İçeriğe geç
Anasayfa » HÜSN Ü AŞK’IN ŞAİRİ ŞEYH GÂLİB

HÜSN Ü AŞK’IN ŞAİRİ ŞEYH GÂLİB

Takvim yapraklarının 18. asrın ikinci yarısına yeni yeni denk düştüğü bir vakitte Mekteb-i edep denilen bir vahdet hareminde, varlığın göz bebeği, bu âlemin öz çekirdeği Mehmed adında bir âdemoğlu geldi dünyaya. Rüzgârın önündeki yaprak misali bir o yana bir bu yana savrularak âşıkların baş eğerek girdiği Yenikapı Mevlevihane’sinin kapısına geldi. Burada elif okudu ve Mesnevî’den dersler almaya başladı çocuk yaşında. Mesnevî ahlâkıyla bezeli yüreğinden fezayan eden kelimelerle nice şiirler yazdı. Ancak karışıklığa yol açmaması ve özgünlüğü korumak adına şiirlerini Galip adıyla yazmaya başladı. Hem Fuzûli, Hayâli, Nâbi ve Nedim gibi üstâdlara nazariyeler yaptı hem de deruniyetini kaybetmeye yüz tutmuş divan şiirine yeni bir soluk getirdi. Genç yaşında edebiyat mahfillerinin aranan adamı oldu Galip. Sultan Muhammed Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşlarda divan şiirinin tekrarlanan teşbihlerine tahammül etmek yerine, ince girift hayallerle birlikte işitilmedik teşbih mecazlarına daldı ve İranlı şair Şevket-i Buhâri’nin sebk-i hindi üslûbunu kendine şiar edindi. İstanbul’un ateşle imtihan edildiği 1782’li yıllarda, Şeyh Gâlib’in yüreği de cayır cayır tutuştu. Bu ateşin dumanı tütüyordu büyük şaheseri Hüsn ü Aşk’ın sayfalarında. Yirmi bir yaşında Fatih’e gemileri karadan yürüten bu aşk, Şeyh Gâlib’e ateşten aşk denizlerini mumdan kayıklarla geçiriyordu.

Ve Hüsn ü Aşk şöyle bir hikâyeyle başlıyordu…

“Araplar arasında Ben-i muhabbet adında bir kabile vardı. Giydikleri temmuz güneşi, içtikleri dünyayı yakan ateşti, ektikleri kıvılcım taneleri, biçtikleri pare pare kalplerdi. Bir gece bu kabileyi yasemin kokulu bir kız ile İsa çehreli bir oğlan şereflendirdi. Kıza Hüsün oğlana da Aşk dediler. Sonra bazıları Hüsne Leyla adını verdi, bazıları Şirin. Aşka kimisi Mecnun dedi, kimisi Ferhat… Mekteb-i edep denilen o vahdet hareminde Hüsün ve Aşk bir araya geldi. Bunların hocaları ise aşk ikliminin şeyhülislamı Molla-i Cunûn idi. Suyu menekşe renginde, toprağı amber kokusunda olan mana mesiresinde beraber gezintiye çıkarlardı. Bu mana mesiresinin misafiri ise Suhandı. O, hem gökten indirilmiş bir kitap hem de Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdi. Ve günler sonra Hüsün, Aşk’ın cemaline vuruldu. “Eğer muradı dolunay görmekse ben gece olayım, gökyüzünü seyretmek isterse yıldız olayım” dedi. Vuslat hasrete mani olamadı. Mahremiyet kokan bir mektup yazdı Hüsün, Aşk’a. Mektubu okuyan Aşk, Hüsn’e meftun oldu. Sonra olacak oldu, kalpler tutuştu. Aşk’ın Gayret adlı lalasının ve Hüsn’ün İsmet adlı dadısının yardımıyla Aşk, Hüsn’ü kabilesinden istedi. Ama kabilenin ileri gelenleri “Durma sefer et diyar-ı kalbe / Can baş koy rehgüzar-ı kalbe” dediler. Böylece Aşk, kalp diyarında ki Kimya’yı getirmek için yola koyuldu. Felaket ve gam harabeleriyle dolu bin yıllık uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından Çin diyarına varan Aşk, Hüsne çok benzeyen Hüş-Rübâ adlı bir güzele gönlünü kaptırdı. Bir gece vakti resimlerle örülü duvarları olan Zâtu’s-suver kalesine hapsedilen Aşk, kaleyi ateşe verdi ve kaledeki suretlerden kurtuldu. Nihayet hakikat sabahına ulaşan Aşk, baktı ki başladığı yerdedir. Aslında Aşk, Hüsn’den, Hüsn de Aşk’tan başkası değildir…”

Aslında Hüsn ü Aşk tasavvufî sembolik bir hikâyeden ibarettir. Tasavvufta seyr u sülûku yani dervişlikte olgunluğa erişmek için takip edilen manevî yolculuğu anlatmaktadır. Eserde yer verilen vâkıâlar ve şahıslar bu sembolik anlatımın bir parçasıdır. Yukarıda kısaca yer verdiğimiz hikâye de Hüsn sevileni yani mutlak güzelliği; Aşk seveni yani dervişi, manevî yolcuyu; Mekteb-i edep dergâhı; Molla-i Cunûn mürşidi; Suhan aracıyı, yardımcıyı; Gayret çabayı;  İsmet dürüstlüğü; Kalp kalesi gönlü; yoldaki olaylar, felaketler ve gam harabeleri tahammülü; Hûş-Rübâ aklı çelen nefsi; Kalp kalesine yapılan yolculuk sâliktekî nefis mücadelesini ve tarîkatte çileyi temsil etmektedir.

Hüsn ü Aşk’ın son dizelerini de inci taneleri gibi bir ipin etrafında birleyen Şeyh Galip 1784 yılında Hüsn ü Aşk’ın esrarını, Mesnevî’sinden aldığı ve “Efendimsin, cihanda itibarım varsa sendendir…” diye methiyeler dizdiği Hazreti Molla’nın yaşadığı toprakları görmek, onun teneffüs ettiği havayı teneffüs etmek ve eserinde sembolik bir şekilde anlattığı seyr u sülûk yolculuğunu bizzat yaşamak için ani bir kararla Konya’ya gitti. Konya da 1001 günlük bir çileye giren Gâlib’in bu ani gidişine dayanamayan babası, oğlunun çilesini İstanbul’da devam etmesi için Konya şeyhi Seyyid Ebû Bekir Efendi’ye ricada bulundu. Anne ve babasının ısrarlarına dayanamayan Şeyh Gâlib, Yenikapı Mevlevihanesi’nde çilesini tamamlamak için İstanbul’a geldi. Mevlevihane şeyhi Ali Nutkî Dede o karışık defter-i dervişanına Şeyh Gâlib’in ismini de çile-i güzin olan canlar arasına yazdı. Çilesini tamamladıktan sonra hilafet alan Gâlib Dede ailesiyle sade bir hayat yaşamak için niyetlendiği sırada edebiyat ve sanat aşığı, aynı zamanda şair olan III. Selim tahta çıktı. Genç yaşında büyük bir şöhret sahibi olan Dede Gâlib’i şiirlerinden tanıyan padişah onu saraya davet etti ve hürmet gösterdi. III. Selim, “Pamuk Şeyhim”, diyerek iltifatlarda bulunduğu Gâlib Dede’den onarımını yaptırdığı Hazreti Mevlana türbesinin sandukasının üzerine örtülecek puşide üzerine yazılmak üzere bir beyit talebinde bulundu. Bunun üzerine Şeyh Gâlib “Müceddid olduğu Sultân Selim’in dîn ü dünyaya / Nümâyândır bu nev-pûşidesinden kabr-i mollâya” beytini yazdı.

Narin ve hassas bir yaratılışa sahip olan Gâlib Dede önce annesini, daha sonra da Mevlevi muhitindeki hamisi olan Esrar Dede’yi kaybetti. Onu derinden etkileyen biricik talebesi şair Esrar Dede’nin vefatı üzerine yazdığı mersiyede, “Eyvah! O gül-i hamdanım aldı mevt / Esrarım aldı, cümle dil ü canım aldı mevt” feryadıyla duyduğu acıyı anlattı. İçinde biriktirdiği acılar zamanla bir hastalık olarak kendini gösterdi ve Galip Dede hastalanarak yatağa düştü. Padişah ve çevresindekilerin bütün çabalarına rağmen 1799’da henüz 42 yaşındayken Hakk’a yürüdü. Sanki saray yetim kaldı. Evlat acısıyla karşı karşıya kalan babası Mustafa Reşit Efendi ise adeta yıkıldı. Musalla taşında oğlunu görünce şu cümlelerle dile getirdi feryadını:

“Oğlum! Bu siyah sakal ile beyaz kefen birbirine hiç yakışmadı.”

“Anlatsam ellere masal gelir.” diyordu. Masal gibi bir ömür sürdü. Sözleri âşıkların dillerinde mesel oldu. Özellikle Hüsn ü Aşk adlı eseri modern zamanların ruhlarda açtığı derin yaralara şifa sunan bir bilgeliği sunmaya devam ediyor.

Allah ve Rasûlü’nün sevgisinden gönlü, ateş-i aşkla yanan, hayatın neşesini ilahî aşkta bulan bu gönül insanı Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) vasıflarını dile getirmede kaleminin acziyetinin farkındaydı. “Zira onu övmek o kadar da kolay değildir. O âlemlerin övüncüdür, Cenâb-ı Hakk’ın habîbidir. O öyle bir vasfa sahiptir ki ay ve güneş onun övünç evinin ankâsının kolu kanadıdır. Gece gündüz kanat çırpmalarına rağmen bu konuda onlar bile aciz kalırlar.” diyerek bunu dile getirirdi. Şeyh Gâlib Dede’yi naat yazma konusunda cesaretlendiren en önemli husus ise naat yazanlara Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) şefaat edeceği ümididir. O her ne kadar layık olmasa da Efendimiz (s.a.v) için hasretle döktüğü gözyaşları ve kendisi için yazdığı naatlar hürmetine şefaat dilemekte ve müsedded redifli naatına şöyle başlamaktadır: 

EFENDİM

Sultân–ı Rusûl Şâh–ı mümeccedsin Efendim
Bîçârelere devlet–i sermedsin Efendim.
Dîvân–ı İlâhî’de serâmedsin Efendim.
Menşûr–u “le amrük”le müeyyedsin Efendim
 
Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin Efendim,
Hak’tan bize Sultân–ı müeyyedsin Efendim!..
 
Tâbiş–dih–i ervâh–ı mücerred güherindir
Mâliş–geh–i ruhsâr–ı melik hâk–i derindir
Âyine–i dîdâr–ı tecellî nazarındır
Ebû Bekr Ömer Osmân ü Alî yârlarındır
 
Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin Efendim,
Hak’dan bize Sultân–ı müeyyedsin Efendim!..
 
Hutben okunur minber–i iklim–i bekâda
Hükmün tutulur Mahkeme–i rûz–i cezâda
Gül–bang–i kudûmün çekilir Arş–i Hudâda
Esmâ–i şerîfin anılır arz u semâda
 
Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin Efendim,
Hak’dan bize Sultân–ı müeyyedsin Efendim!..
 
Ol dem ki nebîler velîler kala hayrân
“Nefsî!” deyû dehşetle kopa cümleden efgân
Ye’s ile üstün ola ahvâli perişân
Düstûr–i şefâatla senindir yine meydân
 
Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin Efendim,
Hak’dan bize Sultân–ı müeyyedsin Efendim!..
 
Bir gün ki dalıp bahr–ı gama fikrete gittim
İlden getirip kendimi bî–hodluğa yittim
İsyânım anıp âkibetimden hazer ittim
Bu matla’ı yâd eyledi bir seyyid işittim
 
Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin Efendim,
Hak’dan bize Sultân–ı müeyyedsin Efendim!..
 
Ümîtteyiz, ye’s ile âh eylemeyiz biz
Sermâye–i îmanı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyârı penâh eylemeyiz biz
Biz kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz.
 
Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin Efendim,
Hak’dan bize Sultân–ı müeyyedsin Efendim!..
 
Bîçâredir ümmetlerin, isyânına bakma
Dest–i red urup hasret ile dûzaha yakma
Rahm eyle aman âteş–i hicrânına yakma
Ez–cümle kulun Galib’i pür–cürm bırakma…
 
Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin Efendim,
Hak’dan bize Sultân–ı müeyyedsin Efendim!..

Şeyh Gâlib