İnsanın güzele olan meyli, bu duygusunu çevresinde bulunan her şeye aktarmasına sebep olmuş, bir yönüyle bütün hayatı bu gayret sarf etmiştir. Yaşadığı mekânını kullanışlı ve güzel yapma arzusu, mimârinin doğuşuna vesile olduğu gibi, giyim kuşam konusundaki gayreti de modanın doğuşuna sebep olmuştur.
Hüsn-i hat, kelime olarak “güzel yazı” anlamına gelmektedir. Istılah olarak ise, İslâm yazısının estetik endişelerle birlikte yazılması anlamına gelmektedir. Arap yazısı başlangıçta çok iptidâi olduğu gibi, hareke ve birbirine benzeyen harf şekillerini ayıran noktalardan da mahrumdur. Bütün bunlar, Arap yazısına sonradan ilâve edilmiştir. İlk iki asırda yazının imlâ gelişimi üzerinde durulmuş, ancak ondan sonra estetik yapısı üzerinde gelişmeler başlamıştır.
Aslında, başlangıcından itibaren yazı estetiği üzerinde durulmuş, basit de olsa bir takım kâideler konmuştur. Hz. Ali (kv), kâtibine “Mürekkebini karıştır, kalemin ucunu uzun tut, satırlar arasında tenâsübe riâyet et.” demek suretiyle yazı ile alâkalı ilk estetik kâidelerini beyan etmiştir.
“Allah güzeldir ve güzelliği sever.” meâlindeki kudsî hadis, insanın eşyaya bakış açısının ne olması gerektiğini ortaya koyan güzel bir tespittir. İnsan hayatında varolan her şeyin güzel olmasına dikkat gösterilmesi, şuurlu insan için gerekli bir hedeftir. Kutsal metin Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygambere ait her türlü hususun tespiti, güzel sözlerin insanlara yazı ile aktarılmasında kullanılan yazıya da, metin kadar özen gösterilmesi Müslümanların hedeflerinden olmuştur.
Yazı, başlangıcından itibaren, nesilden nesle büyük bir dikkat ve gayretle geliştirilerek güzel sanatlar seviyesine yükseltilmiştir. Daha Abbâsîler zamanında İbn Mukle (ö. 328/940) isimli sanatkâr, harf şekillerini belli ölçülere bağladı. Yazıyı düzene koyarken nokta, elif ve daireyi ölçü olarak aldı. Nokta’yı harflerin boyu, elifi dik harflerin boyu, daireyi ise çanak şeklindeki harflerin genişliği için ölçü olarak koydu. Böylece Aklâm-ı Sitte denilen altı çeşit yazıyı (Sülüs, Nesih, Reyhanî, Muhakkak, Tevkii ve Rıkaa’) ölçü içerisine alıp düzene soktu.
İbn Mukle’den bir asır sonra gelen ve aynı yazı ekolünün ikinci temsilcisi İbn Bevvâb (ö. 413/1022), İbn Mukle’nin yazısını geliştirdi ve güzelleştirdi. Aynı ekolden son olarak Yâkut el-Musta‘sımî (ö. 698/1298) isimli hattat, Aklâm-ı Sitte’nin kâidelerini daha bir belirginleştirerek yazıyı güzelleştirmişlerdir.
Bağdat, Abbâsîler’in siyasî hayatlarının bitişi ve Yâkut’un vefatından sonra san‘at merkezi olma özelliğini kaybetmiş, yerini önce Kâhire’ye daha sonra ise İstanbul’a bırakmıştır.
Osmanlı, bütün güzel sanatlara olduğu gibi, yazı sanatına da özel bir ilgi göstermiş, hattatlar, padişahların özel iltifatlarına nail olmuşlardır. Ayrıca Osmanlı padişahları içerisinde bizzat yazı ile meşgul olanlar da çıkmıştır. II. Bâyezid, II. Mustafa, III. Ahmed, II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid ilk akla gelen hattat sultanlardır. Bundan başka, her tabakadan halk, yazıya büyük bir ilgi göstermiştir.
Daha II. Bâyezid zamanında hattat Şeyh Hamdullah (ö. 1520), padişahın da telkini ile Saray hazinesinde bulunan Yâkut yazıları üzerinde çalışarak Aklâm-ı Sitte’de Osmanlı üslûbunu oluşturmayı başarmıştır. Bilhassa Sülüs ve Nesih yazı çeşitlerinde güzellik unsurları Osmanlı’nın bu döneminde ortaya konmuştur.
Harflerin tenâsübü yani ideal ölçüsünün bulunması, kalem hâkimiyeti ve harflerin satıra dizilmesindeki kudret ve kuvvet Osmanlı hat mektebinin önemli hususiyetlerindendir. Harf kenarlarında pürüz bulunmaması yani kalem kuvveti, başarısı, aynı şekilde harflerin satırda diğer harflere yabancı durmaması yazı estetiğinin ana unsurlarıdır.
Celî yazının kemâle ermesi de Osmanlı elinde olmuştur. Kalemin kalın olması ve yazının kapladığı alanın ihatasının zorluğu, celî yazının tekâmülünü geciktirmiştir. Aklâm-ı Sitte’de ve özellikle sülüs ve nesih yazıda başarı daha II. Bâyezid döneminde sağlanmasına rağmen celî yazının gelişimi ancak XIX. asırda II. Mahmud döneminde olabilmiştir. Dönemin önemli hattatı Mustafa Râkım Efendi kırk beş yıllık bir çalışma sonucu Celî Sülüs yazı ve padişah tuğrasında estetik bir inkılâp gerçekleştirmiştir.
“Kur’an, Mekke’de nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözü bir hakkın tesliminden başka bir şey değildir. Usta-çırak ilişkisi içerisindeki talimle oluşan kuvvetli gelenek, cami, mescid, mezarlıklar ve müzelerdeki sayısız örnek ve malzemenin İstanbul’da bulunması, hâlâ bu kadîm Osmanlı şehrinin, sanat merkezi olma vasfını devam ettirmektedir.
Aslında, güzel yazıda, sözün güzelinin kullanılması, Osmanlı yazı sanatındaki estetiğin ana unsurunu oluşturmuştur. Genellikle cami ve mescid giriş kapılarına “Oraya güven içinde esenlikle girin.” ve “Selâm size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin.” mealindeki âyetler, içerilere ise Kur’ân ve hadislerden güzel nasihatler mü’minlerin nazarına verilir. Bu bazen, “Ölünceye kadar Rabbine kulluk et.”, “Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur.” meâlinde âyetler, bazen de “Vaktinde kılınan namaz, ana-babaya iyilik ve cihad Allah’a en sevimli gelen ibadetlerdendir.”, “Zamanında namaz kılmaya gayret edin.”, “Ölmeden tövbeye gayret edin.” meâlindeki hadisler, bazen de Kelime-i tevhid, Kelime-i şahâdet olurdu. İsm-i Celâl, İsm-i Nebî, Ciharyâr-ı güzîn ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin isimleri cami ve mescidlerin mutlaka bulunması gereken hüsn-i hat levhalarıdır.
Osmanlı’da evlerin girişine Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden “Yâ Hafîz: Ey koruyucu” levhasının konulması güzel bir gelenekti. Aynı şekilde evlerin içine, Hz. Peygamberin fizikî ve ahlâkî vasıflarından bahseden Hilye-i Şerîfe asılması dînâ bir an’ane halini almıştı. Bu hilyenin, haneyi ve halkını musibetlerden uzak tuttuğu inancı yaygındı.
Ölümü sevimli hâle getiren Osmanlı mezarlıklarında, en önemli unsur mezar taşı kitâbeleridir. Servilerin gölgesinde, muhteşem taş işçiliği ve yazı örneklerinin bulunduğu mezarlıklar, açık hava müzesi gibidirler. Bu mezar taşlarında erkek ve kadınların için ayrı formda taşlar kullanılmıştır. Kadın mezar taşı kitâbelerinde, kadındaki zerâfet ve inceliği görmek mümkündür. Mezar taşının en başında ölümle, insanın fâniliği ile ilgili yahut Cenâb-ı Hakk’ın ebediyeti ile ilgili bir ibâre yer alır. Alt tarafta ise güzel ifâdeler, hüsn-i hat ile taşa hakkedilmiştir. Bu mezarlıklarda, ölümü sevimli kılmada hüsn-i hattın, güzel yazının tesiri büyüktür.
Osmanlı yazı sanatında bir harfin diğer harfe olan nisbeti, satırda duruşu, meyli ve kalemin cereyanı estetik unsurlarını oluşturur. Bunun yanında kâğıdın rengi, mürekkebin tonu, sayfaların düzeni bu estetiği tamamlayan hususlardır. Özellikle celî yazıda istif öne çıkmaktadır. Yazıyı oluşturan harflerin dağılımı, yani espas, leke dağılımı yazının can damarını oluşturmaktadır. Yazıda harfin, okuyuşu bozmayacak yere, gözü rahatsız etmeyecek şekilde yerleştirilmesi, bunun yanında harfin ölçüsünde olması estetiğin can damarını oluşturmaktadır. Bütün bu hususları Osmanlı hattatlarının meydana getirdikleri eserlerde görmek mümkündür. Bunun için İstanbul’da tarihî mekânları gezerken dikkatli olmak yeterli olacaktır.
Hangimiz eskinin Bab-ı Seraskeri’si bugünün İstanbul Üniversitesi ana giriş kapısı üzerinde bulunan celî sülüs “Dâire-i Umûr-u Askeriye” yazısını görmezden gelebiliriz? Yine hangimiz bu yazının sanat kudretini görmezden gelebiliriz?