İçeriğe geç
Anasayfa » İDAREDE LİYAKATİN ESASLARI (Mülakat)

İDAREDE LİYAKATİN ESASLARI (Mülakat)

Mülakat: Ahmet Er

Muhterem Hocam, dosya konumuz, liyakat… bu husus özel alanlarda biraz daha serbest olabileceği cihetle mülakatımızı daha çok kamu/devlet idaresi alanıyla ilgili olarak gerçekleştirebilirsek tesiri daha ziyade olabilir diye düşündük. Bu minvalde liyakat için esas alınması gereken genel ilkelerin neler olduğunu ve bunlarda esneme payının olup olmadığını sorarak başlayalım istedik…

Bismillahirrahmanirrahim.

Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn.

Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Meseleye bir giriş olsun diye konuyu biraz yukarıdan aşağıya doğru ele almamızda fayda var. Kur’an-ı Kerim’de Allah 9, Nisâ Sûresi’nin 58. ayet-i kerimesinde buyuruyor ki:

“Şüphe yok ki Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder! Doğrusu Allah, bununla size ne güzel nasihat veriyor! Şüphesiz ki Allah, Semî‘ (her şeyi işiten)dir, Basîr (hakkıyla gören)dir.”

Ayet-i kerime, Allah Teâlâ’nın her şeyi bildiğini işittiğini, gördüğünü insanlara bildirerek onları uyarıyor, âdeta bir tehditte bulunuyor: “Sizin, üzerinize emanet edilen şeylerde nasıl davrandığınızı Allah Teâlâ görüyor; nasıl hükmettiğinizi Allah Teâlâ biliyor. Eğer emanete riayette, adaletle hükmetme konusunda taksiratınız olursa onun da hesabını huzurumuza geldiğinizde vereceksiniz. Bizi, ihmallerinizi ve yanlışlarınızı bilmiyor sanmayın. Biz onları işitiyoruz, görüyoruz ve yeri geldiğinde gereğini yapacağız.” anlamını ifade ediyor.

Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi olarak şöyle anlatılıyor: Kâbe için yapılması gereken hizmetler, görevler Kureyşliler tarafından belirli ailelere taksim edilmişti. Mesela Rasûlullah Efendimizin x döneminde de devam etmekte olan, “sikaye” hizmeti, yani hacılara su dağıtma işi Hz. Abbas’a verilmişti. “Hicabe” hizmeti yani Kâbe-i Muazzama’nın anahtarını taşıma ve kapısını açıp kapama, temizleme işi de Osman b. Talha’nın üzerinde idi. Mekke’nin fethi günü Rasûlullah x, Osman b. Talha’yı çağırdı ve Kâbe-i Muazzama’nın anahtarını istedi. Bunun üzerine Efendimizin amcası Hz. Abbas, “Ya Rasûlallah! Bundan sonra o anahtarı bana verin, her iki görev de bende olsun. Hem sikaye hem de hicabe hizmetini ben göreyim.” dedi. Anahtarı vermek üzereyken bunu duyan Osman b. Talha elini geriye çekti. Rasûlullah Efendimiz anahtarı tekrar istedi. Osman b. Talha, “Ben bunu emanet olarak sana veriyorum.” diyerek anahtarı Rasûlullah Efendimize verdi. Daha sonra Efendimiz, Kâbe’nin içine girdi. Orada İbrahim aleyhisselam’ın resimlerini gördü, onları kaldırttı, sildirtti. Ve orda iki rekât namaz kıldı. Kâbe’den çıkmadan bu ayet-i kerime nazil oldu. Çıktıktan sonra anahtarı Osman b. Talha’ya teslim etti. Demek ki o ind-i İlâhî’de, iman ettiği/edeceği bilindiği için buna layık görüldü ve anahtar ona verildi. Verirken Rasûlullah Efendimiz, “Dünya var oldukça sende ve senin neslinde kalacaktır. Onu senden ancak haksızlık yapanlar, zulmedenler alır.” buyurdu. Emaneti ehline vermek hususunda evvela Efendimiz bize örnek oluyor.

Yine bununla alakalı, Rasûlullah x Efendimizin -ismini zikretmese de- kendisinden sonra halifelik makamının kimin emanetine bırakılacağına dair işaretler vermesini de örnek olarak zikredebiliriz.

Mesela vefatından biraz önce, hastalığının ağırlaştığı bir esnada, Rasûlullah Efendimiz x, Hz. Ebubekir’e imamet görevini bıraktı. “Bilal’e söyleyin ezan okusun, Ebubekir’e de söyleyin namazı kıldırsın.” buyurdu. Bunun üzerine Hazreti Aişe Validemiz şöyle dedi: “Ya Rasûlallah, babam Ebubekir yüreği zayıf birisidir, tahammül edemez. Sizi yerinizde mihrapta görmeyince kendini tutamaz. Ömer daha metanetlidir, kendisine daha fazla hâkimdir, Ömer kıldırsın.” dedi.  “Hayır.” dedi Efendimiz, “Ebubekir’e söyleyin, Ebubekir kıldırsın.” buyurdu. Ebubekir efendimiz 4 namazı kıldırmak üzere mihraba geçti. Rasûlullah x da pencereye kalkıp  içeriye mescide baktı. Herhangi bir ses, itiraz olmadan Hz. Ebubekir’in 4 arkasında sahabe-i kiramın saf tuttuğunu görünce tebessüm etti, gülümsedi, hoşuna gitti yani. Ardından, “Bana iki kişi çağırın ben de namaza gitmek istiyorum.” buyurdu. Yine Hz. Aişe Validemiz “Ya Rasûlallah, siz hastasınız, burada kılarsınız, nasıl olsa imamlık görevini devrettiniz.” dediğinde, Efendimiz: “Yok orada mescitte cemaatle namaz kılınırken ben burada kalmaktan, oturmaktan dolayı Allah’tan hayâ ederim.” buyurdu. Sonrasında iki kişi çağrıldı ve Rasûlullah Efendimiz onların kolları arasında mescide götürüldü. Efendimiz mescide girince, sahabe-i kiramdan O’nun x geldiğini görenler Ebubekir’e 4 duyurmak için el çırptılar.  Hz. Ebubekir 4 anladı ve geriye çekildi.  Rasûlullah Efendimiz mihraba geçti, rivayete göre oturduğu yerde namazı kıldırdı. Ebubekir Efendimiz Rasûlullah’ın x tekbirlerini arkaya duyurdu.

Rasûlullah Efendimiz vefat edince Sakife-i Saide’de Ensar halife seçimi için toplandı. Rasûlullah Efendimiz’in evinde onun cenazesiyle meşgul olanlar bunu duyunca Ebubekir Efendimiz ve Ömer Efendimiz başta olmak üzere oraya gittiler. Orada Hz. Ebubekir bir konuşma yaptı ve Ensara “Sizin fedakârlığınız çok büyüktür bu inkâr edilemez ama ben Rasûlullah’tan dinledim, buyurdu ki “İmamlar Kureyş’ten olacaktır.” Dolayısıyla imam bizden olsun, vüzera/ danışmanlar sizden olsun.” dedikten sonra elini Hz. Ömer’e uzatarak “Ey Ömer sen uzat elini ben sana biat edeyim.” dedi. Hz. Ömer de “Hayır, sen uzat elini ben sana biat edeyim.” diyerek Hz. Ebubekir’e ilk biat eden kişi oldu, orada bulunanlar da sıraya girip biat ettiler.

Ondan sonra sahabe-i kiramdan birçoklarının dile getirdiği çok önemli bir şey var; dediler ki: “Rasûlullah x, Ebubekir’i namaz için imam tayin edince bizim dinimizi ona emanet etmiş oldu. Rasûlullah’ın dinimizi emanet ettiği kişiye elbette ki biz dünyamızı da yani devletimizi de emanet ederiz ve etmemiz de gerekir.”  Ve de Hz. Ebubekir Efendimiz’e biat ettiler. Yani emanete riayet, İslam toplumunda, ilk defa burada önemli bir şekliyle tecelli etti. Sahabe-i kiram çok önemli bir ifadede bulundular; Rasûlullah x, bizim dinimizi Ebubekir’e emanet etti. Namaz bizim dinimizin direği. Namazı ona emanet ettiğine göre biz dünyamızı yani Devletimizi niye ona emanet etmeyelim diyerek hem namaz imamlığını yani “imamet-i suğra”yı hem de “imamet-i kübra”yı yani devlet başkanlığını, yöneticiliğini Hz. Ebubekir’e bıraktılar. O bu işin ehliydi demek ki; Rasûlullah x namazda onu imam tayin etmekle onun bu işe ehil olduğu işaret buyurdu.

Dönelim konumuza; şimdiki anlayışımıza göre bu görev yani devleti yönetme görevi milletindir. Toplumun her ferdi gerekenleri yapmak zorundadır. Ne yapılıyor; milletin fertleri kendileri adına bir kişi seçiyorlar devletin başına. Seçilen kişi de aşağıya doğru tamamlıyor yönetimin organlarını. Bu konuda Rasûl-i Ekrem’in x çok önemli ve uyarıcı ifadeleri var. Buyuruyor ki “Allah Teâlâ kimi bir görevin başına getirir ve yetkili kılar da o; görevlileri, vazifelileri tayin ederken daha iyisi/liyakatlisi var olduğu halde daha aşağıda/liyakatsiz olanı göreve getirirse Allah’a ve Rasûlüne ve mü’minlere ihanet etmiş olur.” Dolayısıyla liyakat ve ehliyetin devletin başına geçecek kişide olması gerekli olduğu gibi onun vazife tevdi ettiği kimseler için de esas olduğunu anlıyoruz.

Burada şimdi bir noktayı tespit etmemiz gerekiyor. Böyle bir görev vermek için aslolan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali O gibi hem Allah’ın ve Rasûlünün razı olduğu çizgide olmasına hem de yapacağı işte ehil olmasına, o işi liyakatle yapmasına dikkat etmek lazımdır. Ama bunların bir kişide bulunması zor tabi. Mesela, zaman içerisinde sahabeden bazılarının vali, zekât âmili (görevlisi) gibi görevlere tayin edildiğini gören Hz. Ebu Zer’in 4, Efendimize kendisini neden bir göreve getirmediğini sorması üzerine Rasûlullah x onun böyle görevlerin üstesinden gelemeyecek kadar zayıf bir kimse olduğundan bunun kıyamet günü kendisi için nedamet (pişmanlık) sebebi olabileceğini belirtir ve “Bu vazifeler birer emanettir. Kıyamet günü bu emanet, hakkı verilmediği takdirde pişmanlık, rezillik sebebi olacaktır, sadece bunu hakkı ile üstlenen ve bu konuda üstüne düşeni yapan hariç.” buyurduktan sonra kendisi bir yetimin velisi olarak düşünülse bile bu görevi üstlenmemesi gerektiğini öğütler Ebu Zer’e 4. Bakıldığında Ebu Zer 4 takva ehli bir zat, ehl-i salattan, âbid, zahid biri, sahabe-i kiramın önde gelenlerinden… ama Rasûlullah Efendimiz, Hz. Ebu Zer’in şahsında Müslümanları uyarıyor bu hususta.

Liyakat, ehliyet, bir şeye ehil olma ölçüsünde tabi ki İslâm’ı yaşamak aranır öncelikli olarak, yani İslâmî konuda hassasiyetler değerlendirilir. Bunun yanında da göreve getirilecek olan kişinin bilgisi, manevî ve fikrî gücü dikkate alınır; manevî gücü dediğimiz, aldığı görevi adalet ile ve liyakatle yerine getirip getiremeyeceği ile ilgilidir. Dolayısıyla hem Kitab ve sünneti bilmesi dikkate alınır hem de pratikte uygulama gücü, kuvveti esas alınır. Buna göre görevler tevdi edilir, verilir.

Mesela Rasûlullah x Efendimiz Halid bin Velid’i 4, Müslüman olduktan sonra, birçok yerde komutan olarak tayin etmiştir. Hâlbuki ondan önce Müslüman olanlar çoktu. Halid bin Velid 4, hicretin 8. senesinde, bazılarına göre Mekke’nin fethinde Müslüman oldu. Başka rivayetlere göre ise Mekke’nin fethinden önce Müslüman olmuştu ama Mekke’nin fethinde Amr bin el-As 4 ve Hz. Muaviye 4 gibi Halid bin Velid de 4 Mekke’nin fethi ile beraber Müslüman olduklarını açıkladılar. Her halükârda sonradan, belli bir aşamadan sonra Müslüman oldular. Ama Rasûlullah Efendimiz kendilerinden önce Müslüman olan birçok kimse olmasına rağmen onlardan iki tanesini komutan olarak atamıştı. Çünkü onlar komutanlık mesleğini iyi bilen liyakatli kimselerdi. Hz. Muâviyeyi 4 de vahiy kâtipliğine getirmişti zira o da vahiy kâtibi olmaya layıktı. Mesela Ebu Zer Efendimiz ne kadar âbid ve zâhid bir kimse olsa da Rasûlullah Efendimiz Ebu Zer’e 4, zayıfsın diyor; Halid bin Velid ve Amr bin el-As gibi sahabe-i kiramın arasına yeni girmiş sahabileri komutan olarak tayin ediyordu, Hz. Muaviye’yi de vahiy kâtibi olarak görevlendiriyordu. İşi yapabilme yönüne bakarak, Rasûlullah Efendimiz sahabeyi yapabilecekleri işlerde öne çıkarıyordu.

Bu itibarla tekrar edecek olursak; ilk olarak Kitab ve sünneti bilmek ve bunlara bağlı olmak; ikinci olarak, yapılması gerekenleri yapacak güçte olmak, yürekli ve cesaretli olmak, yani zayıf olmamak liyakat esaslarını ifade ediyor. Bunu şöyle de ifade edebiliriz; bir, Kitab ve sünnet bilgisi olacak; iki, ahkâmı yürürlüğe koyma gücünde ve cesaretinde olacak; üç, içerisinde Allah korkusu olacak, çünkü emanet ancak Allah korkusuyla yerine ulaştırılmış olur; dört, dünyayı tanımakla birlikte idare sanatını bilecek. Bu itibarla yönetim için, bu dört mesele liyakat ve ehliyetin ön şartları olarak kabul edilmektedir.

Dördüncü olarak saydığınız esas üzerinde biraz daha durabilir miyiz acaba?

Yani bir devlet reisi, zikrettiğimiz ilk üç maddenin yanında mevcut asrın olup bitenlerinden de haberdar olması, stratejik bilgilere de hâkim olması lazım ki gereken tedbirleri alabilsin. Dünya konjonktürüne de vakıf olması gerekir yani. Ve kendisinde bu durumları muhakeme ve idare edebilme kabiliyeti de bulunması gerekir. Devletin sınırlarını koruyabilecek yani askeri harekete geçirme, hazırlayıp gönderme yetkinliğine sahip olacak diyor İmam Nesefi. Dolayısıyla bunları yapabilmesi için devleti ve devlet idaresi ile alakalı meseleleri bilmesi ve bu işin de uzmanı olması gerekir.

İmam Nesefi’nin rahmetullahi aleyh, asırlarca âlimler tarafından okunan, okutulan ve üzerine çokça şerhler de yazılan akâid metninde İslam’ın hükümlerini yürürlüğe koyabilecek, cezaları tatbik edebilecek, ülkenin sınırlarını koruyacak, orduları yönetecek kabiliyette, zekât ve sadakaları toplayıp muhtaçlara dağıtacak, eşkıyaları ve eşkıyalıkları bastıracak güç ve iradeye sahip, Cuma namazlarını ve bayram namazlarını kıldıracak bilgiye vâkıf, halk arasında meydana gelebilecek tartışmaları sonlandıracak mutedil bir kişiliğe sahip, velisi olmayan gençleri evlendirecek hassasiyette bir yöneticiyi başa geçirmeleri Müslümanlar için olmazsa olmazdır, vaciptir diye  yazıyor. Aslında burada bir gönderme de yapıyor Şia’nın Mehdi-i Muntazar yani beklenen, gizlenmiş yönetici düşüncesine. Yöneticinin açıkta olması, gizli olmaması, görevini bizzat kendisinin yapması gerektiğini belirtiyor.

Bunların toplamı liyakatli bir yöneticiye mi işaret eder o zaman?

Kişiye veya kişilere diyelim. O kişilerin içerisinde mümkün mertebe benim yakınımdır, dostumdur, ahbabımdır veya yakınımın bir yakınıdır, tanıdığıdır demeden daha liyakatli olanı tercih edilir. Müslüman olması kaydıyla kim daha liyakatli ise yakınlığına uzaklığına bakmadan onu tercih edip göreve getirmek üstlenilen emanet görevinin gereğidir.

Çünkü Rasûlullah x: “Her biriniz yöneticisiniz ve her yönetici yönettiklerinden sorumludur.” buyuruyor. Ve herkes kendi yönetim alanından kıyamette de sorgulanacaktır. Görevini yapıp yapmama konusunda herkes sorumlu tutulacaktır. Rasûlullah x Efendimiz hadis-i şerifin devamında devlet reisinden başlıyor. Sonra erkeği de ailenin yöneticisi olarak zikrediyor. Dolayısıyla erkek kendi ailesinde yöneticidir ve hane halkının yönetiminden sorumludur. İkinci sırada evin hanımının evin reisi olduğunu, evinden ve evlatlarından sorumlu tutulduğunu belirtiyor. Buradan yukarıya doğru gidin işte; hane halkı yönetiminden, mahalle yönetimine kadar, muhtarından kaymakamına, valisine, bakanına, onların danışmanlarına, yardımcılarına kadar hepsi için bu geçerlidir

Hocam o halde mülakatımızın başında zikrettiğiniz “Emaneti ehline verin…” ayet-i kerimesini de düşünerek; emaneti, bir ferdin sorumluluğunda olan kişi ve işlerin tamamıdır, yani aslında sorumluluğu altındaki her şeydir, şeklinde açıklayabilir miyiz?

Güzel bir soru. Şimdi emanet deyince halkımız arasında veya günümüzde yaygın olan anlayış; aynı şekilde iade edilmek üzere belli süreliğine birinden alınan veya bir kimseye yine aynı şekilde alınmak üzere, saklaması ya da birine teslim etmesi için bırakılan şey şeklindedir. Tabii bu da bir emanettir. Ama emanet üst başlığının altındaki bir meseledir bu sadece.  Ayet-i kerime ile de ifade edilen emanet, bu manayı kapsamakla birlikte bunun çok daha üstünde manaları, meseleleri haizdir. Zira bazıları şöyle diyor, az önce mealini verdiğimiz ayet-i kerime için, bakın; “ھَذِهِ الْآیَةُ مِنْ أُمُّهَاتِ الْأيَاتِ الْمُشْتَمِلَةِ عَلٰى كَثِيرٍ مِنْ أَحْكَامِ الشَّرْعِ” (Bu ayet-i kerime şer‘î hükümlerden çoğunu kapsayan ana bilgileri haiz ayetlerden bir tanesidir.)

Sadece insanlar arasında, komşular arasında, dostlar arasında veya belli çevrelerde verilen-alınan şeyler demek değildir emanet. O da buna dâhildir ama en önemlisi yöneticilik emanetidir. O başta gelir. Dolayısıyla Efendimizin de ifadesiyle “İki kişi arasında bile biri yönetici olarak tayin edilse o da yönetiminden sorumludur.”, yaptıkları ve yapacaklarından mesuldür.

Peki, Hocam emanetle alakalı bütün ayetleri veya hadis-i şerifleri de yine bu kapsamda değerlendirmek mümkün müdür? Mesela münafığın üç alametinden haber verirken Peygamber Efendimiz x, onların emanete riayet etmediklerini de zikrediyor. Siz de yöneticilikten birinin emanet olduğundan bahsettiniz; bu itibarla mesela yöneticilik görevini hakkıyla yerine getirmemek, bulunduğu konuma ait esaslara riayet etmemek de bu kapsamda değerlendirilebilir mi?

 Evet, Allah 9 bu duruma düşmekten herkesi muhafaza eylesin. Yani hangi seviyede olursa olsun, bu bir emanet olduğuna göre bunu gözetmemek de tasvip edilemez. Mutlaka herkesin bu konuda mümkün olduğunca dikkatli olması, bu kapsama girmemesi, hiçbir şekilde bu vasıfları taşımaması gerekir. Hani liyakat esaslarını sayarken Allah korkusuna sahip olmak demiştik ya, işte bunun ehemmiyeti emaneti üstüne aldıktan sonra da ortaya çıkıyor. Bu vasfa sahip kimse emanete riayette hassasiyet gösterir. Allah’tan kim korkar; Allah’ı iyi bilenler korkar. Rasûlullah x; ‎“أَنَا أَعْرَفُكُمْ بِاللهِ، أنا أَخْشَاكُمْ مِنَ اللهِ” (Sizin içinizde Allah’ı en iyi bilen benim, Allah’tan en çok korkanınız da benim.) buyuruyor. Demek ki Allah Teâlâ’yı bilmiş olmak Allah korkusuyla bütünleştiği zaman tezahür eder, ortaya çıkar.

Şunu da ilave edelim; Efendimize sorulan bir soru üzerine öğreniyoruz ki emanetin zayi edilmesi, daha ehliyetlisi varken ondan daha ehliyetsiz olana verilmesi kıyamet alametidir. Dolayısıyla kişi kendine tevdi edilen emanetin zayi edilmemesine gayret etmesi gerekiyor.

Hocam, bu noktada bir tercihte bulunmak mecburî olduğunda, mesela işin uzmanı ama ahlâkî zafiyetleri olan bir kimse karşısında ahlaklı ama iş yönünden zayıf kalan kimse olduğunda, hangi esaslar dikkate alınmalıdır; tercih hangi taraftan yana olmalıdır? Yani liyakat konusunda teknik bilgi, dirayet ve ahlak dengesini nasıl kurmalıyız, gerektiğinde hangisini öncelemeliyiz?

Liyakat için esasları sayarken, Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i Nebeviyyeyi bilmenin yanında yapılması gerekenleri uygulama gücüne bakılır, demiştik. Bu doğrultuda bir başkasına göre Kitab ve sünnet bilgisi açısından zayıf ama dirayeti, gücü, kabiliyeti daha yerinde, adaletle hükmetme yeteneğine sahipse bir kimse bu, tercihe daha şayandır. Daha önce bahsettiğimiz Ebu Zer olayını burada bir daha zikredebiliriz; belki Ebu Zer 4 görevlendirilen birçok kimseden daha takvalı, dinî bilgisi daha çok olmasına rağmen Efendimiz onun isteğini geri çeviriyor, görevlendirmiyor, hatta aksi yönde yani görev almaması için telkinde bulunuyor kendisine. Dolayısıyla Müslüman olan kimseler arasında iradesi ve idaresi daha kuvvetli, tatbik kabiliyeti ve gücü daha fazla olan tercih edilir. Bilgi çok önemlidir ancak o bilgiyi pratiğe dökme ve uygulama daha da önemlidir.

Hocam, ya bilgi eksikliğinden dolayı hatalar yapılırsa…

“Hataların en büyüğü hatayı kasten yapmaktır.” Kasıtlı yapılmayan hataları Allah Teâlâ kişinin durumuna göre bağışlayabilir. Yani sizin dediğiniz bu bağışlanma alanına girer. Hiç kimse hata yapmakta serbest değildir ama bazı sebeplerle veya bilgisizlik başta olmak üzere hata yaparsa onu mazur saymak Allah’a kalmıştır. Gerçekten mazur sayılırsa affedilir. Kasıtlı olup olmadığını biz bilemeyiz, Allah nezdinde bilinir.

Günün şartlarında bir yöneticiden biz çok iyi şeyler yapmasını bekleriz ama onun gücü günün şartlarına göre bunları yapmaya müsait midir değil midir, dünya düzeni buna ne ölçüde müsaade eder bunlara da bakmak ve ona göre değerlendirme yapmak lazımdır.

Evet, biz seçerken liyakat esaslarına dikkat ediyoruz, onlardan birtakım şeyler bekliyoruz; şunu yapsın bunu yapmasın, şunu desin bunu demesin, şunu uygulasın bunu uygulamasın gibi. Ama onları sınırlayıcı, alanını daraltan birçok etki olabileceği de unutulmamalı. Tabi ki güvendiğimiz kişilerden bahsediyorum. Yapabileceğini ihmal ederse Allah Teâlâ onun hesabını sorar. Dolayısıyla biz olması gerekenleri bekleriz, teklif ederiz, zaman zaman nasihat da ederiz amma gücünün buna yetip yetmediğini hem kendisi bilir hem de Allah Teâlâ bilir. Bunun ayrımı nedir dersen; Allah korkusudur deriz. Allah korkusu olan yöneticiler bunu çok iyi tespit ederler. Benim imkânım gücüm şuraya kadar yetiyor, buraya kadar yapabiliyorum, şuradan ötesine yetmiyor, onun için de fırsat bekliyorum, gözetiyorum şeklinde sıraya koyması düşünülebilir.

Hocam liyakat için Kur’an ve sünnet bilgisini ilk sırada saydınız, az önce de “Müslüman olan kimseler arasından” şeklinde bir ifadeyle vurgulayarak diğer esaslara nazaran liyakat için Müslüman olmayı şart haline getirdiniz. O halde Müslüman olmayan ya da gücünü, bilgisini kötü yönde kullanacağı bilinen kimseler liyakat açısından değerlendirilmez, yani baştan liyakatsiz olarak değerlendirilir, böyle görevlere layık görülmez diyebilir miyiz?

Şöyle diyebiliriz, böyle mühim vazifelerde olacak kişilerin sağlam, sahih bir inanca sahip olması gerekir en başta. Gayr-ı Müslimlerin böyle görevlere getirilmesi hoş karşılanmamıştır, zaruri durumlarda olabilir diyenler olsa da. Tecrübeler gösteriyor ki bunun sakıncaları vardır. Osmanlı bunun en bariz örneğidir; Müslüman olmayan kişiler belli makamlara getirilmiş, bu kimselere nasılsa bize, emrimize tabidir diye bakılmış ama onlar hep dışardakiler ile yani ülkeyi dışarıdan çökertmeye çalışanlarla iş birliği yaparak onlar adına içeriden çalışıp devletin altını oymuşlar. Bundan dolayı diyoruz ki mümkün mertebe, imkânlar ölçüsünde, hem Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i Nebeviyye bilgisi olan hem iradesi güçlü olan hem de Allah korkusu olanlara bu görevler verilmelidir, böylesi daha isabetlidir.

Hocam, şimdiye kadar işbaşına getirilecek olanların liyakati üzerinde durduk. Peki, seçen kişilerin liyakati üzerinde konuşabilir miyiz biraz da; mesela şu anda biz “seçmen”iz, acaba bizim bunun için liyakatimiz ne kadar müsait? Seçme ehliyetimiz var mı? Liyakatli kimseleri seçecek liyakatimiz var mı?

Liyakatten önce bir görev meselesi bu şimdi. Üzerimize vazifedir; az önce konuştuğumuz ölçülere dikkat ederek bir seçimde bulunmazsak ve olumsuz bir tablo ortaya çıkarsa, o zaman bundan herkes sorumlu olabilir. Dolayısıyla daha iyisi, liyakatlisi varken bir başkasını tercih etmek de mesuliyeti artıran bir davranış olur, kıyamette bunun da hesabı sorulur.

Tercihte bulunurken şöyle de düşünmek lazım: Bir kişiyi desteklerken onu neye göre destekliyoruz? Şahsî çıkarlarımız için mi umumun menfaati ve Allah rızası için mi? Umumun menfaatini gözetmek Allah rızasını gözetmektir. “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” buyuruyor Efendimiz x. Dolayısıyla irademizin dâhilinde olduğu bu işte ve her işte, şahsî menfaatler değil umumun menfaati, Allah’ın rızası gözetilmelidir. Diğer türlüsü yanlış olur, sorumluluğumuz daha da artmış olur.

Hocam ama herkes tercihte bulunma hakkına sahip olduğundan neticenin meşru olmama ihtimali de var…

 Şimdi kimin yönetici olacağını toplum belirler; bu, İslam’da da böyledir, günümüzde de böyle cereyan ediyor. Toplum yukarıyı belirliyor. Yukarısı ise aşağısını dizayn ediyor, bu onun görevidir yani. Dolayısıyla toplumun ve gençlerin eğitilmesi de baştakinin mükellefiyetindedir. Eğitimi, özellikle son dönemde devletler kurumsal olarak üstleniyor ve denetimini yürütüyor. Eğer toplumda farklı temayüller varsa eğitim hususunda noksanlıklar, yanlışlar var demektir. Bunları giderecek olan da zirveden aşağıya doğru görevde olanlardır. Dolayısıyla anlatmaya çalıştığımız esaslar doğrultusunda eğitime eğilmek gerekmektedir.

Eğer liyakatsiz bir çoğunluk ortaya çıkıyorsa bunun da tedbirini almak, millet adına, görev yapanların üstünde bir yüktür.

Muhterem Hocam, vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun. Son olarak eklemek istediğiniz şeyler varsa buyurunuz.

Allah Teâlâ bizleri rızasında daim eylesin. Başta içinde bulunduğumuz ülkemizi, sonra bütün İslam ülkelerini, sonra dünyanın sair yerlerindeki Müslümanları muvaffak eylesin. Yöneticilerimizi içinde bulundukları zorlukları aşmaya muvaffak eylesin, kendi rızasına muvafık, milletin menfaatine uygun hayırlı işlerde başarıya ulaştırsın.