İçeriğe geç
Anasayfa » İLİM NEDİR?

İLİM NEDİR?

İslâm’da ilâhî ve beşerî bilgi yanında bilim için de kullanılan ve pek  kapsamlı bir terim olan “ilim” ismi, sözlükte “bilmek”, “bilgi” ve “bilim” karşılığında kullanılır. Daha kadim kaynaklarda “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin  itikad, bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, onu oldu­ğu gibi bilmek, ondaki gizliliğin orta­dan kalkması, eşyanın külli ve cüz’i yönleriyle kavranmasını sağlayan bir sıfat” gibi değişik şe­killerde tarif edilmiştir. “Bilgisizliğin yani cehaletin karşıtı” biçiminde de tanımlanır.

Aynı kökten türeyen “âlim, alîm, allâm ve allâme, ma’Iûm, malûmat, muallim, müteallim, muallem” kelimeleri “ilim” masdarından türeyen kavramlardır.   “Alîm”  sıfatının  Allah (c.c) için kullanımı daha yaygındır. Aynı şekilde “allâm” da Allah (c.c.) için kullanılırken,  “allâme” insanlar için kullanılmaktadır.

Kök harf­leri aynı olmakla beraber “ilim” masdarından türemeyip bilgi anlamıyla dolaylı ola­rak bağlantılı olan “alem, alâmet ve âlem” gibi  kelimeler de vardır.   İr­fan /marifet, fıkh /tefakkuh, hibre, şuûr ve itkân gibi kelimeler de,  sözlük manaları itibariyle “bilmek” mânasına gelir. Ancak kazandıkları anlamları itiba­riyle hem bilgi ve hem de bilgide kesinlik dereceleri bakımından farklı bağ­lamlarda kullanılmaktadırlar.

“Marifet” ilimden daha özel bir an­lama sahiptir. Çünkü marifette bilme fii­linin yöneldiği nesne tektir, ilimde ise bil­menin konusu umumidir. Ayrıca marifet­te “unutulan şeyin hatırlanıp tanınması” anlamı olduğundan marifetin kar­şıtı inkâr, ilmin karşıtı ise cehil olarak gös­terilir.

İlim ke­limesi, ilimler tarihi boyunca “belli bir alana ait sistemli bilgi birikimini ifade eden disiplin” mânasında kullanılmıştır. Fen terimi ise herhangi bir ilmî disiplini yahut bir ilme ait alt disiplinlerin her birini ifade eder.   Modern dönemde çok defa din ilimleri için “ilim”, modern bilim için “fen” isimlerinin kullanımı tercih edilmiştir.

Kur’an’da İlim: Kur’ân-ı Kerîm’de ilim kökünden türeyen kelimele­r yaklaşık yedi yüz elli yerde geçer.  Bu durum, bilginin ve bilme faaliyeti­nin Kur’ân açısından ne kadar önemli olduğunu gösterir. Kur’ân-ı Kerîm’de ilim kavramı çok defa “ilâhî bilgi” ya­hut “vahiy” anlamında kullanılır.  Ay­rıca insanın vahiy kaynaklı malumatını ve öğrenme melekesiyle kazandığı dünyevî ilimleri ifade eden çeşitli ayetler de vardır.

İlgili ayetler şu noktalara dikkat çeker: Gerçek ilim sahipleri,  muhatap oldukları ilahi bilginin doğruluğuna inanırlar. Bunun yanında gerçeğin ne olduğu konusunda bilgisizce tartışanlar ve Allah’a karşı muhalif tu­tum takınanlar kötü bir du­rum ve anlayışta bulunurlar.  İlim sa­hibi olmadıkları için bu hale düşenler sa­dece zanna/vehimlere uymaktadır. Hâlbuki onlar, acı azabı tatma vakti gel­diğinde gerçeği kesin bir ilimle/ilme’l-yakin bilecekler, bu kesinliği müşahede/ayne’l-yakin ve yaşayarak bilme/hakka’l-yakin derecelerinde idrak edeceklerdir. Kıyamet gününde her insan, gelecek yani Ahret için ne hazırladığını ve geride ne­leri bıraktığını da bilecektir. İlâhî hakikat konu­sunda kendilerine ilim verilenler ve o ilim­de derinleşenler farklılık arzederler.  Her âlimin üzerinde daha fazla bil­giye sahip başka bir âlim vardır.

Allah’ın ilmi, mutlak ve kâmildir.  Her şey 0’nun ilmiyle gerçekleşmektedir. İnsan bir nimete ulaştığı zaman,  “Bu bana kendi yeteneğim ve bilgimden dolayı verildi” diyerek yaratılışa hük­meden ilâhî karar ve kanunları yok saymamalıdır.  Çünkü Allah, Peygamber’inden, “Allah’ın hazineleri benim ya­nımda değil, bende gaybın bilgisi de yok” demesini istemiştir. Al­lah’ın mutlak ilmine göre olup biten ha­diselerde âlimler için deliller ve ibretler var­dır. Allah’ın bir takım hakikatleri beyan için verdiği örnekleri ancak âlimler akleder ve yine âlimler, O’na hakkıyla saygı duyarlar.

Kur’an’da, doğrudan doğruya insanın zihnî melekeleri sayesinde elde ettiği bil­me, anlama, farkına varma, hatırlama gibi faaliyetleri için de ilim kökünden türeyen fiil­ler kullanılmaktadır. Meselâ “sebt/cumartesi günü”nün kutsallığını ihlâl eden İsrâiloğulları’nın bu dünyada aldıkları ilâhî cezayı göz­lemleyip fark edenler için olayı hatırlayıp bilmişler, denilmiştir. Yine İsrâiloğulları, kendileri için mucizevî şekilde yerden fışkıran on iki pınarı görünce her kabile hangi pınar­dan içeceğini bilmiştir, denildi.  Hırsızlıkla itham edilen Yû­suf’un kardeşlerinin Mısırlı yetkililere tep­kilerini ifade eden âyette “ilim” fiili, zihnî çıkarıma yahut göz­leme dayalı bilgiyi; bir kimsenin ne dedi­ğini bilmeyecek kadar sarhoş olduğu du­rumda namaza durmaması gerektiğini belirten âyette de fiilî şu­urluluk halini ifade etmektedir. Allah’ın gök cisimlerinin hareketi için belirli ko­naklar tayin etmiş olmasının insanların takvim ve hesabı bilmelerine yönelik ol­duğunu bildiren âyette sözü edilen ilim, sırf aklî bilgidir. İnsanın doğduğunda hiçbir şey bilmediğini ileri yaşlılık dönemine ulaşın­ca da bildiklerini bilmez duruma geldiği­ni ifade eden âyetlerde tecrübî birikime dayalı bilgilere işaret edil­miştir. Kur’an’da bilenlerle bilmeyenle­rin kesinlikle bir olmayacağı belirtilmekte “Rabbim. İlmimi art­tır!” diye Allah’a yakarmamız öğütlenmektedir. Kur’an, bir yö­nüyle kendini Allah’tan gelmiş bir bilgi şeklinde tanımlarken ortadan kaldırmayı hedeflediği zihniyeti de “câhiliye” olarak nitelemekle hem zihnî hem de ahlâkî gelişmişliğe vurgu yap­maktadır.

Hadislerde İlim: İlmin anlamı, önemi ve işlevi hadisler­de de vurgulanmıştır. Her şeyden önce İslâm ümmetinin benimsediği değerler sisteminin devamlılığı ilme bağlı olduğu için Hz. Peygamber ilmi yüceltmiş ve teş­vik etmiş, meselâ özellikle öğrenme ihtiyacı olan insan için ilmin/öğrenmenin nafile ibadetten daha üstün olduğunu söylemiştir. Hadislerde, ilim öğrenme yolunda olanlara peygamberlerinin yaptığı gibi ilimlerinin artması için Allah’a yakarma­ları öğütlenir. Âlimler, bildiklerini hem kendileri hem de insanlar için İslâmî ölçüler içinde ya­rarlı kıldıkları oranda ilim onlar için bir üstünlük vesilesi kabul edilir. Nitekim “İlim zeval bulmaz, ancak ulemâ zeval bulur.” denilmiştir. Ayrıca hadislerde, bilginlerin, ulemanın azalması veya yok olmasının İslâm ümmetinin istikamet ve akıbeti için son derece kötü sonuçlar do­ğuracağı bildirilir. Âlimleri peygamberlerin vârisleri olarak gösteren hadis, âlimlerin de peygamberler gibi büyük sorumluluk taşıdıklarına işaret eder. Buna göre ilim sahipleri, peygamberin artık cismen var olmadığı zamanlarda dinin değişme­yen ilkelerini yaymak, savunmak ve öğ­retmek durumundadırlar. Böylece âlimler ilim sahibi olmakla belli bir görev ve sorumluluk yüklenmiş olurlar.

Rasûl-i Ekrem bilgi edinmenin, edinilmiş bilgileri öğret­menin ve aktarmanın taşıdığı önemi ifade buyururken, peygamberlerin mirasçısı olmaktan ge­len söz konusu vazifelerin yerine getirilme­sini bildirmiştir.  İlim bizatihi bir değer olsa da ilim-amel ilişkisine vurgu yapan hadisler bilginin insanlığı itikadî, ahlâkî, estetik, ekonomik vb. yönlerden daha yüksek se­viyelere taşıması gerektiğine işaret etmektedir. Nitekim davranış ve uygulama planında somutlaşmayan bilginin insan için yararı olmaz.

Sonuçta zihnini doğru bilgiler­le, kalbini Allah’a karşı saygı ve sorumlu­luk şuuruyla ve hayatını hayırlı amellerle donatanlar “faziletli ulema/erdemli bilginler”, ama sadece dünyevî emellere ulaşmayı amaçlayan ve zaman zaman bu amaç uğruna bilgisini kötüye kullananlar da “erdemsiz bilgin­ler” adını almıştır.

Şer’î İlim­ler: İslâm kültüründe ilim kavramının çe­şitli İlmî disiplinlerin gelişimiyle kazandığı terim anlamları kelimenin Kur’an ve ha­disteki kullanımından geniş ölçüde etki­lenmiştir. Her ne kadar İslâm dünyasın­da gelişen ilimler kendilerine has konu, amaç ve bakış açılarıyla ilim kavramını farklı problemler yönünden tahlil etmiş­se de sonuç olarak ilmin tanımına yöne­lik çabalar bir şekilde Kur’an’ın anlam da­iresiyle irtibatlı olarak gerçekleşmiştir.

“Kur’an ilimleri”, Kur’an’ın anla­şılması ve tefsir edilmesi için gerekli olan ve daha sonraki dönemlerde tefsir usulü­nün temel meselelerini teşkil eden “resmü’l-Mushaf, kırâatü’l-Kur’ân, esbâb-ı nüzul, nâsih ve mensuh, garibü’l-Kur’ân, i’câzü’l-Kur’ân, aksâmü’I-Kur’an, i’râbü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir, fezâilü’l-Kur’ân” gibi ilimlerdir

Kur’an ilimleri tabiri, ilk dönemlerde belli konulara ilişkin araştırmalara verilen bir isimken zamanla bü­tün Kur’ânî meseleleri kapsayan müsta­kil tefsir usulü çalışmalarının adı olmuş, sonraları Kur’an ilimleri yerine “tefsir usulü” tabirine de yer verilmiştir.

Hadis literatüründe ilim kavramı mer­kezî önem taşıyan terimlerden biri ol­muştur. Esasen ilk dönemlerde ilim keli­mesinin kapsamına Kur’an, hadis ve fık­hın girdiği, fakat sonraları bununla daha çok hadisin kastedildiği anlaşılmaktadır. İmam Mâlik’in öğrencisi İbn Vehb geniş hadis bilgisi sebebiyle “ilmin divanı” diye anılmaktadır. Buhârî’nin el-Câmi’iı’s-sahîh’inde “Kitâbü’l-ilm”in “Kitâbü’l-îmân”dan hemen sonra gelmesi onun konuya ne ka­dar önem verdiğini göstermektedir.

İlim kelimesi ve türevlerinin hadis lite­ratüründe kazandığı terim anlamı genel olarak bütün yönleriyle din bilgisi, özel olarak da hadisler ve onların rivayetiyle ilgili olmuştur. “Talebü’l-ilm, tahammülü’l-ilm, takyîdü’l-ilm” gibi terim­ler hadis İlminin öğrenim, öğretim ve ak­tarım metotları için kullanılmıştır.

Fıkıhta ilim kavramının kullanılışı, fıkıh ve ilim kelimeleri arasındaki anlam ortak­lığına dayalı olarak gelişmiştir. Fıkhın söz­lük anlamı “bir şey hakkındaki bilgi ve an­layıştır. İlim ve fıkıh terimleriyle ilk dö­nemde genel olarak dinin anlaşılması kastediliyordu. O devirde “dini doğru an­lamak, anlatmak, dinî bilgilerde derinleş­mek” gibi manalarda kullanılan “tefakkuh fi’d-dîn” gibi tabirler, dinin hem itikad hem muamelât yönüne dair bilgilerin tamamını kapsamaktaydı; ilim kelime­siyle de dinî konulardaki bilgiler kastedi­liyordu. Nitekim Hz. Ömer’in vefatı üzeri­ne İbn Mes’ûd’un, “Onunla birlikte ilmin onda dokuzu gitti” dediği rivayet edil­mektedir

Kelâm alanında ilim kavramı hem teolojik hem epistemolojik açıdan ele alın­mıştır. Allah’ın ilim sıfatının ezelî olup ol­madığı hakkındaki tartışmalar kavramın teolojik boyutuna işaret etmekte, insan bilgisinin mahiyeti ve kaynağı gibi mese­leler ise epistemolojik çerçevede ele alın­maktadır. Dolayısıyla kelâm geleneğinde ilim kavramı daima ilâhî ve beşerî bilgi problemine atıfta bulunmaktadır. Hadis veya fıkıhtakinin aksine kelâm konusu olarak ilim, bilgi kavramının analizini ge­rektiren temel kelâmı meseleyi ifade eder. Kelâmcının sorusu neyin ilim oldu­ğu değil, ilmin ne olduğudur.

Kelamcılar, bilgi türlerini Allah’ın ilmi ve ya­ratıkların ilmi şeklinde ikiye ayırmışlardır. İlki kadîmdir, in­sanın bilgisi de kendi içinde zarurete da­yalı bilgi ve istidlale dayalı bilgi olarak bölümlenmiştir.

Tasavvuf terminolojisinde ilim kavramı genellikle marifet kelimesiyle münasebe­ti bakımından anlam taşımıştır. Bilgiyi, bir rivayetin aktarılmasına veya zihnî çı­karıma dayalı bir hüküm olarak görmek­ten ziyade “manevî aydınlanmaya yahut kesinlik tecrübesine (yakin) yol açan bir nur” şeklinde tanımlayan tasavvuf ehli, Allah’ın nurundan yansıyan bu ışığı “kalp gözü” dediği manevî yeteneğin hakikati görmesi için zorunlu kabul etmektedir. Bu durumda sûfîlerin marifet dedikleri bilgi, manevî tecrübe (zevk) olarak yaşa­nan zâhidâne hayat tarzının, ahlâkî te­mizliğin arındırdığı insan ruhuna yansı­yan aydınlanma sürecidir.

Kuşeyrî gibi tasavvuf geleneğinin tarihini yazan âlimler marifeti ilimle eş anlamlı saymış, Gazzâlî’nin önemli kaynaklarından olan Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kütü ‘l-kulûb’ünde ilim üstün bir değer olarak ele alınmış, tasavvufî bilgi de “marifet ve yakin ilim­leri” şeklinde tanımlanmıştır. Bunların yanı sıra Muhâsibî’nin Kitâbü’l-İlm, Hakîm et-Tirmizî’nin Kitâbü Beyâni’l-ilm, Gazzâlî’nin İhyâ’sının “Kitâbü’l-ilm” bölümü gibi çalışmalar, sûfîlerin ilim kavramına yaklaşımını ve ona atfettikleri önem gösterir.

İlimlerin Tasnifi: İlimlerin alan ve sınır­larını birbirinden ayırmak, bu alanlar ara­sındaki ilişkileri belirlemek, farklı ilimlere ait birikimleri sistematik şekilde değer­lendirmek ve nihayet eğitim sisteminin temel müfredatını oluşturmak üzere İs­lâm düşünür ve bilginleri çeşitli dönem­lerde ilimleri tasnif etme yoluna gitmiş­lerdir. Ayrıca tarihî gelişimleri içinde ilim­lerin Öncelikle din ilimleri ve felsefî ilim­ler şeklinde temel bir ayırıma tâbi tutul­ması din-felsefe ilişkisi problemini dai­ma canlı tutmuş, bazı düşünürler tasnif­lerinde dinî ilimleri, bazıları da felsefî ilim­leri ön plana çıkarmış, büyük sentezler peşinde olanlar ise kapsamlı tasnifleriyle bu problemi aşmayı denemişlerdir. Fârâbî varlık alanlarını cismanî olan ve olma­yan şeklinde ikiye ayırmış bu ayırım onun ilim­ler sisteminin zeminini oluşturmuştur.  Gazzâlî din ilimlerini yeniden canlandırma niyetinin gereği olarak bu ilimleri merkeze almış ve felsefî ilimlerin değerini din bakımın­dan ifade ettiği anlam ve yarar açısından belirlemiştir.

İlimler önce­likle naklî ve aklî olmak üzere ikiye ayrılır. Naklî ilimler tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tasavvuftan oluşmaktadır. Bunlardan tefsir, hadis ve özellikle fıkıh için ayrıca usul ilmi söz konusudur. Aklî ilimler ise önce na­zarî ve amelî olarak bölümlenir. Nazarî ilimler ilâhiyyât (metafizik disiplinler), riyâziyyât (matematik ilimler), tabîiyyât (fizik ilimler) şeklinde tasnif edilmiştir. Amelî ilimlerse ahlâk ilmi, tedbîrü’l-menzil (ev idaresi) ve siyasetten teşekkül etmektedir. “Medenî ilim” (sosyal-siyasal bilim) ola­rak da anılan ve erdem fikrini esas alan amelî ilimlere paralel biçimde tarih yön­temine dayalı olan ve iktisadî konuları da içeren sosyoloji, İbn Haldun’un verdiği “ümran ilmi” adıyla klasik şemaya dahil edilmiştir.

Naklî ilimlerden tefsir, esas itibariyle Kur’an ilimleri denilen çeşitli disiplinlerin birikimi üzerine inşa edilmiş olduğundan bu ilimler tefsir ilmi için bir bakıma usu­le ait disiplinlerdir. Tefsir ilmi literatürü, kendi içinde rivayet ve dirayet tefsirleri olmak üzere iki kategoride değerlendiril­miştir. Hadis ilmi de rivâyetü’l-hadîs ve dirâyetü’l-hadîs (ulûmü’l-hadîs) şeklînde ikiye ayrılır.  Fıkıh ilmi, amelî hükümlerin feri denilen ayrıntılı kısmı­nı incelerken fıkıh usulü, bu fer’î hüküm­lerin kesinlik ifade eden icmâlî delillerin­den nasıl çıkarılacağını ortaya koyar. Fıkıh usulü içinde alt disiplinler arasında cedel ve hilaf ilmi ve ferâiz gibi disiplinler de vardır.

İslâm ve Modern Bilim: İslâm medeni­yetinin Ortaçağ insanlık birikiminin şart­larında parlak bir bilim geleneğine sahip olduğu modern araştırmaların ortaya koyduğu bir gerçektir. Nitekim müslümanların Ortaçağ boyunca meydana ge­tirdiği bilim mirasının Latince ve İbrânîce’ye çevrilerek Batı’ya aktarılması, Av­rupa kıtasında yepyeni bir ilim ve eğitim anlayışının doğmasında önemli rol oyna­mıştır. Batılı bilginlerin İslâm bilimine gösterdiği yoğun ilgi bu birikimi önemli bulmalarının bir sonucudur. Çeşitli sosyal, siyasal ve kültürel gerginliklerin ihtiyaçları, ihtiyaç­ların ise çare arayışlarını belirlediği bu dö­nemde yenilikler peşinde koşma temayü­lü artmıştır.

Batı’da söz konusu gelişmeler olurken İslâm toplumunun yeni medeniyetin mensupları karşısında mâruz kaldığı as­kerî yenilgilerin sebebini anlamaya çalış­tığı döneme kadar bu gelişmelere kayıt­sız kalması, Batı ve İslâm medeniyetleri­nin arasında hızla artan bilimsel ve tek­nolojik bir mesafenin oluşmasına yol aç­mıştır. XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyı­lın başlarında İslâm dünyasının bilgin ve düşünürleri bu mesafe karşısında İslâm ve bilim ilişkilerini yeniden ele alma ihtiyacı duymuşlardır Gü­nümüzde Seyyid Hüseyin Nasr, Nakib el-Attâs, İsmail Râcî el-Fârûki gibi düşünür­ler Batı biliminin değerden bağımsız ol­madığını, “Batı’nın bilimini alıp ahlâkını terketmek” şeklinde formüle edilen mo­dern İslamcı tez yerine bilimin Batı’da gelişen modern biçimiyle İslâmîleştirilmesi gerektiğini sa­vunmuşlardır. Nasr ve Attâs, İslâm’ın tasavvufî-irfânî geleneğine dayanarak mo­dern zihniyet dünyasını ve modern bilimi felsefî zeminde kullanan pozitivizmi eleş­tirmişlerdir.