Ehl-i sünnet itikâdı, amelde de Hanefî mezhebi, bizim millet olarak mütecânis, kaynaşmış, birbirine yardım eden bir topluluk olmamızın ana faktörlerinden birisidir. Bu sebeple, temel inancımızdaki birlik ve pratikte bir oluşumuz sebebiyle tarih boyunca nice musibetler karşısında yine varlığımızı devam ettirebilmişiz. Mesela bakın, Yıldırım Bayezid zamanında biliyorsunuz Timur ile karşı karşıya geldi, iki müslüman devlet adamı Ankara’da savaştılar ve Timur Anadolu’yu yok etti, harab etti, Osmanlıları ezdi geçti. Buna rağmen, darmadağın olmamıza rağmen halkımızdaki itikâd birliği (ehl-i sünnet inancı) ile amelî birliktelik (Hanefî mezhebi) ile yine dirilmişiz, hemen toparlanmışız ve az bir müddet sonra İstanbul’u fethetmişiz. Tâ Avrupalara kadar gitmişiz ve oralara da bu inancı götürmüşüz. Dinimizin esaslarını oralarda da yaymaya çalışmışız. En önde İslâm bayrağını götürmüşüz.
Hıristiyanlar, bizler bu inanca sahip olduğumuz sürece bizim karşımızda tutunamamışlar. Bu birliğimizi bozmadıkça bizim karşımızda duramamışlar. Bu defa, güç kullanmak yerine bizim bu esas mayamızı bozma yoluna gidilmiş. İşte bizde Tanzimat dönemi bir kırılma noktasıdır. Bizim bu mayamızı bozma noktasıdır. Batılılar, Hıristiyanlar, bizi zaaf noktalarımızdan yakalamışlar. Oradan bizim içimize girmişler.
Mesela Jön Türkler denilen kimseler yetişmiş. Onlar tamamen Hıristiyanların, batılıların bize oyunudur. Bunlar milliyetçilik gütmüşler. Evet, bir insan milletini sevebilir, hangi millete mensubsa onu sever. Bu tabii bir şeydir, Kur’ân’a aykırı da değildir. “Ve cealnâküm şuûben ve kabâilâ…” Ama ırkçılık yok, ben üstün milletim, yok. Cenâb-ı Hak bunu yasaklıyor.[1] Ama insanların bulunduğu bölgeye göre, mensub olduğu sülâleye göre karakter farkı var, yetişme tarzı var, görgü tipi var. Bir takım oluşumlar, karakter farklılıkları oluyor, işte bunlara da millet deniyor. Herkesin bir özelliği var, savaşmasını bileni var, siyaseti iyi bileni var, teknikten anlayanı var ve falan-filan diye ayrım yapılıyor. İşte bunlar, üstün olmak vasfıyla değil; dinimize göre “li-teârafû”[2] tanışmak için. Birbirimiz ile kaynaşacağız, yardım edeceğiz. Benim beceremediğimi, sen beceriyorsan senden yardım alacağım, ben sana yardım edeceğim ve böyle bir yardımlaşma birbirimiz ile tanışmaya sebep olacak. fakat bu aynı zamanda insanın zaaflarından da birisi: Milletini sevmek. Sülâlesini sevmeyen yoktur, anasını babasını sevmeyen yoktur, genelde söylüyoruz tabi, istisnâlar hariç. Nerede olursa olsun, hangi memleket olursa olsun, falanca sülâleden dediğin zaman insanın ona kanı kaynar. Hattâ bunu da aşarsanız, Türkiyeliyim dediniz mi gurbette iken, hemen adamın içinden sempati gelir, bunu önlemeniz mümkün değil. Bunu Türk de böyle yapar, Arap da böyle yapar. Bu yanlış bir şey değil. Birbirini üstün görmek, en üstün benim, demek işte bu ırkçılık, bu yanlış. “Lâ asabiyyete fi-İslâm.” İslâm’da ırkçılık yok; ama insanın bu zaaf tarafıdır. Bunu önleyici dinimizin hükümleri var.
Batılılar bizim düşünen kafalarımızı, aydın insanlarımızı, yazan-çizen, eser veren insanlarımızı bu noktadan avlamışlar. O zaman tek örnek alınan millet Fransa olmuş. Fransa’ya gönderilmişler. Komutanlarımız orada yetişmiş, ilim adamlarımız orada yetişmiş, bu yazan-çizen insanımızı etkiliyen insanlarımız da orada toplanmış. İşte Jön Türkler diye bir grup kurulmuş. Sultan II. Abdülhamid merhum, Allah rahmet eylesin, dâhî bir devlet adamı, siyaset adamı. Bunları iyi tanımış. İbn Haldun’un dediği gibi, insan nasıl büyüyor, gelişiyor, olgunlaşıyor daha sonra da ihtiyarlıyor ve çöküyorsa devletlerin de böyle bir hayatı vardır. Osmanlı da, tabi 650 sene en uzun ömürlü devletlerden birisidir, olacak bu iş, takdîr-i ilâhî…
Avrupalılar Müslümanları, Osmanlı’yı işte böyle yakalamışlar. Türksünüz, Arapsınız vs. demiş. Milliyetçilik akımlarını körüklemişler, insan da milletini sever, bu zaaf noktasında buluşmuşlar ve Sultan Abdülhamid ile uğraşmışlar. Sen demişler, bu işlere ön ayak olmuyorsun, teşvik etmiyorsun, yardım etmiyorsun… Neticede biliyorsunuz, İttihâd-Terakkî kurulmuş. Esasen içlerinde bazı iyi niyetli insanlar da var; ama alet olmuşlar. Rahmetli Hasan Basri Çantay Hocamızdan işittik biz, mesela Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım Efendi bile masonluğa girmiş. Öyle inandırmışlar, öyle bir akım var. Kültürlü, aydın, okumuşlar vesilesiyle içimize girmişler, içimizden bizi yıkmışlar. Keza Mehmet Akif merhum da bu yanlış akımlara, batılların içine o da girmiş. Safahât‘ında öyle cümleler var ki sonra pişman olmuş tabi. Yine Ahmet Hamdi Aksekî merhum. Bunlar memleketin düşünen insanları, bilgili insanları, düşünen kafaları, bu batılılardan gelen fikriyâtın etkisi altında etkilenmişler. İnsan böyledir, etkisi altında kalır çevresinin. O da mesela, mezhep felan ne demek, diye yazmış çizmiş, sonra tabi raylarına oturmuşlar. Yani böyle etkilenmişler sonra rayına oturmuşlar.
Batılılar oradan girmişler, neticede İttihâd-Terakkî kurulmuş, tabi bunda çok oyunlar var, destekleri var batının. Ve II. Abdülhamid Han’ı devirdiler. Sonra ne oldu? Sonra tabi bir anda, siz Türk iseniz, dedi Araplar, biz de Arabız. Rumlar da, biz Rumuz, efendim şunlar, biz şuyuz dediler ve bir anda koca devlet param parça oldu. Neticede pişman olmuşlar. Abdülhamid Han’a gitmişler, demişler ki, biz çok yanlış iş yaptığımızı anladık, sen yine geç başa. O da demiş ki, öyle bozdunuz ki ben de geçsem düzeltemem.
Batılılar milliyetçilikten gelmişler bozmuşlar. Tabi bir de ilim gerilemiş. Bakın bu torakların fethinden önce genelde derviş âşıklar Anadolu’ya akın etmiş, hazırlamışlar buraları. Hemen sonrasında medreseler kurulmuş, her gidilen yerde medreseler kurulmuş önce. İlim öğretilmiş, ehl-i sünnet öğretilmiş. Dinin esasları öğretilmiş, tabi yalnız ilim de insana yetmez, tasavvuf da bizim iç içe olduğumuz bir meseledir, bu da öğretilmiş.
Hatta bizim Anadolu’ya gelişimiz de, tasavvuf büyüklerimizin emriyledir. Hattâ İstanbul’u fethedişimiz de tasavvuf büyüklerimizin işaretlerine dayanır. İç içeyiz tasavvufla da; ama bunu bozmuşlar. Tasavvuf: Kur’ân’a dayalı, sünnete dayalı, icmâya dayalıdır. Tasavvuf, sahabe-i kirâmın yolu, Peygamber Efendimizin (sav) hayatını yaşamak demek, Kur’ân’ı yaşamak demektir. Bunu da bozmuşlar.
Peki, bilmeden nasıl yaşayacaksın ki! Bu meseleler, bu topraklarda insanlara çok güzel öğretilmiş. İnsanımızın iliklerine kadar işlemiş İslam adeta. Öyle güzel öğretilmiş ki İslâm insanımıza, cemiyetimizde bazı şeyler farkında olmasak bile gelenek-görenek olarak hâlen devam ediyor. Evet, bir dönem gelmiş, “Allah” demek yasak. Biz bu genelgeyi gördük. İsmet Paşa genelge çıkartmış, “Allah” yasak, “İslâm” yasak “Muhammed” yasak, “ahlâk” yasak, “itikâd” yasak, “iman” kelimelerini kullanmayacaksınız, diyor. Genelge çıkartmış böyle, bu derece kökünü kazımak istemişler. İşte böyle bir dönem gelmiş; ama kökten yok edememişler. Osmanlı, Müslümanlığı öyle benimsemiş ve benimsetmiş ki bütün olanlara rağmen, örfleri kaldıramamışlar.
Her şeyi yapmış ama İsmet Paşa, bunları kazıyamamış. Sonra 1950’de, biliyorsunuz Kur’ân kursları açıldı. Tekrar bu kök işe yaramaya başladı.
Şimdilerde ise kişilik eksiliği var efendim. AB’ye gireceğiz diye esaslarımızdan pek çok taviz veriliyor. Hâlbuki onların kültürleri bizden tamamen farklı. Zinâ ve sâir fuhşiyat ayıp sayılmıyor aksine kanunla korunuyor Amerika’da. Evet, Avrupa da şimdi aynı. Bu gibi pislikler, yerin dibine batma sebebidir, yıkılma sebebidir Kur’ân’a göre. Biz Kur’ân’a inanıyoruz. Onlar gibi asla olamayız. Bu sebeple İslâm’a, Kur’ân’a hayranlık var şimdi aşırı derecede. Ama sokaklarımız içler acısı, çırıl çıplak. Avrupa ile hiç bir farkımız yok. Paris sokağı ile İstanbul sokağının hiç farkı kalmamış. Washington’daki sokak ile hiç farkımız kalmamış. Bizi yıkan şeyler, bunlar. Şimdi benliğimiz gidiyor anlıyor musunuz… Yine süt kardeşliği evlenme yasağı sebebi. Ama Amerika’da yoktur böyle bir yasak, batıda da yasak değildir. Dinen, bir kimse sütkardeşiyle evlenemez. Evlenirse ne olur? Zina olur, nikâh da olmaz. Temelimiz, esaslarımız bizim bunlar. Zinâ mahsulü çocukla zinâ mahsulü olmayan çocuk bir olur mu? İyi bir aileden yetişen çocukla bir olur mu? Anarşist olur, kapkaççı olur, devletin başına muzir olur. Evet, kişiliğimizi korumamız lazım. Kişiliğimizi korumanın yolu da İslâm.
İslam’ın itikadını, ahkâmını yok etmek istiyorlar anlıyor musun? Kökümüz bozuldu: ilâhî serbest, zikir serbest; ama akaid yok, fıkıh yok… Haram bilgisi yok… “Kardeş olun!” “Birlik olun!” “Temiz olun!”… Olduk hocam; ama gusül etmesini bilmiyoruz, taharet etmesini bilmiyoruz. Geliyor camiye adam ama abdest yok, gusül yok. Maalesef bunlar öğretilmiyor. Özümüz yok yani. Evet, bu Tanzimat’la başladı, şimdi de öyle bir durum var. Tanzimat’tan beri böyle dinin özü sulandırıldı, gösterişli olan taraflar serbest… Bunlar Türkiye’mizde büyük dertlerimiz, sıkıntılarımız. Demek ki hocalara büyük iş düşüyor. Onlar düzelir, dini güzel şekilde yaşayıp anlatırlarsa inşallah bu işler de düzelecek…
[1] Bkz. Hucurât; 49/13.
[2] Bkz. Hucurât; 49/13.