Yüce dinimiz İslâm, sonsuza dek devam edecek olan yegâne dindir. O, insan için gelmiş ve hayatı Allah’ın rızasına uygun şekilde yaşamayı sağlamak için gönderilmiştir. O, insana iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini, doğruyu ve yanlışı gösteren ilâhi bir lütuftur. İslâm dini bütün dinler ve beşeri sistemler içinde devlet başkanından hizmetliye kadar her mükellef kişinin sorumluluğunu en ince ayrıntısına kadar belirleyip insanlığa ilân eden yegane hayat nizamıdır. Bu bakımdan inanan insan İslâm’ın kendisine sunduğu, yüklediği tüm görevleri yerine getirmek ve hayatının her safhasında mesuliyet duygusunu taşımak zorundadır.
Mesuliyet, kişinin kendi istek ve iradesiyle yaptığı işlerinde “Allah Teala’ya hesap vereceğim” düşüncesinde olmaktır. Dinimiz İslâm, her insanın bir iradesi ve bu iradesini kullanacak hürriyeti bulunduğunu bizlere bildirmiştir. İnsanın iradesini kullanabilme hürriyeti belki de dünya hayatında kendisine verilen en büyük emanettir. Her emanet yanında bir mesuliyet getirdiği gibi, kişinin iradesini kullanmak suretiyle yapacağı işlerin tamamından da mesul tutulacağı bizlere bildirilmiştir.
Peki, insana niçin bu ağır vazife yüklenmiştir. Çünkü insan, kâinatın en değerli, mümtaz ve müstesna varlığıdır. Zira o, Yüce Allah’ın kudret eliyle yarattığı ve kâinatta kendisine halife kıldığı, kendine muhatap kabul edip peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla konuştuğu tek varlıktır. Bu denli imtiyaza sahip olan insan; kendisine sunulan bunca nimetlere sahip olmasının elbette bir bedeli, bir şükrü olduğunu bilmelidir. İşte bu bilme keyfiyeti onu Allah’a hesap verme şuuru içinde hayatını düzenlemek ve sürdürmek zorunda bırakır. Onu diğer varlıklardan farklı kılan vasfı da budur zaten.
Öyleyse her Müslüman yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden hem kendisini hem de çoluk çocuğunu korumaya[1] çalışmakla görevlidir.
Kişiye, sadece kendisini Allah’ın azabından kurtarmasının yeterli olamayacağı, gücü yettiğince ailesini de Allah’ın sevdiği kullar şeklinde yetiştirmesi gerekliliği bildirilmiştir. Şayet onlar cehennem yolunu tutmuşlarsa, kişi, gücü nispetinde onlara engel olmaya çalışmalıdır. Onların sadece bu dünyadaki refahlarını değil, ahirette cehennemin yakıtı olmamalarını da düşünmelidir. Buharî’de İbn Ömer’den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Hepiniz yöneticisiniz ve yönettiklerinizden sorumlusunuz. Hükümdar halkından, erkek ailesinden, kadın kocasının evinden ve çocuklarından sorumludur.”
İslâm’a göre sorumluluk kişinin teklife muhatap oluşu ile başlar. Yükümlü sayılmayan kişilerin sorumluluğu söz konusu değildir. Sorumluluğun temel şartlarını şu şekilde sıralayabiliriz:
- a) Erginlik b) Akıl c) Özgür irade d) Bunlarla birlikte tebliğ
Çocuklar ve delilerin niçin yükümlü sayılmadıklarının cevabı da yukarıda sıralanan maddelerden anlaşılmaktadır. Çocuklar ergenlik çağına ulaşmadıkları sürece mesul tutulmazken, akıl nimetinden nasibi olmayan deliler de bu mesuliyetten muaftırlar.
Son maddede de belirtildiği üzere mesuliyetin olmazsa olmazlarından biri kişiye tebliğin ulaşmasıdır.
Yüce Mevlâmız da Kur’an-ı Kerim’inde bu konuya şu Âyet-i Kerimeyle temas etmiştir:
“(Ey Habibim) Eğer biz onları (Kitap indirmeden) önce bir azap ile yok etmiş olsaydık (kıyamet günü onlar:) Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de alçalıp, zillet ve perişanlığa uğramadan ayetlerine uysaydık (ne iyi olurdu) diyeceklerdir.”[2]
İşte inkarlarında ısrar eden zavallılara böyle bir söz hakkı tanımamak için her millete kitap indirilmiş ve peygamber gönderilmiştir. Dolayısıyla da sorumluluk kaçınılmaz olmuştur
Nelerden Hesaba Çekileceğiz
Yüce Allah insanoğluna kendisine verdiği nimetlerin hemen hepsinden hesaba çekileceğini kitabında gayet açık bir şekilde bildirmiştir.
“Sonra o gün (kıyamet günü), size verilen nimetten sorguya çekileceksiniz.”[3]
Rabbimiz, bu nimetleri nasıl kazandığımızın, onları nerede sarf ettiğimizin bir bir hesabını vermemizi emredecektir. İşte insan haramdan, hortumdan, vurgundan, gasptan, ihtikardan ve bütün haksız kazancından, haklara el uzatmaktan, kul ve millet hakkını yemekten kısaca alıp verdiği her nefesten dahi teker teker sorulacaktır. Onun için sorumluluk bir bütün olarak düşünülmelidir. Nasıl ki; İslâm dünya hayatının her zerresine müdahale eder, bu şekilde her zerre için de hesap verilmesini ister. Dolayısıyla dünya hayatımızı ahiretten kopuk bir şekilde düşünmek kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Efendimiz bu noktayı şöylece açıklamıştır:
“İnsanoğlu dünyada ektiğini ahirette biçecektir. Sağlığından, gençliğinden, gücünden, güzelliğinden, zenginliğinden, fakirliğinden kısaca her şeyinden mesul tutulmuştur. Kendisine bahşedilen nimetleri nerelerde ve nasıl kullandığından, servetini nereden ve nasıl kazandığından ve bu serveti nerelere ve nasıl sarf ettiğinden sorguya çekilecektir.”
İslâm dini öncelikle şahsî sorumluluğu benimseyen bir dindir. Yani her fert evvelâ kendi yaptıklarından sorumludur. Yahudilikte olduğu gibi kendi günahlarını bir günah keçisine yüklemez. Hıristiyanlık inancındaki gibi insanoğlu dünyaya Hz.Âdem’in işlediği suçu çekmek de için gönderilmemiştir. İslâm’da herkes kendi amellerinden mesuldür. Fakat kulun fiilleri hayatta bazen kişinin kendini aşan neticeler doğurabilir. Efendimizin de buyurduğu gibi:
“Her kim İslam içinde güzel bir çığır açarsa ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiçbir şey eksilmeksizin, onu sürdürenlerin sevaplarının misli kendisi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir çığır veya âdet açar ve bu âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin, onu sürdürenlerin günahlarının misli de o kimse üzerine yazılır.”
Hadis-i Şeriften de anlaşıldığı gibi insanların yaptıkları işler iki kısımda ele alınır:
- Ya sadece kendilerini ilgilendiren ameller,
- Ya da yapılan işin özelliğine göre o işten başkalarının da faydalandığı veya zarar gördüğü ameller.
Bu duruma göre başkalarının yaptıkları işlerden sevap veya günah kazanacak kimselerin olması da tabiidir. Çünkü bu şahıslar her şeyden önce kendi sorumlulukları içinde olan, iyilik veya kötülük cinsinden bir şeyler yapmaktadırlar. Yapılan bu işlerin etkileri ise bazen uzun süre devam etmektedir.
İşte bu anlayış doğrultusunda hareket eden gerçek mümin bütün organlarıyla yaptıklarından sorumlu tutulacağını bilir. Adımını ona göre atar.
İslâm’ın insana yüklediği bu mesuliyet duygusu şüphesiz ona verilen büyük bir değerin ifadesidir. Bu değerin belki de en belirgin göstergesi olan irade dünya hayatındaki mutluluk ve mutsuzluğun da kaynağıdır. Rabbi katındaki derecesini yükseltmek veya alçaltmak isteyen insan iradesini kullanarak arzuladığı gayeye ulaşır.
Hayatı boyunca insan ya,
- Allah’tan aldığını işitir, kabullenir, yaşar yani Allah’a itaat eder
ya da
- Şeytanın fısıldadıklarını işitir ve ona uyar, onu memnun etmeye çalışır. Dolayısıyla da kendi felâketini hazırlamış olur.
Artık üçüncü bir yol yoktur.
Özet olarak söylemek gerekirse ya Allah ya şeytan, ya hidayet ya da sapıklık, ya Hak ya bâtıl, ya kurtuluş ya ziyan… Aslında Kur’an’ın bütünüyle anlattığı gerçek budur. Gerçek hidayet Allah’ın nizam ve sistemine göre yaşamaktır.
Yani ya Allah’ın safında[4] ya da şeytanın safında[5] olmak vardır.
Bu ince noktayı yalnızca aklını kullanabilen ve sorumluluk bilincine sahip talihli insanlar anlar.
Yazımızı Ashab-ı Güzinin önde gelenlerinden Hz. Enes’in kendimize gelmemize vesile olabilecek şu söyleriyle bitirelim:
“Bir takım işler yapıyorsunuz ve onları kıldan daha ince görüyor, hafife alıyor, hiçe sayıyorsunuz. Halbuki peygamber zamanında biz bu işleri büyük günahlardan sayardık.”
İşte Ashab-ı Kiram, işte biz ve sorumluluk anlayışımız !
[1] Tahrim, 66/6
[2] Taha, 20/134
[3] Tekâsür, 102/8
[4] Mücadele, 74/19
[5] Mücâdele, 74/22