İçeriğe geç

HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK!

Salgının daha ilk günlerinde Türkiye’de en yetkin ağızlarda şu söz dolaşıyordu: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” Bağlamıyla düşünüldüğünde bize soğuk, itici ve bir o kadar da ürkütücü gelen bu sözü müspet hale çevirmek ne derece mümkün? Bu dönemde buna şiddetle ihtiyaç duyduğumuz kesin. Zira dünya hayatı bizi bir yığın endişe, korku ve hüzün gelgitleriyle çepeçevre kuşatmışken her gün televizyon ekranlarında salgın verilerini seyredip de müspet bir psikolojiye sahip olmak hemen hemen imkânsız. Bunun için de kuvvetli bir imana sahip olmak gerekiyor. Acaba o kuvvetli iman bizde var mı?

Rasûlullah’ın (s.a.v), kendisine; “Allah’a yemin ederim ki ben seni gerçekten seviyorum.[1] buyurduğu bahtiyar sahâbîlerden Muâz b. Cebel’in (r.a) tevekkül ve teslimiyeti, her zaman beni kendisine hayran bırakmıştır. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v) Yemen’e kadı olarak gönderdiği bu bahtlı sahâbî oradan evlenmiş ve bir çocuğu olmuştu. Bu çocuğun vefat etmesi üzerine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ona şu mektubu yazdı:

“Bismillahirrahmanirrahim

Allah’ın Rasûlü Muhammed’den Muâz b. Cebel’e…

Allah’ın selâmı üzerine olsun…

Kendisinden başka ilah bulunmayan Allah’a hamd ettiğimi sana iletmek isterim. İmdi; Allah ecrini artırsın, sana sabretme gücü versin. Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın. Zira canlarımız, mallarımız, evlâd ü iyâlimiz, Azîz ve Celîl olan Allah’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı emânetleri cümlesindendir. Allah sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi de onu büyük bir ecir karşılığında senden aldı. Onun karşılığında Allah’tan rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret! Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin, sonra pişman olursun.

Bil ki, ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi geri getirmez, hüzün ve kederi de defedemez; başa gelecek olan zaten gelmiştir.[2]

Muâz b. Cebel (r.a), Hz. Ömer’in hilafeti zamanında fetihlere katılmış hatta Suriye ordusu kumandanlığı yapmıştır. Hicretin 17. (m. 638) yılında, Ürdün toprakları içerisindeki Kusayru Hâlid’de, 25-30 bin kişinin vefat ettiği Amvâs Tâunu diye bilinen veba salgınında iki oğlu ve iki hanımıyla birlikte 35 yaşında vefat etmiştir.

Bu salgın baş gösterdiği zaman kendisi bir hutbe irad etmiş ve şöyle demişti:

“Ey İnsanlar! Şüphesiz bu taun hastalığı, Rabbinizden size bir rahmet, Peygamberiniz’in (s.a.v) duası ve sizden önceki salih kimselerin ölüm sebebidir. Allahım; Muâz ailesine ondan nasibini tam olarak ayır!”

Minberden iner inmez kendisine oğlu Abdurrahman’ın hastalığa yakalandığı haberini verdiler. “Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve sonunda yine O’na döneceğiz.[3] dedi. Sonra onun bulunduğu tarafa gitti. Oğlu onun geldiğini görünce “Doğru olan Rabbinden sana gelmiştir. Öyleyse sakın şüphe edenlerden olma.[4] âyetini okudu. Muâz (r.a.) da: “Yavrucuğum! «İnşallah beni sabredenlerden biri olarak bulacaksın»[5]” dedi. Muâz ailesi tek tek vefat etti, en son kendisi kaldı. O da hastalığa yakalandı[6] ve vefat etti.

Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.), kendisine “Muâz ne iyi adam![7] diye iltifat edip, hakkında “Kıyamet günü âlimlerin bir menzil önünde olacaktır.[8] buyurduğu Muâz b. Cebel’i (r.a) bu kadar değerli kılan ondaki bu büyük tevekkül ve teslimiyettir. Bu da güçlü bir imandan kaynaklanmaktadır. Çünkü o yukarıdaki hutbesinde söylediği: “Peygamberiniz’in (s.a.v.) duası” ifadesiyle Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.): “Allahım! Ümmetimin sonunu taun ile kıl![9] hadisini kastetmekte ve bu hastalıktan ölecek olan kimselerin şehit olacaklarını dair: “Taun her bir Müslüman için şehitliktir.[10] hadisini bilmekte ve ona yakinen inanmaktadır. Çünkü onun bir defasında birisine: “Bizimle otur da bir saat imanımızı kuvvetlendirelim.”[11] dediği nakledilmiştir. O bu sözüyle imanı güçlendirmek için bir müddet dünyadan soyutlanıp Allah’ı zikretmek gerektiğini anlatmak istemiştir.

Şu anki durumumuz, Muâz’ın (r.a) o zâta yaptığı teklife ne kadar çok muhtaç olduğumuzu gösteriyor değil mi? Aylardır evimizden ihtiyaç olmadıkça çıkmadık. Dünyadan kendimizi iyice soyutladık ve ahiret bağlantılı çalışmaya, kendimizi ahirete göre ayarlayıp ona hazırlanmaya gayret ettik. Demek ki “bir musibet, bin nasihatten evlâ” imiş. Şimdi iş, onu bir hayat felsefesi haline getirmekte.

Bir hocamız, hanımı ağır bir hastalığa yakalanıp da vefat etmeden önce, öğretim üyesi olarak gittiği Malezya’dan apar topar dönmek zorunda kalmıştı. Onun şu sözünü hiç unutmuyorum: “Dünya gözümden silindi!” Evet, dünyamızın değeri bu kadar işte! Bir salgın, bir musibet bize bunları öğretti. Kapımızda en lüks arabamız, bankalarda yığınla paramız olsa, onlara hükmedemedikten sonra ne anlamı var! Hele de hiç göremediğimiz bir virüs sebebiyle evimizin içinde dahi korkuyla yaşarken. Bir yandan bir şey yapamamanın acizliği, öte yandan ölüm endişesinin estirdiği panik havası. Hâlet-i rûhiyemiz, böylesi kritik zamanlar için manevî bir hazırlığımızın olmadığını ve dünya eksenli yaşayıp ahirete yeterince ağırlık vermediğimizi gösteriyor.

Her ne kadar halimiz, gece vakti mezarlık kenarından geçerken hissettiği korkuyu savmak için ıslık çalan kişiye benziyorsa olsa da bir gün gelecek ve bizler o mukadder sondan kurtulamayarak o mezarlığın sakinleri arasına karışacağız. Tıpkı Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mezarlıktan geçerken yaptığı; “Selâm size ey bu diyarın mü’min ve Müslüman sakinleri! İnşaallah biz de yakında size katılacağız. Allah’tan size ve bize afiyetler vermesini dilerim.[12] selamlama ve duası gibi. O zaman hazırlığımızı tam olarak yapmalı, makalemizin başlığında kullandığımız o klişe cümleyi zihnimize, gönlümüze yerleştirmeli, “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” fikrini önce kendimize kabul ettirerek o iradeyi göstermeliyiz. Öyle ki SÖ (Salgın Öncesi) ve SS (Salgın Sonrası) diyerek, hayatımızda bu iki zaman dilimini keskin bir çizgiyle ayırarak hissetmeli ve hissettirmeliyiz. SÖ’de yaptıklarımızı geride bırakıp artık SS’de farklı yepyeni bir hayata başlamalıyız.

O hayatta kalbin; kibir, gurur, riya, kin, haset, tecessüs, suizan gibi manevî hastalıklardan temizlenip ihlas, sabır, şükür, rıza, kanaat, tevekkül, teslimiyet, hüsn-i zan gibi güzel ahlâkî vasıflarla tezyin edilmesi hedef olmalıdır. Bunun için de düzenli bir ibadet hayatı, zikir artı fikirle nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi yoluna gidip ruhumuzu takviye ederek imanımızı kuvvetlendirmeliyiz.

Evet, bu günler -inşaallah- gelir geçer. Mühim olan şu yaşadıklarımızı unutmamak ve onlardan dersler çıkarıp faydaya tahvil etmektir. Onun için “İnsan nisyan ile maluldür.” sözü gereğince SÖ’ye tekrar avdet ederek aynı hayata geri dönmemeli, sıcaklığımızı daima koruyup kendimize çeki düzen vermeliyiz. Aksi halde ömür bir çırpıda gelir geçer ve bizler yukarıda bahsettiğim manevî hastalıklarla, nefsimizi ıslah edemeden, ahirete irtihal ederiz de kendimize yazık etmiş oluruz. Rabbim hepimizi muhafaza eylesin!


[1] Ebû Dâvûd, Vitr 26; Nesâî, Sehv 60.

[2] Hâkim, el-Müstedrek, III, 273.

[3] Bakara, 2/156.

[4] Bakara, 2/147.

[5] Saffât, 37/102.

[6] İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI, 161; Ahmed b. Hanbel, XXXVI, 404.

[7] Buhârî, Fezâilü’l-Ḳurʾân, 8, Menâkıbü’l-ensâr, 16; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 119; Tirmizî, Menâkıb, 32.

[8] Taberâni, Kebîr, XX, 29;

[9] Ahmed b. Hanbel, XXIX, 621.

[10] Müslim, İmâre, 166.

[11] Buhârî, Îmân, 1.

[12] Müslim, Cenâiz, 35; İbn Mâce, Cenâiz, 36.