İçeriğe geç
Anasayfa » HÜKÜM VERME MERCİ‘İ OLARAK SÜNNET

HÜKÜM VERME MERCİ‘İ OLARAK SÜNNET

Muhterem Hocam, bir Müslüman için akaidde Rasûlullah’a imanın yeri nedir? Ne anlam ifade eder?

Bismillahirrahmânirrahîm

Elhamdülillâhi rabbi’lâlemîn ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sahbihî ecmaîn.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz Hazretleri bir bütünün içerisinde, peygamberler bütünü içerisinde önemli bir yeri ihraz etmektedir. Bir kere imanın şartlarından biri peygamberlere imandır. Bütün peygamberlere iman etmek imanın şartındandır, imanın olmazsa olmazıdır. Bütün peygamberlere iman etmekle birlikte içerisinde bizim tâbi olmakla mükellef olduğumuz, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizdir. Ona verilen, indirilen vahiy önceki bütün vahiyleri kendi içinde barındırmaktadır. Bu ümmete, kıyamete kadar gelecek ve yaşayacak olanlara lazım olan hususlar Rasûlullah (s.a.v)’a Allah Teâlâ tarafından bildirilmiştir. Bu bildirilenlerin bir kısmı Kur’ân-ı Kerim’de mevcut olanlardır, bir kısmı da Kur’ân-ı Kerim’in haricinde ama Kuran’ı Kerim’e açıklık getirecek mahiyette olanlardır. Bunlar Kur’ân-ı Kerim’in mücmelini mufassal hale getiren vahiydir ki, hadis-i şeriflerdir. Hadis-i şerifler -hâşâ- Kur’ân-ı Kerim’in eksiğini tamamlayan unsurlar değildir. Kur’ân-ı Kerim’i Allah Teâlâ tamamlamıştır. Ama Kur’ân-ı Kerim’de mücmel olan yani kısa ve öz verilen bilgiler vardır, bu öz verilerin, bilgilerin açılımını biz sünnette bulmaktayız. Birinci derecede oradan araştırıyoruz.

Belki bu konulardan önce vahiy mevzuunu ele almamız gerekir.

Vahiy nedir?

Allah Teâlâ’nın insanlar arasından seçmiş olduğu has ve temiz kullarına bilgiyi ulaştırmasıdır vahiy. -Şer‘i bir anlamda söylüyorum bunu, lügat bakımından farklı anlamlar ifade eder.-  Bu, hiç vasıta olmaksızın direkt gerçekleşebilir. Allah Teâlâ o seçtiği kulun kalbine indirir bilgiyi. Böylece o da bunun Allah’tan olduğunu bilecek şekilde bunu telakki eder. Bir melek vasıtasıyla da gelebilir vahiy. Bu işin aracılığını yapan Cebrail Aleyhisselam’dır. Veya bizzat Allah Teâlâ kendisi perde arkasından yani gözükmeden, zâtını göstermeden, perde arkasından peygamber olarak seçtiği zatlarla konuşur. Kur’ân-ı Kerim’de bu aşamalar şöyle anlatılıyor:

“Kendisiyle Allah’ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip Kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, Yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şûra, 42/51)

Sırayı takip edersek; vahiy göndererek, perde arkasından konuşarak veya elçi göndererek Allah Teâlâ tebliğ eder. Ve o tebliği alan, o vahyi alan peygamber de tebliği başkalarına ulaştırır. Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen, kesin olarak bildiğimiz yirmi beş peygamber vardır. Üç tane daha isim geçiyor Kur’ân-ı Kerim’de. Bazılarına göre isimleri zikredilen bu kimseler, rasûldür. Bazılarına göre de evliyâullahtan zatlardır. Eğer onları da peygamberler arasına katarsak Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen peygamber sayısı yirmi sekiz olur. Râsûlullah (s.a.v)’a rasûllerin sayısının ne kadar olduğu sorulduğunda, üç yüz on küsurdur, diyor. Nebilerin sayısı sorulduğunda ise yüz yirmi dört bin ifadesi de geçiyor,  iki yüz yirmi dört bin ifadesi de geçiyor. Arada büyük bir sayı farkı var, yüz bin fark ediyor. Onun için İslam âlimlerimiz diyorlar ki, sayı vermemek daha uygun olur. Çünkü sayı verdiğiniz zaman eğer verdiğiniz sayı gerçekte olandan bir tane fazla ise dahi siz peygamber olmayan birisini peygamber kabul etmiş olursunuz. Bir eksik olursa da bir peygamberin peygamberliğini kabul etmemiş olursunuz. Onun için sayı vermeden, ilk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâm ve son peygamber Muhammed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm, bunların arasında ne kadar peygamber gelip geçti ise hepsine biz iman etmişiz, elhamdülillah.

Şuraya gelmek istiyorum esasen: Yani bu kadar sayıda peygamber gönderilmiş olmasına rağmen kendilerine kitap verilen Peygamberlerin sayısı bildiğimiz kadarıyla, yüz dörttür. Bunlarda da taksimata girdiğimiz zaman dört tane büyük kitap. Musa aleyhisselâm, Davut aleyhisselâm, İsa aleyhisselâm ve Muhammed aleyhissalâtü vesselâm. Geriye kalan yüz sayfayı taksim ettiğiniz zaman Şit aleyhisselâm, İbrahim aleyhisselâm, Âdem aleyhisselâm, İdris aleyhisselâm şeklinde görüyoruz. Yüz sayfa, dört peygambere, büyük kitaplar da dört peygambere; yani kendine kitap verilenlerin sayısı toplam sekiz tane oluyor. Diğerlerine kitap verilmediği halde Allah onlara da vahyini ulaştırmıştır. Dolayısıyla bizim, vahyi sadece kitaba münhasır görmemiz yanlış olur. O zaman vahyi biz sadece sekiz peygamberle sınırlandırmış oluruz, eğer kitaba bağlı tutarsak onu. Hâlbuki öyle değildir. Allah ne kadar peygamber göndermişse hepsine vahyetmiştir. Kur’ân-ı Kerim, vahiydir. Kesinlikle baştan sonuna kadar vahiydir. Kur’ân-ı Kerim’in dışında sünnet de vahiydir. Önceki peygamberlere Allah Teâlâ nasıl vahyetti ise Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’a da vahyetmiştir. Allah (c.c), Peygamber Efendimize hem kitap vermiştir, hem de kitabın dışında Ona vahyini sürdürmüştür. Diğerlerinde de aynıdır. Mesela:

“Nuh’a, ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, evlatlarına, İsa’ya, Eyyüb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyeylediğimiz ve Davud’a Zebûr verdiğimiz gibi (Habîbim) şüphesiz sana da vahyettik biz.”[1]

Nuh aleyhisselâm’a kitap verildiği kaynaklarda geçmiyor. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’de, “Nuh’a… vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.” diyor Allah Teâlâ. Demek ki Rasûlullah aleyhisselâtü vesselâm için genel anlamda açık bir vahiy kapısı vardır. Buradan iki şey sudur ediyor. Birisi Kur’ân-ı Kerim, diğeri de sünnet-i nebevî.

Benzer âyet-i kerimelerle kıyasladığımız vakitte şu âyet-i kerime burada önemli bir konuyu ortaya çıkarıyor: “Deki Allah’a itaat edin ve Rasûle de itaat edin.[2] Burada iki ifade birbirine vav-ı âtıfe ile bağlanıyor, biliyorsunuz. Şimdi buradan şu akla gelebilir belki: Rasûl, Allah’ın dediklerini, buyurduklarını söylediği müddetçe ona itaat edin. Böyle anlaşılabilir bu. Ama diğer bir âyet-i kerimede, “Allah’a itaat edin ve Rasûle de itaat edin ve muhalefet etmekten sakının.”[3] buyuruyor Allah (c.c). Burada “اَطِيعُوا”(İtaat edin) emri tekrar ediyor. Bu emrin tekrar etmesinden İslam âlimleri şunu ortaya çıkarıyor ve söylüyorlar: ““اَطِيعُوا اللهَ فِي كِتَابِه” (Kitabında Allah’a itaat edin), “واَطِيعُوا الرَّسُولَ فِي سُنَّتِه”  (Rasûl (s.a.v)’e de sünnetinde itaat edin). Allah’a itaat, mükellef olduğumuz bir görevdir. Kur’ân-ı Kerim’in bütünü olarak sünnet de ondan geldiği için Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz Kur’ân-ı Kerim’in dışında bir şey beyan ederse o da Allah’tandır, ona da itaat edin.

Yemen’e vali olarak tayin edilmesindeki olayda Muaz bin Cebel (r.a) ile Peygamber Efendimiz (s.a.v) arasında geçen konuşma burada çok önemli bir gerçeği ortaya koyuyor.

Ey Muaz, gidiyorsun. Şimdi neyle hükmedeceksin?” diye soruyor Rasûlullah Efendimiz (s.a.v). Muaz (r.a) diyor ki: “Allah’ın Kitab’ı ile hükmedeceğim.” Efendimizin, “Allah’ın Kitab’ında bulamazsan ne yapacaksın?” sorusu üzerine Muaz (r.a), “Rasûlünün sünnetiyle hükmedeceğim.” şeklinde cevap veriyor.

Demek ki Rasûlullah (s.a.v)’ın sünneti teşri‘ kaynağıdır, hüküm koyma kaynağıdır. Hüküm vermede merci‘dir, başvurulacak kaynaktır.

Peki, Allah’ın Rasûlünün sünnetinde de bulamazsan ne yapacaksın?” diye sorunca Rasûlullah Efendimiz, “O zaman re’yim ile içtihat edeceğim. Gayretimden hiçbir şeyi eksik bırakmayacağım.” diyor Muaz bin Cebel (r.a).

Yani önce Kur’ân-ı Kerim’i dikkate alacağım, onda bir eksiklik bırakmayacağım, cevabı onda bulamazsam sonra Rasûlullah’ın sünnetini dikkate alacağım, onda bir eksiklik bırakmadan gözden geçireceğim. Orada da bulamazsam, Kur’ân-ı Kerim’in ve Rasûlünün sünnetinin doğrultusunda olmak kaydıyla içtihat edeceğim, diyor. Böylece İslâmî meselelerde, İslâmî hükümlerde iki temel kaynak olduğu ortaya çıkıyor. Ve bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz, Onun sırtını sıvazlayarak, “Rasûlünün elçisine doğruyu bulmaya hidâyet eden Allah’a hamdolsun.” diye hamd ve senada bulunuyor. Bu cevabı doğru buluyor yani.

Demek ki birinci derecede müracaatımız Kur’ân-ı Kerim’edir. İkinci derecede Rasûlullah’ın sünnetinedir. Sonra icmâ ve içtihat. Biz bu kaynakları her zaman dikkate almak durumundayız. Hiç kimse bırakın sünneti, icmâyı bile atlayamaz. Eğer bir konuda icmâ edilmiş ise o bir hüccettir. Dinde bir hüccettir. Hadislerle sabit olduğu gibi, icmâ ile farz veya haram bile sabit olur. Bunda bir şüphemiz yok. Bazıları şüphe ediyor veya şüphe saçıyorlar. Sünnetle farz sabit olduğunda veya sünnetle haram sabit olduğunda hiçbir şüphemiz olmadığı gibi icmâ-ı ümmetle yani ashab-ı kiram ile başlayıp tâbiînin ve sonraki kuşakların icmâı ile de farzın veya haramın sabit olabileceğinde şüphemiz yoktur. Dolayısıyla üçüncü derecede ki kaynağımız icmâdır ve içtihattır. Çünkü icmâında kaynağı içtihadın da kaynağı Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlullah’ın sünnetidir.

Kur’ân-ı Kerim’den ve Rasûlullah’ın sünnetinden kaynaklanan icmâ bizim için bağlayıcıdır ve hüccettir. İslam âlimleri bunu şu âyet-i kerimeden de çıkarıyorlar: “Allah’a itaat edin, Allah’ın Rasûlüne de itaat edin ve sizden olan ulu’l-emr’e de itaat edin.[4] Ulu’l-emr,  genellikle yöneticiler olarak izah ediliyor. Fakat bunun daha derin anlaşılması gereken yönü, ulu’l-emr demek içtihat seviyesine gelmiş ilim sahipleri demektir. Ki yöneticiler de onlara tâbi olmakla mükelleftir. Onların dedikleri doğrultusunda hareket etme durumundadır. Yani siyasetçi, dini bilmediği takdirde birçok noktada veya birçok dönemde yanlış karar alabilir. Ama ulu’l-emr yani ulu’l-ilm olanlar, müçtehit derecesinde olanlar, yanlış yapmamanın gayreti içerisindedirler Allah’a ve Rasûlullah’a karşı. Dolayısıyla onlara itaat etmek, yöneticilerin, siyasetçilerin de görevidir. Hem Allah’a itaat, hem Rasûlüne itaat, hem de ulu’l-emre itaat… Eğer ulu’l-emr ifadesini yönetici olarak alırsak, izahı şu şekilde olur:  O ulu’l-emr, Allah’a ve Rasûlüne itaat ettiği müddetçe ona itaat edin. Eğer bu ifadeyi ilim sahipleri, müçtehit imamlar manasında alırsak, bu şu manaya gelir: Bu kimseler, Kur’ân-ı Kerim’e ve Rasûllulah’ın sünnetine bağlı hüküm verdikleri müddetçe onlara itaat edin.

Başka bir âyet-i kerimede “Kim, Rasûle itaat ederse o gerçekten Allah’a itaat etmiştir.[5] buyruluyor. Allah (c.c), Rasûlullah’a itaati kendisine itaat sayıyor. İtaatin dinimizdeki yerini, başta Rasûlullah’a itaatin dinimizdeki yerini böyle özetleyebiliriz.

Muhterem Hocam, “Sünnet, Kur’ân eksik olduğu için değildir. Kur’ân’ın mücmelini mufassal hale getiren bir vahiydir.” şeklinde bir ifadeniz oldu. Bu noktayı biraz daha açabilir misiniz? Sünnetin, Kur’ân-ı Kerim karşısındaki konumu nedir? “Sünnet vahiydir.” dediniz bugün bazıları, sünnetin, dinin aslından olmadığını, dinin kaynağı mahiyetinde olamayacağını iddia ediyorlar. Bunlara karşı ne dersiniz?

Bu, bilinçli olarak veya bilmeden yapılmış yanlış bir tespittir. Kur’ân ve sünnet birbirinden ayrı iki kaynak değildir. Bunlar vahiy olması itibariyle tektir. Kur’ân-ı Kerim’in kaynağı da sünnetin kaynağı da Allah Teâlâ’dır. “Zikri Biz indirdik, Onu biz muhafaza edeceğiz.[6] buyuruyor Allah Teâlâ. Burada Kur’ân-ı Kerim ifadesi geçmiyor, zikir ifadesi geçiyor. Zikir nedir; Kur’ân-ı Kerim zikirdir. Yine Kur’ân-ı Kerim’deki ifadeyle sünnet de zikirdir: “Biz sana, zikri inzal ettik, insanlara kendilerine indirileni beyan edesin, açıklayasın diye.[7] Biz sana zikri indirdik, yani sünneti indirdik; insanlara indirilen Kur’ân-ı Kerim’i onunla beyan edesin diye, açıklayasın diye. Dolayısıyla kaynak tektir. Vahyin tezahür eden iki unsuru vardır. Birisi Kur’ân-ı Kerim’dir, diğeri de sünnettir. Hepsi de Allah’ın indirmesidir. Dolayısıyla sünnet ile Kitab arasında bir çelişki yoktur. Birçok konuda ne diyoruz biz; bu Kitab’la, sünnetle sabittir. Mesela; namazın farz oluşu; Kitab’la, sünnetledir. Cuma namazı için de öyle diyoruz. Yani burada, hem Kitab devrededir, hem sünnet devrededir.

Hocam öyleyse “Bir hüküm neden Kur’ân’da geçmez de hadis-i şeriflerde geçer? Bu, Kur’ân’ın eksikliği midir -haşa-?”

Hayır. Onu biz yönlendiremeyiz. Allah’a din öğretmek kimsenin haddine değildir. Allah nasıl murad ederse o şekilde hükmeder. “وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ” (Allah Teâlâ neyi dilerse onu hükmeder). Allah Teâlâ bir şeyi Kur’ân-ı Kerim’de mücmel olarak ifade ettikten sonra Peygamberine (s.a.v), bunun detayı şudur, diyebilir. Hiçbir mahsuru yoktur böyle olmasının. Kur’ân-ı Kerim, ümmü’l-kitaptır, ana kitaptır. Her detay, Kur’ân-ı Kerim’de olsaydı ciltler dolusu olurdu Kur’ân-ı Kerim. Dolayısıyla Allah Teâlâ bir mücmel kitap koymuştur ortaya. Bazen kendi içinde mufassaldır. Bazı yönleriyle sünnetle mufassaldır. Âyet-i kerimede mufassal ifadesi, Kur’ân-ı Kerim’le sınırlı değil. Tafsil edilmiştir Kur’ân-ı Kerim. Ya kendi içinde tafsil edilmiştir. Bazı âyetler böyledir. Bir yerde mücmel olarak geçen âyet-i kerime başka bir yerde daha detaylı geçmektedir. Ya da bazılarını sünnetle tafsil etmiş olur Allah Teâlâ. Ona da karışamayız biz. Yani bu kadar önemli bir mesele neden Kuran’da yok? Onu biz sorgulayamayız ki. Onu nasıl beyan etmek murad etti ise Allah Teâlâ öyle yapar. Murad ettiğini O gerçekleştirir. Bizim tâbi olmak zorunluluğumuz vardır. Sorgulamak sorumluluğumuz yok. Niye öyle, niye böyle? Bu bizim işimiz değil. Hikmetini ararız. Ama sorgulamayız, sorgulayamayız.

Allah (c.c), bildirmeyi murad ettiği şeylerin bir kısmını Kur’ân-ı Kerim’de beyan etmiştir, bir kısmını daha detaylı olarak sünnette beyan etmiştir. İşte zekâtın verilmesi gibi mesela. Kur’ân-ı Kerim’de zekâtın hesaplanmak yönü diye bir şey yok. Emir var: “Namazı doğru kılın ve zekâtı verin…”[8] Namaz nasıl doğru kılınır?

Rasûlullah (s.a.v) ölçüsünü koyuyor ve buyuruyor ki: “Beni nasıl namaz kılar gördüyseniz öyle namaz kılın.” Demek ki bunun fiilî uygulaması Rasûlullah’ın uygulamasında vardır. İşte Rasûlullah (s.a.v), aradan çıkarılırsa o zaman Hristiyanlıktaki namaza dönüşüyor.  Aslında Yahudilikte de Hristiyanlıkta da namaz vardır ve belli erkân ile yapılır. Onlarda da öyledir; yani rükû ve secdeli bir namaz. Onlarda da öyledir, bizde de öyledir. Ama onlar bunu tahrif etmişler. Bugün bazılarının İslam içinde yapmaya gayret gösterdiği gibi: “salat” kelimesinin içinden çıkan bir anlam da dua etmektir. Ha, demek ki dua da yeterlidir, demişlerdir. Hristiyanlık dünyasında bugün namaz yerine dua yapılmaktadır. Birkaç tane Yehova Şahidi gelmişti bize Hollanda’da. Onlara sordum: “Siz, Allah’ı seviyoruz, diyorsunuz. Peki, sevdiğiniz Allah’a ibadet olarak ne yapıyorsunuz?” Birbirlerine baktılar, düşündüler, düşündüler ve bir şey bulamadılar, “Yemekten önce dua yapıyoruz.” dediler sadece. Sadece dua ediyorlar; o da yemekten önce yaptıkları dua. Demek ki namazı indirmişler, indirmişler buraya kadar getirmişler.

Geçen bir televizyon programında soru-cevap faslında birine soruyor kadın: “Hocam, Kur’ân’da namaz var mıdır?” Diğeri cevaplıyor: “Vardır, ama bugün kılınan namaz değildir.” “Peki, nasıldır?” diye sorunca, “Bu, akılla kılınan namazdır, düşünerek kılınır. Dolayısıyla bunda abdest de şart değildir.” cevabını veriyor. İfade aynen böyle. Gerektiğinde abdestsiz de olabiliyor. Böyle bir anlayış yani. Batı toplumunda dini indirdikleri seviyeye İslam’ı da indirme gayretinin bir tezahürüdür bunlar. Bundan dolayı sünnet, Kur’ân-ı Kerim’in korunmasında bir zırhtır, olmazsa olmazdır. Sünneti devre dışı bırakmak isteyenlerin gayreti Hristiyanlıktaki bir ibadet anlayışını topluma empoze etmek üzerinedir.

Evet, gelelim yine bıraktığımız yere Kur’ân-ı Kerim’de namaz onlarca kez zikrediliyor, emrediliyor. Zekât da aynı şekilde onlarca kez zikrediliyor, emrediliyor. Ama bunun nasıl yapılacağını Allah Teâlâ, Peygamber Efendimize bırakıyor. Bakın, buraya ışık tutacak bir şey söyleyeceğim size: Rasûlullah buyuruyor ki: “Allah (c.c), miras taksimini Peygambere bırakmadı, kendisi taksim ediyor.” Kur’ân-ı Kerim’de miras konusunda verilen detay diğer hususlarda yok. Allah Teâlâ, Rasûlullah’a bırakmadı mirasın nasıl taksim edileceğini, kendisi Kur’ân-ı Kerim’de beyan etmiştir. Mesela, miras detayını namazda bulamıyoruz, zekâtta bulamıyoruz, oruçta bulamıyoruz, hacda bulamıyoruz. Ama Rasûlullah Efendimiz, namaz için “Beni nasıl namaz kılar gördüyseniz öyle namaz kılın.”;  hac için, “Haccınızı nasıl yapacağınızı benden öğrenin, benden alın.” diyor ve ashab-ı kiram, Rasûlullah Efendimizi hacda takip ediyor, taklit ediyor. Onun gibi yapıyor ve Onun gibi nasıl yapılacağını da naklederek bize kadar intikaline vesile oluyorlar. Allah hepsinden razı olsun.

Muhterem Hocam, bu durumda, Peygamber Efendimizin, Kur’ân-ı Kerim’i açıklayıcı olması gibi teşri‘ yönüyle de dinde asıl olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, onda hiç şüpheniz olmasın, Benim hiç şüphem yok. Rasûlullah’ın sünneti, teşri‘ kaynağıdır. İbadette kaynak olduğu gibi hüküm koymada da kaynaktır. Uygulamaları vardır Rasûlullah’ın. Yine Kur’ân-ı Kerim’de buyuruluyor: “Eğer (peygamber söylemediğimiz) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, isnat edecek olsaydı, biz onu yakalardık, gücümüzle kuvvetimizle yakalardık. Onun can damarını, şah damarını koparırdık,  sizden hiç kimse de bu yapacağımız, uygulayacağımız cezayı ondan giderme gücüne sahip değildir.[9] Rasûlullah (s.a.v)’ın yaptığı uygulamalar ortada, bunlara karşı herhangi bir ret olmadığına göre bu, Efendimizin teşri‘ yönüne işaret eder.

İki kişi Rasûlullah’a geliyor, içlerinden bir tanesi söz alıyor ve diyor ki: “Ya Rasûlallah! Biz aramızdaki bir meselenin halli için sana geldik, Allah’ın kitabı ile aramızda hüküm ver.” Bakın, çok önemli bir ifade bu; “Allah’ın kitabıyla aramızda hüküm ver.” Rasûlullah Efendimiz, meselenin ne olduğunu sorunca söz alan adam devam eder: “Benim oğlum bu kişinin yanında işçi olarak çalışıyor idi, bunun işçisiydi. Ve bunun hanımıyla zina etti oğlum. Sonra ben yüz koyun vermek şartıyla bununla sulh oldum, barıştık. Fakat ehl-i ilim: “Bu olmaz. Bu zina suçunun cezası var, senin oğluna bu cezanın uygulanması ve bunun da hanımına uygulanması gerekiyor.” dediler. Onun için biz sana geldik ya Rasûlallah! Allah’ın kitabı ile aramızda hüküm ver.” Rasûlullah’ın söze başlarken ifadesi aynen şu şekilde: “Ben şimdi aranızda Allah’ın kitabıyla hükmediyorum. Yüz tane koyun sana iade edilecek, senin oğluna bekâr olduğu için yüz değnek vurulacak ki Kur’ân-ı Kerim’de var bu.” Rasûlullah Efendimiz bu sözlerden sonra sahabe-i kiramdan orada bulunan bir başkasına dönüyor ve “Ey Üneys! Git bunun hanımını konuştur. Eğer zina suçunu ikrar ederse onu recmeyle.” buyuruyorlar. Üneys gidiyor ve kadına soruyor öyle bir fiil yapıp yapmadığını. Kadın, “Evet, yaptım.” diyor. Bunun üzerine kendisinin Rasûlullah tarafından görevli olduğunu ve recmetme emri ile geldiğini söylüyor ve onu recmediyor. Sonra Rasûlullah Efendimize dönüp “Kadınla konuştuk, kadın aynen ikrar etti. Ben de onu recmettim” diyor.

İşte bu, Rasûlullah Efendimizin bir teşrii‘dir. Ve burada Rasûlullah Efendimizin kullandığı ifade çok önemli: “Ben sizin aranızda Allah’ın kitabıyla hükmediyorum.” diyor. Hâlbuki recm konusu Kur’ân-ı Kerim’de geçmiyor. Bu kadar önemli bir mesele Kur’ân-ı Kerim’de niye geçmez, onun sorgulamasını biz yapamayız ki. Allah öyle teşri‘ etmiş, öyle takdir etmiş, böyle hükmetmiştir. Nasıl murad ederse, öyle hükmeder Allah Teâlâ Hazretleri. Bekâr bir kadının veya bekâr bir erkeğin zina etmesi durumunda cezasının yüz değnek olduğunu Kur’ân-ı Kerim’de Nûr Sûresi’nin baş tarafında beyan etmiştir Allah Teâlâ. Evli bir erkeğin evli bir kadınla veya bekâr bir erkeğin evli bir kadınla veyahut evli bir erkeğin bekâr bir kadınla zina etmesi durumunda evli olanın hükmünü de Rasûlullah Efendimiz beyan etmiştir ve bunu da uygularken “Ben Allah’ın kitabıyla bunu yapıyorum.” demiştir. Dolayısıyla bu da Kitab’a dâhildir. Kitab’ın dışında bir şey değildir. Evet, sünnet, Kur’ân-ı Kerim ile beraber teşri‘ kaynağıdır. Kısa ifadesi budur.

Muhterem Hocam, verdiğiniz örnekler üzerinden Kur’ân-ı Kerim’i anlamada, hükümleri yerine getirmede sünnete kesinlikle ihtiyaç duyduğumuzu anlıyoruz. Peki, Kur’ân-ı Kerim’de ifade edildiği üzere Kur’ân-ı Kerim, “Apaçık bir Kitab”dır.” Bu ifadeyi nasıl anlamalıyız?

Kur’ân-ı Kerim, açık ilâhî bir kitaptır, bu doğrudur. “Apaçık” şeklinde meal verilen ifade nasıl geçiyor Kur’ân-ı Kerim’de? Mübîn diye geçiyor. Mübîn kelimesi, kökü itibariyle, ayırma manasına gelir. Yani gerçeklerle gerçek olmayanları ayırıcı manasına kullanılır. Daha çok ism-i fâile ism-i mef‘ul manası vererek “açıklanmış bir kitaptır” şeklinde bir anlam öne sürüyorlar bazıları. Ama o ifadede “açıklayıcı bir kitaptır” demek daha doğru olur. Kur’ân-ı Kerim, beyan edici bir kitaptır. Nasıl beyan ediyor: “Biz sana, zikri inzal ettik, insanlara kendilerine indirileni beyan edesin, açıklayasın diye.[10] Yine İslam âlimlerimiz diyorlar ki: “Burada “zikir”den murad, sünnettir. Bu durumda âyet-i kerime “Biz, sana ‘sünnet’i indirdik ki indirilen Kur’ân’ı ‘sünnet’le izah edesin diye.” anlamındadır.” Dolayısıyla sünnet de Kur’ân’ı Kerim’i beyan etmek için Allah tarafından indirilen bir vahiydir. Sünnetin, Kur’ân-ı Kerim’i beyan etmesi Kur’ân-ı Kerim’in beyan olunmamışlılığını ortadan kaldırır. Demek ki beyan olunmuştur. Neyle beyan olunmuştur: “Zikir”le beyan olunmuştur. “Zikir” nedir: “Sünnet”tir.

Kur’ân-ı Kerim mufassaldır diyen kişiler, bunu izah etmek için bir sürü yazılar yazıyorlar, bir sürü laflar ediyorlar. Madem Kuran’ı Kerim mufassaldır, niye bu kadar şey yazıyorlar, niye bu kadar laflar ediyorlar? Demek ki Kur’ân-ı Kerim’in mufassallığı ya kendi içindedir ya da sünnetle beraberdir. Fazla lafa hacet yok. Öyle Kur’ân bize yeter, deyip bir sürü laf edenlerin iddiaları boş iddiadır. Niye laf ediyorlar? Bırakın millet okusun Kur’ân-ı Kerim’i, bunu tercüme edenler zaten tercüme etmiş, onlar yeterli bulunsun. Niye herkes kalkıp kendi kafasına göre tercüme yazıyor, yine kendi kafasına göre açıklamalar yapıyorlar? Madem Kur’ân-ı Kerim yeter, öyleyse Kur’ân-ı Kerim’i rahat bırakın; herkes okusun, anlasın. Ama bunların maksadı o değil.  Bunların maksadı, Kur’ân-ı Kerim’i tahrif etmektir. Kur’ân-ı Kerim’deki ibadet kavramını tahrif etmektir, ortadan kaldırmaktır.

Muhterem Hocam, bugün bu manada kendilerine saha açıp söylem veya faaliyet geliştiren kimselerin arkasından bakıyoruz ki çok geniş kitleler gidiyor. Bu anlamda fitne tohumları eken kimselere karşı bizlere neler tavsiye edersiniz?

Öncelikle şunu ifade etmek isterim ki tarih boyunca da bu konuda yanlış düşünce sahiplerine rastlamaktayız, ancak o yanlış şeyleri yapanlar da ya Kur’ân-ı Kerim’den veya Peygamber Efendimizin hadislerinden hareket ettiklerini iddia etmişlerdir. Belki dünya tarihi ilk defa bu derece, İslam’a saldırı görüyor. Mesela, Şia’yı düşünün. Şia, hadisleri sadece ehl-i beytin ve saydıkları birkaç sahabenin bildiğini iddia ediyor. Ama sünneti devre dışı bırakmıyor. Keza Hariciler de sünneti devre dışı bırakmıyor. Mesela Mutezile daha çok akla önem veriyor ama sünneti dışarıda bırakmıyor. Yer yer sünnete müracaat ediyor, kaynak olarak gösteriyor. Ama şu anda, Kur’ân yeter, diyen kişilerin yaptığını, geçmiş tarihte görmek mümkün değil, bu ölçüde görmek mümkün değil.

Şimdi, sorunuza dönelim. Bizim tavsiyelerimiz Rasûlullah’ın tavsiyeleri doğrultusunda olabilir ancak. Rasûlullah (s.a.v)’ın birçok ifadelerinden anlaşıldığı şekliyle söyleyelim, belki direkt olarak bu netlikte değil ama genelden çıkarılan, Kur’ân-ı Kerim’de de böyle sünnette de böyle, insanların uyması gereken şey Hak’tır. Hak, insanların hevasına uymaz. İnsanlar, Hakk’a uyarlar, uymak zorundadırlar. Ve herkes gitse de, tek bir kişi olarak kalsa bile Hakk’ın yanında olması gerekir. Hak da Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlullah (s.a.v)’ın sahih sünnetidir. Ve Kur’ân-ı Kerim’den, Rasûlullah’ın sahih sünnetinden kaynaklanan bilgilerdir. Biz bu yolu takip ederiz, Allah’ın izniyle. Bu yolu takip edenler de az değildir, bunu da ifade etmek gerekir. Bugün Kur’ân-ı Kerim’e, Rasûlullah’ın sünnetine tâbi olanların sayısı sayısal olarak diğerlerinden çok çok fazladır; ama son zamanlarda diğerleri biraz gürültü çıkarıyorlar, sesleri daha fazla duyuluyor. Birileri de onlara yardım ediyor bilerek veya bilmeyerek. Medya yardım ediyor, televizyonlarda konuşturuyorlar maalesef. Sesleri dolayısıyla çok çıkıyor ama orada bir gerçek var ki; şu toplum, bu Müslümanlar topluluğu, oturmuş bir yapıya sahiptir; oturmuş yapıda onları reddedenlerin sayısı, kabul edenlerden çok daha fazladır. Ancak boş durmamak lazım. Böyle oturmamak lazım. Böyledir, dedi diye tevekküle işi bırakmamak lazım. Tedbirleri alıp ondan sonra tevekkül etmek gerekir. Bu tedbirler de bildiğimizi ortaya koymaktır. Hangi imkânlarla ve vesileyle olursa olsun bildiklerimizi ve doğruları ortaya koymamız gerekiyor. Bunun için önce kendimiz kabullenip içselleştirmemiz lazım. Sonra da başkalarına, onları imkânlar ölçüsünde, çağın verdiği imkânlar doğrultusunda yapabildiğimizi yapmak, ulaştırabildiklerimizi ulaştırmak gerekiyor. Allah muvaffak etsin deriz Hak yolda olanlara.

Allah razı olsun hocam.

[1] Nisâ, 4/163.

[2] Muhammed, 47/33.

[3] Mâide, 5/92.

[4] Nisâ, 4/59.

[5] Nisâ, 4/80.

[6] Hicr, 15/9.

[7] Nahl, 16/44.

[8] Nûr, 24/56.

[9] Hâkka, 69/44-47.

[10] Nahl, 16/44.