Yüce Rabbimizin en büyük lütfu kulunu sevmesi, ona İslâm ve îman nimetini ihsan etmesidir.
Allah tarafından sevilmek, O’nu ve Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’i sevmek ne büyük bir bahtiyarlıktır.
Cenâb-ı Hakk İslâm dinini bizim için beğenip seçmiş, bizden de Müslümanlar olarak hoşnut olmuş ve Kitab-ı Mübîn’inde şöyle buyurmuştur:
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğenip seçtim.”[1]
“Allah bu dine, dilediklerini seçecek ve ona gönülden yönelenlere de kendine varan yolu gösterip, hidayet edecektir.”[2]
İki cihan güneşi Peygamberimiz Hz. Muhammed -aleyhisselâm- Efendimiz’in Allah katından getirip haber verdikleri, uygulayıp gösterdikleri, Rabbimizin bizim için beğenip seçtikleridir. Efendimiz’in getirdiklerinden, gönlünde hiçbir darlık ve sıkıntı duymadan hoşnut olup “her şey kabulümdür” diyerek teslim olan kimselere Yüce Rabbimiz, Müslümanlar ismini vermiştir.[3]
Sözlerin en güzeli Rabbimizin sözünü ve Rasûlü’nün davetini kabul edip “Ben gerçekten Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?[4]
Çünkü İslâm, Allah’a ve O’nun biricik Habîbi Efendimiz -aleyhisselâm-’a teslimiyeti, hayatı Kur’an ve Sünnet’e göre şekillendirmeyi emreder.
Bu tercih ve kabul; insanı kurtaracak, Rabbinin rızasını kazandıracak, İslâm’ın izzeti ve güzelliği içerisinde Müslümanlar olarak yaşayıp, Müslümanlar olarak can verip Hz. Muhammed Mustafa -sallâllahu teâlâ aleyhi ve sellem-’e kavuşturacak sonra da Havz-ı Kevser’inde buluşturacak olan bir iman, dönüşü olmayan bir yöneliş ve kulluktur.[5]
Bir mü’min için en büyük saadet; Allah’ın ondan hoşnut olması ve ona kulum diye hitap etmesidir. Çünkü herkes Cenâb-ı Hakk’ın kulu değil, mahlûkudur. Kul; Allah’a iman eden, her takdirine rıza gösteren, O’na yönelen, emirlerini tereddütsüz yerine getiren, yasaklarından itirazsız kaçınarak takva sahibi olan kimseye denir.
İki cihanın saadet ve kurtuluş kitabı Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
“Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rabbinden sakınan takva sahibi kimse içindir.”[6]
Hiç şüphesiz bu mutluluk, tenhalarda bile Rabblerine candan saygı gösteren ve Allah’a yönelmiş bir kalple gelen takva sahibi kimselere mahsustur. Ne mutlu Allah’ın sevip seçtiklerinden olabilen bahtiyar mü’minlere.
Takva; her hususta Hakk’ın rıza ve hoşnutluğunu aramaktır. Takvaya ermenin yolu da Merhum Mahir İz Hocamızın buyurduğu gibi, mü’minin, ömrünce hem kulluk vazifelerini yerine getirmesi, hem de yaratılmışların haklarını gözeterek kendini şu iki düstûrla hesaba çekmesiyle mümkündür:
Üzerimde başkasının hakkı var mı?
Yapacağım iş Hakk’ın rızâsına uyar mı?
Rabbini tanıyan, O’na emrince kul olan kimseye, bu dünyada hoş ve güzel bir hayat bahşedilir. Bu kul ahirette de cennetle müjdelenir. Çünkü İslâm hayatı cennet hayatına eşittir. Hayatını Müslümanca yaşayan; cennetin bekçileri melekler tarafından, Rabbinin hoşnutluk selâmıyla şöyle karşılanacaktır:
“Selâm size! Tertemiz geldiniz! Artık ebedî kalmak üzere girin cennete.”[7]
Eğer kalbin ibresi Allah rızasını gösteriyorsa o kalp doğrudur ve sahibi sâlih insandır. Sâlih insan; kalbini avucunun içine alıp, insanlar arasında dolaşabilen kimsedir. Çünkü kalbin temizliği, alnın temizliğidir. Tertemiz bir Müslümanlık ancak temiz bir kalple mümkümdür. Nitekim gönüllerin tabîbi, iki cihanın yegâne Habîbi Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Dikkatli olunuz. İnsanoğlunun vücûdunda bir tutam et vardır, o sâlih olursa bedenden sudûr edenler sâlih olur; şayet o fâsid olursa ortaya konan bütün ameller de fâsid olur. O ise “kalp” tir.”[8] Hadis-i Şeriften, bütün a’zaların kalbe tâbi olduğu anlaşılmaktadır.
Saadet ve kurtuluşumuz, sâlih ve temiz kalbimizin şahidi olan; güzel ilim, güzel inanç, güzel hâl, güzel amel, güzel ahlâk, güzel iş ve güzel sözümüzle mümkündür. Dünya ve âhiretin nimeti, izzet ve saadeti de, güzel inancın meyvesi; dine hizmetin, sâlih amelin ve güzel ahlâkın neticesidir.
Bütün ulema şu üç özelliğin her Müslümanda bulunması gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Biri olmadan diğerleri noksan kalır. Hepsi beraber olduğunda tamam olurlar. Bu özellikler ise şunlardır:
1-Zulüm ve haksızlıktan, Allah ve Rasûlü’nün razı olmayacağı her şeyden arındırılmış hâlis, tertemiz bir müslümanlık,
2-Temiz gıda, helâl lokma,
3-Amellerde sıdk-u sadakat, ciddiyet ve samimiyet.[9]
İslâm toplumunun tarihteki izzet ve itibarını yeniden kazanmasının yolu, İslâm’a bütünüyle sarılmak ve hayatını İslâm’a hizmete vakfetmekle mümkündür. Ancak bu takdirde Allah’ın rızası ve yardımı kazanılacak, dilekler tamamıyla tahakkuk edecektir.
Doğruların doğrusunu gösteren kitabımız Kur’an-ı Kerim’de buyrulmaktadır ki:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ın dinine, Peygamber-i Zîşânına yardım ederseniz; Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı Hakk’da sâbit kılar.”[10]
“Allah size yardım ettiği takdirde; artık sizi kimse yenemez.”[11]
“Siz Sırat-ı Müstakîm de oldukça hiçbir sapık size zarar veremez.”[12]
Demek ki ilâhî rahmetin tecellîsi, yardım ve zaferin garantisi, Rahmet Peygamber’inin azîz ümmeti olmanın şiârı Allah’ın dinine, sevgili Habîbi’ne hürmet ve hizmetle mümkündür. Allah’ın dini için çalışmayı bıraktığımızda zillet ve perişanlık bulutları üzerimize çökecek, yeniden dinimize dönünceye kadar çekilip gitmeyecektir.
Rabbimize karşı kulluk vazifelerimizi yerine getirdiğimiz, yaratılmışların hukukuna riâyet ettiğimiz, O’nun dini İslâmiyet’e hizmetin heveslisi ve dertlisi olduğumuz takdirde, ilâhî rahmetin tecellî edeceğine, va’d edilen yardımın geleceğine gönülden inanılmalıdır. Çünkü “Allah’ın va’di haktır.”[13] Bize düşen: “Hamd olsun Sana ya Rabb! Sen Hakk’sın, Senin va’din de hakk, Sana kavuşmak da hakk, sözün de hakk. Sana teslim oldum ey Rabbim! Sana iman ettim, Sana tevekkül ettim ve Sana yöneldim.”[14] diyerek, günde beş vakit Cenâb-ı Hakk’ın divanına durup ve O’nun dinine hizmeti aşka dönüştürerek şöyle duâ etmektir:
“Allah’ım!.. Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.”[15] Yüce Rabbimiz ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.
İslâm nimetinin, Peygamber emanetinin kıymetini bilmek ve şükrünü edâ edebilmek, ancak onu öğrenmek, yaşamak ve yaşatmakla mümkündür. Ümmetinin dertlisi, duâcısı ve Rabbi katında şefaatçisi olan Peygamber Efendimiz buyururlar ki:
“Bir kimse Müslümanlığı yaşatmak gayesiyle ilim yoluna girer de tahsil esnasında ölürse; cennette onunla peygamberler arasında bir derece fark vardır.”[16]
“Bir kimse bütün arzusu dünya olarak sabahlar ve bu arzu üzere uyanırsa Cenâb-ı Hakk onun işini perişan edip rahatını selbeder/söküp alır.”[17]
“Kim Müslümanların derdiyle dertlenmezse onlardan değildir.”[18]
Kimse dertli müslümana yaklaşmak ve derdini paylaşmak istemiyor. Dertsiz insan aranıyor. Yük almaya değil de yük olmaya; hizmete değil de nimete, gayrete değil de ganimete talip oluyoruz da Peygamberimizin şu fermanını unutuyoruz:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Kardeşine zulmetmez, kardeşini düşmana teslim etmez.
Kim din kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir, ona yardım eder.
Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple kıyamet gününün sıkıntılarından birini giderir.
Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”[19]
Sözlerin en güzellerini ve İslâm prensiplerini Hz. Muhammed -aleyhisselâm- Efendimizden duyduklarında, hoşnut olup cânı gönülden kabul ederek İslâm’ın güzellikleriyle hayat bulan Peygamberimiz’in can dostları Ashâb-ı Kirâm, iki dünyada azîz ümmet olmak için Allah ve Rasûlü yolunda, dine hizmet uğrunda, Allah’ın biricik Habîbi’nin beraberliğini tercih ettiler. Candan, serden ve yârdan geçerek Medine-i Münevvere’ye hicret ettiler. Zorluk çektiler; gevşemediler, üzülmediler, kardeşlik bilinciyle, izzet ve onurla yaşadılar, daima Allah’ın rızasını gözettiler. Böylece saadet asrının yıldızları ve hidayet kandilleri oldular. Çünkü Peygamberlerini örnek aldılar. Gittikleri yere hakkı ve hayrı taşıdılar, hayırlı işler başardılar ve hayırla anıldılar.
Nitekim Hz. Ömer -radıyallahu anh-’dan rivayet edildiğine göre bir gün bir evde otururlarken arkadaşlarına:
—Cenâb-ı Hakk’dan bir şeyler isteyiniz, temennî ediniz, dedi. İçlerinden birisi:
—Allah yolunda infak etmek için şu ev dolusu altınım olsun istiyorum! dedi. Hazreti Ömer:
—Daha isteyin! dedi. Bir başkası:
—Şu ev dolusu inci, zeberced ve yâkûtum olsun, Allah yolunda infak edeyim, bunu istiyorum! dedi. Hz. Ömer -radıyallahu anh-:
—Daha isteyin!” deyince,
—Bu sözleriyle Emîrü’l Mü’minîn ne demek istiyor, anlamıyoruz! dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer -radıyallahu anh-:
—Ben ki; şu ev dolusu Ebû Ubeyde bin Cerrah gibi ricâl istiyorum! Nereye göndersem, hayırlı işler başarsın…[20]
Yüce Rabbimiz, Peygamberimizin ahlâkıyla ahlâklanmış, İslâm’ın hizmetine kendini vakfetmiş ve Hakk’ın rızasına sevdalanmış Ashâb-ı Kirâm’ı ve onlara tâbî olanları, sözlerin en güzelinde bizlere şöyle tanıtmaktadır:
“Mü’minlerden öyle erler vardır ki; Allah’a verdikleri söze bağlı kaldılar. İşte onlardan kimi bu uğurda canını verdi ve kimi de sırasını beklemektedir. Onlar, hiçbir şekilde verdikleri sözü değiştirmediler.”[21]
Peygamberimizin ümmeti, bütün insanlık için Allah’ın beğenip şeçtiği; iyiliklerin, güzelliklerin örnekleri ve önderleri olmuş en hayırlı bir ümmettir. Çünkü kendilerine “Rabbinizin indirdiği nedir?” diye sorulunca, “Nimetin ve hayrın tamamını ve kemâlini indirdi.” dediler.[22] Buna gönülleriyle inandılar, bu nimet ve hayrı hayatlarına taşıdılar, insanlığın iyilik rehberleri, Allah’ın dini için seçtikleri ve Kur’ân’ında övgülerin en güzeliyle övdüğü sâlih kulları, Rasûlü’nün en hayırlı ümmeti oldular: “Siz, insanlar için (insanların faydası için seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. Çünkü Allah’a inanıyorsunuz.”[23]
Ümmet-i Muhammed –aleyhisselâm- bütün insanlık için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmettir. Bütün insanlığa; doğruları ve yanlışları öğretme ve emretmeyle vazifelidir. Bu ise yönetilen olarak değil, yöneten olarak îfa edilebilecek bir görevdir.
Yüce Allah’ımız, “dünyaya sâlihlerin sahip çıkmasını” istemektedir ki, salâh ve felâhın takipçisi olsunlar.[24]
Biz, Müslümanlar olarak dünya insanlığının yönetimi ile vazifeliyiz. Bütün insanlık bizden sorulur. Dolayısıyla sürü değil, çobanız. Bu vazifemizin gereği ne ise o uğurda; sabır, sebat, azim, ilim, amel ve ihlâsla yürürüz.[25]
Allah’a karşı kulluk görevlerimizi yerine getirelim. Yaratılmışların haklarını gözetelim. Mü’minlerin, kardeşlik haklarını korumada, perde olmaksızın, Rabblerinin huzurunda hesaba çekileceklerini unutmayalım. İzzet ve şerefin Allah’ın dinine, Peygamber-i Zîşânına hizmetle kazanılacağının bir Kur’an hükmü olduğunu hatırlayalım. Cenâb-ı Hakk’ın ve Rasûlü aleyhisselâmın hoşnut olacağı şekilde yaşayalım. Böylece Allah’a kul, Peygamberimiz Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’sına ümmet olma izzet ve şerefine kavuşalım. Bu izzet ve onurla yaşayarak iki dünyada da azîz ümmet olalım.
[1] Maide:5/3
[2] Şûra:42/13
[3] bkz. Hac:22/78
[4] bkz. Fussilet:41/33
[5] bkz. Âl-i İmran:3/102,110; Münafikun:63/8
[6] Beyyine:98/8
[7] Zümer:39/73
[8] Buhârî: Kitabu’l- İman
[9] Rûhu’l Beyân 2/17
[10] Muhammed:47/7
[11] Al-i İmran:3/60
[12] Maide:5/105
[13] Lokman, 31/33
[14] Buhârî, Teheccüd,1
[15] Fatiha, 1/5
[16] Darîmî
[17] Kenzü’l İrfan, H:668
[18] Hakim el-Müstedrek
[19] Buhari: Mezalim 3; Müslim: Birr 58
[20] Tabakat, 3/413; Ashâb-ı Kirâm, Ramazanoğlu Mahmud Sami (k.s)
[21] Ahzâb:33/23
[22] bkz. Nahl:16/30, Maide:5/3
[23] Âl-i İmran:3/110
[24] bkz. Enbiyâ 21/105
[25] bkz. Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK, Müslümanın Değişmez Mesleği KULLUK, s: 23