İçeriğe geç
Anasayfa » HOŞÇA BAK ZÂTINA!

HOŞÇA BAK ZÂTINA!

Şeyh Gâlib’in;

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

(Kendine dikkatlice bak; sen âlemin özüsün. / Sen varlıkların gözbebeği olan insansın) meşhur beyti insanlığın Deizm, Ateizm, Materyalizm, Agnostisizm gibi türlü buhranlarla sarsıldığı günümüzde bizlere bir çözüm yolu gösteriyor, kurtuluş reçetesi sunuyor. Bir bakıma bu dizeler, insanın sık sık kendine sorduğu ve çoğu zaman da dünya gaileleri içerisinde kaybolduğundan gerçek cevabını bul(a)madığı; “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorusuna cevap aramaktadır.

Binaenaleyh insan doğduğundan itibaren hep arayış içerisinde olmuştur. Bunun neticesinde Rabbini bulma başarısı gösteren aydınlanarak kurtulmuş, aksi ise karanlıklar içerisine yuvarlanarak perişan olup gitmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de geçen İbrahim aleyhisselâm’ın tecrübesi böyle bir arayışın canlı misalini teşkil eder. Sırasıyla yıldız, ay ve güneşi gözüne kestiren Hz. İbrahim bunların bir bir batması neticesinde tek ve yegâne Rabbini bularak “Şüphesiz ki ben, bir müvahhid olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a yönelttim. Ben müşriklerden değilim.[1] deme başarısı göstermiştir. Öyleyse gerçek sahibimizi bulabilmenin yolu nedir?

Halk arasında hadis olarak şöhret bulmuş, gerçekte büyük sûfîlerden Yahya b. Muâz er-Râzî veya meşhur mutasavvıf Ebû Saîd el-Harrâz’anisbet edilen “Kendini bilen Rabbini bilir.” meşhur sözü, bu iş için aslında çok uzağa gitmeye gerek olmadığını bize ifade ediyor. O da “kendini bilmek” ifadesinde yoğunlaşıyor. Yani varlığını sorgulayan, onun nereden geldiğini, niçin yaratıldığını kavrayarak hakiki sahibi olan kâdir-i mutlak Cenâb-ı Hakk’a ulaşır. Zira Allah Teâlâ, insanı kendisine kulluk etmesi için zât-ı ilâhîsini tanımasına yardım edecek hal ve sıfatlarla donatmak suretiyle en güzel şekilde yaratmıştır. İşte kendisine dönen insan, güç ve kuvvetinin ne kadar sınırlı olduğunu fark edip Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretini bilip kendi acziyetini idrak eder. Bu bir bakıma insan için “haddini bilmek” manasına gelir. Yine nefsine kuvvet, irade, kelam, hayat, havâss-ı hamse gibi medhe layık onca sıfatlar lütfedip onu bir yaratılış bediası kılan Rabb’inin kemalinin kim bilir ne kadar yüce olduğunu tefekkür ederek yaratanına olan hayranlığı katbekat artar ve imanı kuvvet kazanır.

Peygamber x Efendimiz bir gün ashâbına şöyle buyurdu:

“Bir adam bir ineği götürürken üzerine bindi. İnek adama bakıp dile geldi ve:

– Ben bunun için yaratılmadım, ben ziraat için yaratıldım, dedi.

İnsanlar hayret ve korku ile:

Sübhânallah, konuşan bir inek hâ, dediler.

Fahr-i Kâinât x Efendimiz, ilk bakışta akla zıt gibi görülen hususlarda bile sahâbenin kendisine bağlılık ve itimat halini dile getirmek üzere:

– Buna ben inanırım, Ebû Bekir ve Ömer de inanırlar, buyurdu.[2]

İşte kendisini bilen ve tanıyan bir kimsenin nefsinin ve şeytanın iğvâlarına maruz kaldığında rahatlıkla “Ben bunun için yaratılmadım!”deme iradesini göstereceği ve fıtratının doğrultusunda hareket edeceği muhakkaktır. Çünkü o, nereden geldiğini ve nereye gittiğini çok iyi bilen başka bir ifadeyle yolculuğunun anlamını gerçekten kavrayan güzel bir kul olmuştur artık. Böyle bir kimsenin de dünya-ahiret dengesini hakkıyla kurup yaratıcısına kullukta yüksek performans göstereceğine hiç şüphe yoktur.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık insanın konumuna atfen onu yeryüzünün halifesi kıldığını belirtmekte, “Sizi yeryüzünün halifeleri yapan O’dur[3] buyurmaktadır. İslam’ın, insanı bu yüksek mevkie oturtmasına karşılık Avrupalıların onu, Darwin, Marks ve Freud’un tesiriyle bir hayvan olarak ele aldıklarını görüyoruz. Onların nazarında insan, ibadet hayatına varıncaya kadar maddecidir. Dünyayı ve kâinatı devamlı bir çatışma ve çarpışma içinde görür. Sorumsuz veya düzensiz bir hürriyeti benimseyip başkalarının mahvına sebep olsa dahi yalnızca kendi hayatını, kendisi için yaşar. Yine o, değerlerini, örneklerini kendi içinden (nefsinden) veya Freud’un üst benlik dediği seviyeden alır. Böyle bir insan telakkisinin sürekli problem üreteceği hem kendine hem de insanlığın başına bela olacağı açıktır ve nitekim bunun canlı misalleri günümüz dünyasında açık ve net bir biçimde görülmektedir. Zira onlar insanın fizikî/maddî yapısıyla ilgilenerek onu dünyevî haz ve zevklerin esiri haline getirmişlerdir. Oysa İslam, insanın fizikî yapısından ziyade, rûhî ve psikolojik yapısıyla davranışlarını dikkate almış ve onu bu şekilde eğitip yetiştirmiştir.

İşte tasavvuf, insana kendini kendinde buldurma yolu olarak karşımıza çıkıyor. Tasavvuf, insanı rûhî yönüyle ele almış ve onu rûhî olgunluğa erdirmeyi gaye edinmiştir. Tasavvufî terbiyede ruhun kesiften latife doğru zorlu bir yolculuğu söz konusudur. Bu yolculukta ruh her bir merhale kat edişinde Allah ile arasındaki perdelerden biri kalkar ve neticede arada hiçbir perde kalmaz. Bu mertebeye ulaşan ruh, dünyaya gelmeden önceki safiyetini tekrar kazanır ve Hakk’ı yakinen müşahede eder. Böylece insan, hedeflenen kemal noktasına eriştirilerek insan-ı kâmil elde edilmiş olunur (Göktaş, 301-302) ki Şeyh Gâlib’in yazımızın başında zikrettiğimiz dizeleri de buna vurgu yapmaktadır. Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy da

“Senin bir nüsha-i kübrâ-yı hilkât olduğun elbet

Tecellî etti artık, dur düşün öyleyse bir hükmet

Nasıl olmak gerektir şimdi ef’âlin ki hem gayen

Behâim olmasın kadrin melâikten muazzezken”

diyerek bu hususu pek güzel ifade etmiştir.  

 Netice itibariyle günümüzde ciddi bir buhran yaşadığımız ortadadır. Bu kriz maddî olmaktan öte rûhî/manevîdir. Büyük özenle hayata hazırlamaya çalıştığımız istikbalimiz olan nesillerimizi kaybetme veya en azından ciddi fire verme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Sadece çocuklarımız mı? Bundan hepimizin bir şekilde etkilendiği anlaşılmaktadır. Bilhassa dinî eğitim yapan okullardaki gençlerde görülen dinden uzak fikir ve yaşantılar, tehlikenin evimizin içerisine kadar girdiğine işaret etmektedir. “Bana ne? Benim çocuğum iyi.” diyecek pozisyonda değiliz. Çünkü bu hepimizin problemidir. O halde çözümler üretmeli ve bu krizi bitirecek metot ve anlayışlar geliştirmeliyiz. “İnsanın kendini kaybetmesi” diyebileceğimiz bu savrulmada onu, kendisini bulduracak düşüncelere sevk etmekle ancak bu buhrandan çıkılabileceğimizi düşünüyorum. Buna az veya çok hepimiz muhtacız. Zira iyi bir Müslüman olmanın yolu bu muhasebeyi gerçek manada yapmaktan geçiyor. O da kendini bilmektir.

Zira kendini bilen Rabbini bilir.       

KAYNAKÇA

Çantay H. Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İstanbul 1984; Müslim, Sahih, Kahire 1412/1991; Göktaş Mehmet, “Şeyh Galip’in ‘Hoşça Bak Zatına Kim Zübde-i Âlemsin Sen’ Mısraı Bağlamında İnsanın Mahiyetine Dair”, Erzincan Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt-Sayı: 11-2, Yıl: 2009.


* Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

[1] En‘âm 6/79.

[2] Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 13.

[3] En‘âm, 6/165; Yûnus, 10/14.