İhtiyar Züheyr, sabaha karşı uykusundan ter içinde uyandı. Rüyasında gökten bir ip uzatıldığını, tutunmak için uzanıp gayret ettiği halde, bir türlü o ipi tutamadığını görmüş ve çok üzülmüştü.
Züheyr, kavminin en tanınan ve sevilen şairiydi. On bir çocuğunu da kendi gibi şiirle büyütüp yetiştirmiş ve her birini birer söz ustası haline getirmişti. İctimai olarak kabiliyetli ve saygı gören bir kişi olduğundan, ilmi ortamlarda fazlaca bulunur, özellikle ehl-i kitab âlimlerinin sohbetlerine devam ederdi.
İşte o gece gördüğü bu rüyayı tefekkür ederken, bunun Hristiyan ve Yahudi din adamlarından sıklıkla işittiği ahir zaman kurtuluşunun müjdecisi olduğunu hemen anlamış, ancak artık oldukça ihtiyarlamış olduğundan, ömrünün bu kurtarıcıyı görmeye yetmeyeceğini hissetmişti.
Rüyasını, kendisiyle birlikte yaşayan iki oğluna; Ka‘b ve Büceyr’e, vefatından hemen önce bir vasiyet olarak tabir etti ve onlara eğer kendisinin yetişemeyeceği peygamber onların döneminde zuhur ederse ona iman etmelerini öğütledi.
Nihayet Züheyr’in rüyası gerçek oldu. Son ve hak din olan İslam, Allah’ın (c.c) kul ve elçi olarak seçtiği Abdullah’ın yetimi Muhammed Mustafa (s.a.v) eliyle, cahiliye ateşinden kavrulmuş Arabistan topraklarına bir nur dalgası gibi can verdi.
İMANA ENGEL OLAN KİBİR
Hicretin dokuzuncu yılında, Züheyr’in kendisi gibi şair olan iki oğlu Ka‘b ve Büceyr (r.a), babalarının vasiyetini yerine getirmek üzere Peygamber’in şehri Medine’ye doğru yola çıktılar.
Büceyr (r.a), babasından aldığı öğüdü yerine getirmek ve Hz. Muhammed’i (s.a.v) tanıyıp iman etmek konusunda oldukça istekliydi. Ancak Ka‘b, kardeşi gibi düşünmüyor, Peygamber’i ve çevresindekileri müşriklerden işittiği kadarıyla değerlendirip Onun insanları güzel ve etkili sözlerle kandırarak safına çektiğine inanıyordu.
Hararetli tartışmalarla geçen yolculuk sırasında, Medine yolu üzerindeki Eraku’l-Azzaf denilen mevkiye geldiklerinde, Büceyr (r.a), kardeşine “Madem sen bu konuda çok istekli değilsin, sen burada bekle ve bırak en azından ben gidip Muhammed (s.a.v) ile bir görüşeyim.” dedi.
Ka‘b bin Zuheyr buna pek razı olmasa da kardeşine, Muhammed (s.a.v) ile görüşse bile geri dönüp onunla istişare etmeden kesinlikle iman etmemesini söyledi.
Oysa Büceyr’in (r.a) iman etmesi için, Allah Rasûlü’yle kısacık bir sohbet etmesi yeterli olmuştu. İşte bu durum, Ka‘b bin Zuheyr’in kalbinin öfke ve kıskançlıkla dolmasına ve bir kılıç gibi kullandığı şiirlerini, Peygamber’e, Onun dinine ve ashâbına karşı pervasızca savurmasına sebep olacaktı.
Ka‘b öfkeliydi. Çünkü kardeşi kararlaştırdıkları gibi geri dönüp kendisiyle istişare etmeden Müslüman oluvermişti. Kıskanmıştı. Çünkü kendisi gibi mahir bir söz üstadı dururken, kardeşi, ”el-Emîn” olarak tanınmış Muhammed’in (s.a.v) sözlerine itibar edip Onun peygamberliğini kabul etmişti.
Hemen o an en müstehzi, ağır ifadelerle dolu şiirlerini sıralamaya başladı. Dilden dile, kulaktan kulağa dolaşan bu şiirler, Allah Rasûlü tarafından işitilince, Nebîler Nebîsi çok müteessir oldu. Onun hiç hak etmediği ve asla hak etmeyeceği ifadelerle dolu bu şiirler Onu çok incitmiş ve üzmüştü. Bunun üzerine mahzun bir yürekle şöyle buyurdu: “Her kim Ka‘b bin Zuheyr’e rastlarsa, onu gördüğü yerde öldürsün.”
Büceyr (r.a) de kardeşinin bu yaptıkları ve Peygamber’in onun hakkındaki hükmü için çok üzülmüştü. Ancak imanı, onun hak ve hakikatin tarafında olmasını gerektiriyordu. Kardeşi Ka‘b’ın yazdığı yergi dolu şiirlere karşılık o da bir şiir yazdı ve kardeşine şöyle seslendi:
“Ey Ka‘b! Vallahi kabul etmeyip kötülediğin bu İslam dininden daha gerçek ve daha sağlam bir din yoktur. Eğer sen de kurtulmak istiyorsan, sana zerre kadar faydası olmayan putları bırak, bir olan Allah’ a (c.c) ve Onun Rasûlü olan Muhammedü’l-Emîn’e (s.a.v) iman et.
Rasûlullah’ı şiirleriyle hicveden ve İslam’ı kötüleyen Mekkelilerden bazıları öldürüldü. İbn Zibara ve Hubeyre gibileri ise canlarını kurtarmak için kaçtılar. Eğer sağ kalmak istiyorsan Allah Rasûlü’nün yanına gel. O, yaptığına pişman olup tevbe ederek yanına gelen kimseyi öldürmez. O, mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir. Bu mektubumu alır almaz sen de Müslüman ol yahut başını alıp nereye gidersen git.”
PİŞMANLIK VE TEVBE
Ka‘b bin Zuheyr, kardeşinin mektubunu alır almaz içinde tarifi imkânsız fırtınalar koptu. Peygamber’in onun hakkındaki hükmü işitildiğinde kabilesi içinde bile, “Ka‘b artık ölü biri sayılır.” dedikoduları yapıldığını işitmeye başlamıştı.
Ka‘b ölümden korkmuyordu. Onu asıl etkileyen ve göğsünde iman kıvılcımının çakmasını sağlayan şey, insanların İslam’a ve Onun Peygamberi’ne olan gönülden bağlılıkları, Onun için her zorluğa, kötülüğe göğüs gerebilmeleriydi.
Bu nasıl bir güçtü ki, kardeşi kardeşten ayırabiliyor, uğrunda insanlar can alıp can verebiliyordu. Oysa kendisi yaşantısında, insanlar arasında çıkar ilişkilerinden, kibir ve azametle altınları, kadınları ve evlatlarıyla sosyal statü sahibi olma çabalarından başka bir şeye şahit olmamıştı.
Kendisi bile şiirlerinin Kâbe duvarında asılmasıyla gurur duyar, dilden dile söylenip ezberlenmesiyle mutlu olurdu. Oysa şimdi her şeyi anlıyordu. Hakikat çok başkaydı. Hakikat, bu dünyada şimdiye kadar gördüğü her şeyin ötesiydi. Hakikat, İslam’dı.
Nihayet nâdim olup tövbe etmeye karar verdi. Bunu yaparken de sözleriyle incittiği Peygamber’in gönlünü almayı istiyordu. Bir plan yaptı ve bir gece gizlice Medine’de yaşayan bir arkadaşının evine geldi.
Ertesi sabah Peygamber’in, mescitte olduğu bir saatte, tanınmamaya özen göstererek içeri girdi ve ashâbıyla sohbet etmekte olan Allah Rasûlü’nün önünde diz çökerek, “Ey Allah’ın Peygamberi! Ka‘b bin Zuheyr, tevbe etmiş ve Müslüman olarak huzurunuza gelmek istiyor. Ben onu size getirsem, ona emân verir, tevbesini ve Müslümanlığını kabul eder misiniz?” diye sordu.
Onun kapısına emân dileyerek kim gider de hayır yanıtı alırdı ki? Rahmet ve şefkat önderi, “Evet.” cevabını verdi. Bunun üzerine Ka‘b, elini Allah Rasûlü’nün eline uzatarak şehadet getirdi:
“Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki Muhammed Onun Rasûlüdür.”
Rasûlullah ve ashâbı hayretler içindeydi. Olan bitene anlam vermeye çalışırlarken Efendimiz (s.a.v), “Sen kimsin?” diye sordu. Ka‘b, “Ben Ka‘b bin Zuheyr’im ya Rasûlallah. diye cevap verdi.
Tam o anda ashâb-ı kirâm’dan biri hışımla ayağa kalkarak haykırdı:
“Ey Allah’ın Rasûlü! İzin ver de Allah’a ve Peygamberi’ne düşmanlık yapan şu kimsenin boynunu vurayım.”
Rahmet ve şefkat önderi, ashâba şöyle buyurdu: “Bırakınız onu! O şimdiye kadar içinde bulunduğu durumdan nedamet duymuş ve Hakk’a dönmüş bir kimse olarak buraya gelmiştir.”
İşte tam o anda, gönlü parıldayan, gözleri yaşlarla dolan Ka‘b bin Zuheyr (r.a), yeryüzünde bir insanın alabileceği en kıymetli hediyeyi almasına vesile olacak “Banet Suadü-Sevgili Uzaklaştı” dizeleriyle başlayan o meşhur şiirini okumaya başladı:
“Haber geldi: “Peygamber, seni öyle bir cezaya çarptıracak ki!”
Siz bilirsiniz hey zavallılar! İşte Onun kapısındayım, yüreğimde sonsuz bağışlanma ümidi.
Ondan özür dilemeye geldim, af istemeye geldim;
Çünkü o sırrı bilendir, kabul edicisidir mazeretlerin, affedenlerin en affedicisi
İçi hidayet öğüdü, en yüce gerçekle dolu Kur’ân’ı
Sana armağan eden Allah için ver bana bir savunma mühleti.
Bakma ve zaten bakmazsın sözlerine beni kıskananların
Senin hükmün onlara değil, Hakk’a ayarlı ve ben de suçluyum belki.
Burada beni ancak Allah’ın buyruğuna bağlı Peygamber affı kurtarır
Ben de onun hüküm ve adaletine uzatıyorum işte sağ elimi…”
Nebîler Nebîsi bu uzun şiiri kâh mahzun, kâh mütebessim dinlediği sırada, işittiği dizeler kalbindeki hüznü alıp götürüverdi. Öyle ki bu tevbekâr şaire, o sırada omuzlarında durmakta olan hırkasını çıkartarak giydirdi.
O gün, bir şair; yeryüzünde herhangi bir yarışmadan kazanabileceği en büyük ödülden daha büyük ve kıymetli bir ödülle taltif edildi. Peygamber’in hırka-i saadetine mazhar olan dizelerse artık “Kasîde-i Bürde” yani “Hırka Kasîdesi” olarak anılacaktı.