de ortak olan şeyin “engellenme”den ibaret bulunduğunu belirtir. Ayetteki hicab kavramına “rü’yete engel olma” şeklinde bir anlamın verilmesi daha isabetlidir; nitekim Mukâtil b. Süleyman ve Kelbî gibi müfessirler de aynı görüşü benimsemişlerdir (Mefâtîhu’l-ğayb, XXXI, 95-96) demektedir.
Mi’rac’da hicab: Hz. Peygamberin mi’racda Allah’ı görüp görmediği tartışması da genellikle hicab terimi etrafında gelişmiştir. İbn Abbas’a nisbet edilen bir görüşe göre Resûl-i Ekrem mi’racda rabbini görmüştür Diğer bir görüşe göre ise, Tekvîr sûresinin 23. âyetiyle Necm sûresinin 13. âyetinde “görülen” olarak zikredilenin Cebrail olduğu savunulur. “Gözler O’nu idrak edemez, fakat O bütün gözleri idrak eder” (el-En’âm 6/103) ve, “Allah bir insanla ancak vahiy suretiyle veya perde (hicab) arkasından konuşur yahut bir elçi göndererek dilediğini vah-yeder” (eş-Şûrâ 42/51) mealindeki âyetler, Allah’ın dünyada görülemeyeceğini ifade eder. Ancak Peygamberimizin ve mi’racının farklı olduğu göz ardı edilmemelidir.
Tefsirlerin büyük bir kısmında mi’rac gecesinde hicabın kaldırıldığı, Rasûl-i Ekrem’in Cebrail’i de aslî suretinde gördüğü belirtilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli konumlarda Allah’a izafe edilen nur kavramını, müfessirler, “hicab” olarak değil “hidâyet, hakikat, Allah’ın dini, O’nun varlığına delâlet eden âyetler, nurun yaratıcısı ve sahibi” şeklinde anlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamberin, bazı ilâhî âyetlerin kendisine gösterilmesi için bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürüldüğünü (el-İsrâ 17/1) ve onun bu seyahat esnasında rabbinin büyük âyetlerini gördüğünü (en-Necm 53/18) bildiren âyet-i kerîmeler, Allah’ın nurundan maksadın “O’nun varlığına delâlet eden deliller” olduğunu gösterir. “Allah’ın hicabının nur olduğu” şeklindeki rivayetlerin de bu bağlamda değerlendirilmesi halinde hicabın “zâtının görülmesine mâni olan engeller” anlamına geldiği söylenebilir.
İbn Fûrek, Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî ve İbn Haldun gibi âlimler, Allah ile insanlar arasında bazı perdelerin bulunduğunu bildiren ifadelerde kullanılan hicab tabirinin yaratılmış varlıklara yönelik olduğunu kaydetmektedir. Çünkü bir şeyin perdelenebilmesi için onun sınırlı ve ihata edilebilir olması gerekir. Hâlbuki Allah’ın, yaratılmış varlıklar için söz konusu olan böyle bir şeyle nitelendirilmesi, O’nun bir perde ile gizlenmesi aklen ve dinen kabul edilemez. Allah’ın bir perde ile perdelendiğini iddia eden kimse O’nun hakkında düşünülmesi muhal olan bir söz sarfetmiş, dolayısıyla tevhid inancını zedeleyerek teşbih ve tecsîme düşmüş olur. Bundan dolayı hicabı, sözlük anlamıyla Allah’a izafe etmemek gerekir. “Bir kişi ile bir nesne arasında yer alan ve arkasında bulunanların görülmesine engel olan şey” anlamındaki hicabı, “Büyüklük benim ridâm, ululuk ise izârımdır hadisinde olduğu gibi mecazi mânaya hamletmek gerekir.
Kur’an ve Sünnetteki çeşitli kullanımlarından anlaşıldığına göre hicab; bir anlamıyla Allah’ı görmek isteyen insana ait bir vasıf olup kâfirler için kalbin mühürlenmesi, kimi müminler için ise kalbin kararması demek olduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan manevî bir körlük olan bu hicab, ölüm ve ölüm sonrası hayatla yüz yüze gelince kalkar. Bu husus, “Onlar rablerinden mahcub ve mahrum kalacaklardır” (el-Mutaffifîn 83/15) şeklindeki ilâhî beyanla vurgulanmaktadır.
Tasavvuf’ta hicab: Sûfîler, salikle Hak arasında bulunan ve O’nu tanımak demek olan marifete engel olan her şeye hicab veya nikâb demişlerdir. İlk sûfîler arasında önemli bir yeri bulunan Zünnûn el-Mısrî kul ile mevlâsı arasında çeşitli perdelerin bulunduğunu, bunların en kapalı ve en kalın olanının da nefis/nefsi emmare olduğunu söylemiş, iddianın dava sahibi ile Hakk’ı müşahede arasında bir perde oluşturduğunu ifade etmiştir (Sülemî, s. 18, 22). Serî es-Sakatî, “Allahım, bana perde ardında kalma azabiyla azap etme de ne ile azap edersen et” diye niyaz etmiş, Bâyezîd-i Bistâmî âşıklar için cennetin bile bir perde olduğunu söylemişti.
Sûfîler, Hak ile sâlik arasında nelerin hicab/perde olduğuna dair çeşitli açıklamalar yapmışlardır. Bâyezîd-i Bistâmî, Zünnûn, Ebû Bekir el-Vâsıtî ve Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr gibi sûfîlere göre Allah ile sâlik arasındaki ilk ve en kalın perde “nefis” ve “benlik”tir. Sûfîler bu perdeyi fena ve mahv yoluyla kaldırmaya çalışmışlardır. Cüneyd-i Bağdadî’ye göre avam için nefse, halka ve dünyaya; havas içinse ibadete, sevaba ve keramete güvenmek perdedir. Kalbin mühürlenmiş olması kâfirler için, katılaşması münafıklar için ve kararması da müminler için perdedir (Serrâc, s. 451).
Bazı sûfîlere göre dört hicab/perde şunlardır: Dünya, nefis, halk ve şeytandır. Yedi hicab/perde ise yeme -/içme, şehvet, çoluk çocuk tutkusu, mal ve makam hırsı, riya ve bencillik’tir. İnsanda bu beşerî sıfatların baskın olmasına “istitâr” ve “ihticâb/perdelenme” denir.
“Allah’ın hicabı nurdur, bu hicabı açacak olsa zâtının nurları bütün varlıkları yakar” mealindeki hadis, bazı tasavvufi eserlerde, “Allah’ın nurdan ve zulmetten yetmiş bin perdesi vardır” şeklinde rivayet edilir
Halvetiyye tarikatında seyrü sülük yapılan “lâ ilahe illallah, Allah, hû, hay, hak, kayyûm, kahhâr” şeklindeki yedi esmanın her birinin yetmiş bin perdesi vardır. Kahhâr esmasını tamamlayarak nefs-i kâmile makamına erişen sâlike yetmiş bin hicab açılmış olur. Bilmek lazım ki, madde ve insanın kötü huyları zulmânî, iyi huyları, ibadetleri ve Allah’ın tecellileri nûrânî birer perdedir. Hakk’ın her bir tecellisi aynı zamanda onun bir üstündeki tecelliyi örten nûrânî bir perdedir.
Bazılarına göre “nefis, kalp, akıl, ruh ve hafi”nin her birinin kendine has bir perdesi vardır. Nefsin perdesi arzular, kalbin perdesi Haktan başkasını düşünme, aklın perdesi mâkuller/aklın yürütüldüğü alanlar, ruhun perdesi temaşa, hafînin perdesi de ilâhî azamet ve kibriyâdır. Hz. İbrahim’in yıldızları, ayı ve güneşi görüp bunlara rabbim demesi nûrânî perdeleri görmesinden ibarettir.
Muhyiddin İbnü’I-Arabî, sonsuz olan ilâhî isimlerin her birinin bir üsttekine perde teşkil ettiğini, nefsin karanlık perdelerini riyazetle aşan bir sâlikin nur perdelerinde de yükselmesi gerektiğini belirtmiştir {el-Fütühât, II. 159; 111, 65-68, 86). İbnü’l-Arabî’nin takipçilerinden Kâşânî hicabı, “ilâhî tecellileri kabule engel olacak şekilde maddî suretlerin kalbe yerleşmesi” şeklinde tarif etmiştir.
Kâf 50/23; ve Kehf 18/101. ayetlerinde işaret edildiği üzere, ölen veya ölmek üzere bulunan bir kimse perde açıldığı için gerçeği çıplak olarak görür. İnsanla gayb âlemi arasında bulunan perde ölümle kalkar. Mutasavvıflar, “ölmeden önce ölmek” suretiyle bu perdenin açılmasının mümkün olduğunu söylerler. Bu yoldan perdenin açılmasına “keşf”, bu mertebeye erip gaybın esrarına vâkıf olan mutasavvıfa “mükâşif/ehl-i keşf, ehl-i mükâşefe” denir.
Mutasavvıflar Hak’la veya ilâhî hakikatla arasında perde bulunan, bu yüzden ilâhî gerçeklerin özüne nüfuz edemeyen âlimlere ve hatta bazı mutasavvıflara “mahcub/hicablı, perdeli derler. Hücvîrî. eserine Keşfü’l-mahcûb adını vermesinin sebebini açıklarken mahcubların önünde var olan perdenin mükâşefe ehlinin önünde bulunmadığını ifade eder.
Gazzâlî mahcubları üçe ayırır: Önlerine yalnız karanlık perdesi çekilenler, karanlık-nur karışımı perde çekilenler ve saf nurdan perde çekilenler. Birinciler tabiat ve maddeden başka bir şey görmeyen inkârcılar; ikinciler bâtıl bir dinin veya mezhebin mensupları, üçüncüler ise münkir filozoflardır.
Zaman zaman peygamber ve velîlerin önüne de nûrânî perdeler çekilir, ancak bu onlar için ilâhî bir lutuftur; zira sürekli olarak ilâhî nurlara muhatap olmaya hiç kimsenin gücü yetmez. Nitekim Hz. Peygamber “Bazan kalbimi bir perde örter, onu kaldırmak için yüz defa istiğfar ederim” (Müslim, “Zikir”, 41; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 26) mealindeki hadisiyle buna işaret etmiştir.
Fena makamına eren sâlik, hakiki ve yegâne failin Allah olduğunu idrak eder. Bu makamda olanlar, bütün varlıkların yapıp etmelerini, gölge oyununda perdeye yansıyan görüntülere benzetirler.
“Hicâb-ı İzzet” denilen bir perde ile örtülü olduğundan Hakk’ın zâtı bilinemez ve künhü idrak edilemez; bu perde keşifle açılmaz. Burada sadece hayret söz konusu olur. Hâce Abdullah Herevî izzet hicabını “O’nun O’luğu”/ Hakk’ın mahiyeti şeklinde açıklamıştır.
Son olarak “hicabe” kavramına kısaca değinerek deyebiliriz ki; sözlükte “örtmek, birinin bir yere girmesine engel olmak” anlamına gelen ve Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası görevini anlatan “hicâbe” kelimesi terim olarak başta Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası ve kapısının belli zamanlarda ziyaretçilere açılması olmak üzere makâm-ı İbrahim’in, hediye edilen kıymetli eşya ile iç ve dış örtülerin korunması ve bakımı gibi önemli hizmetleri ifade eder. Hicâbe kaynaklarda “Kâbe’ye hizmet etmek” anlamındaki sidâne ile birlikte de kullanılmıştır. Sidânenin Kâbe ile ilgili bütün hizmetleri, hicâbenin ise yalnız kapısıyla ilgili hizmetleri ifade ettiği de söylenmiştir. Hicâbe görevinde bulunanlara hâcib veya sâdin denilir; ayrıca bunlar “hacebî” nisbesiyle de anılmışlardır.
Rivayetlere göre hicâbe görevi, Hz. İsmail’den bir nesil sonra Cürhümlüler’e, onlardan da Huzâalılar’a geçmişti ve reisleri Huleyl b. Hubşiyye tarafından yürütülüyordu. Huleyl’in kızı ile evlenen Kusay kayınpederinin ölümünden sonra Mekke’nin hâkimi oldu; dolayısıyla Kâbe’ye ve hacılara hizmet etme görevini de üstlendi. Kusayy’ın vasiyetine uygun olarak yerini oğullarından Abdüddâr aldı ve böylece hicâbe de onun soyunun elinde babadan oğula sırasıyla Osman b. Abdüddâr, Abdüluzzâ b. Osman, Ebû Talha (Abdullah) b. Abdüluzzâ, Talha b. Ebû Talha ve Osman b. Talha’ya intikal etti. Bu görev, Mekke’nin fethi sırasında Osman b. Talha’nın uhdesinde bulunuyor ve Kâbe’nin anahtarı da onun annesinde duruyordu.
Rasûl-i Ekrem, Mekke’nin fethedildiği gün tavafın ardından Osman b. Talha’yı çağırdı ve Kabe’nin kapısını açtırarak Beytullah’ı içerideki resim ve putlardan temizlettikten sonra Bilâl ve Üsâme ile birlikte içeri girip namaz kıldı. Dışarıya çıktıktan sonra Osman b. Talha ile amcasının oğlu Şeybe b. Osman’ı çağırarak, “Gün iyilik ve vefa günüdür. Ey Ebû Talha oğulları! Emaneti kıyamete kadar sizde kalmak üzere alın; hicâbeyi sizden ancak zalimler geri alır” (İbn Sa’d, II, 137) buyurdu ve anahtarı ikisine teslim etti.
Osman b. Talha Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye döndü ve Rasûlullah’ın vefatına kadar orada kaldı. Bu zaman zarfında hicâbe görevi Şeybe b. Osman ve oğulları ile kardeşi Vehb b. Osman tarafından yürütüldü.