İçeriğe geç

Yüce Allah, kullarını dünya denen kâinat sarayına imtihan için göndermiş, imtihan için gönderdiği dünyada başıboş bırakmamış ve peygamberler aracılığı ile onlara yol göstermiştir. Allah’ın sıfat, isim ve fiillerinin en parlak aynası bütün kâinatın özü, mahiyet ve donanım itibariyle ‘Ahsen-i takvîm’ üzere yaratılan insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir.[1]

Cenab-ı Hak, insanı kâinatı içine alır bir nüsha ve on sekiz bin âlemi ihtiva eden şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esmâ-i Hüsnâ’dan (ilahi güzel isimlerden) her birisinin tecelli yeri olan her bir âlemden bir misal, bir numune, insan cevherine yerleştirmiştir. Eğer insan, maddi ve manevi her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle “hamd”ın şubelerinden olan örf-i şükrü ifa eder ve İslamiyet’e sarılırsa, insanın cevherinde emanet bırakılan o misallerden her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencerelerden o âleme bakar. Ve o âlemde tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden ilahi isme bir ayna olur. O vakit insan ruhu da cismi ile şahadet ve gayb âlemlerine bir hülasa olur.

Cenab-ı Hak insanı cüzî bir irade ile donatmış onu ‘a’la-yı illiyyin’ ile ‘esfel-i safilîn’ arasında bu iradesiyle baş başa bırakmıştır. Bu imtihanın tabii bir neticesi olarak da insanlık tarihi bir taraftan esfel-i safilîne düşenlere, diğer taraftan da seyr-ü sülük-i ruhanide acz ve fakriyle terakkî ede ede kalp ve ruh ufuklarına doğru yürüyerek kemale ermiş ekmeliyete mazhar olmuş insan-ı kamillere şahitlik etmiştir.

İnsan-ı kâmil, mutlak anlamda âlemlere rahmet olarak gönderilen[2] Peygamber Efendimiz (s.a.v)’dir. Sonra da diğer enbiyâ ve derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn… gelir.

Hz. Muhammed (s.a.v), bir mümin için her yönüyle bir örnek teşkil etmektedir. Özellikle O’nun ahlâkı Kuran-ı Kerim’de övülmüş örnek şahsiyet olduğu beyan edilmiştir. “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.”[3], “And olsun Allah’ın Rasûlü’nde sizin için: Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için bir örnek vardır.”[4]

Kâinat bir ağaçtır, unsurlar onun dallarıdır, nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun meyveleridir. Bu meyvelerden en ziyade, en nurlu, en güzel, en kerim, en şerefli, en latif (en hoş) olanı, Nebilerin ve Rasûllerin Efendisi, muttakîlerin imâm-ı, Rabbü’l âleminin habîbi Hz. Muhammed (s.a.v)dir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, Marifetnâme’sinde insan-ı kâmili, bir diğer ifadeyle yetkin insan olmayı “âlemin özü, Allah’ın latif sıfatlarını bir mecmuası ve sonsuz hikmetlerinin fihristi” diye tarif eder. İşte bu sebeptir ki “emanet” insan-ı kâmile tevdi edilmiş, hilafet vazifesi de yine onun omuzlarına bırakılmıştır.”[5] Her mümin kul için, Allah’ın izni ve mahiyetiyle Rable münasebetlerdeki ciddiyet ve devamlılık, dünyevî ve uhrevî konulardaki denge ilim ve hakikat aşkı, güzel ahlâk ve istikamet gibi yüce hasletlerle insan-ı kâmil olabilmek kapısı her zaman açık bulunmaktadır.

“Muhakkak ki, Biz insanı ahsen-i takvîmde (en güzel kıvam ve biçimde, en üstün kabiliyetlerle) yarattık. Sonra onu esfel-i safilîne (aşağıların aşağısına) çevirdik. Yalnız iman edip salih ameller işleyenler hariç.”[6]

İnsan iman nuru ile a’la-yı illiyyine (yücelerin yücesine) çıkar, cennete lâyık bir kıymet alır. Küfür zulmeti ile esfel-i safilîne düşer, cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü iman, insanı yaratanına nispet ediyor, iman bir intisaptır. Öyle ise insan imanı sayesinde kendinde tezahür eden ilahi sanat ve rabbanî isimlerin nakışları itibariyle bir kıymet alır. Küfür o nispeti keser, nispet kesilince de ilahî sanat gizlenir. Kıymeti de yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem fani hem geçici olan hayvanî yaşayışa baktığı için kıymeti hiç hükmündedir.

İnsan, Cenab-ı Hakk’ın kudretinin en nazik bir mucizesidir ki insanı, bütün güzel ve mukaddes isimlerinin tecellisine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata küçültülmüş bir misal suretinde yaratmıştır.

Evet, insan minyatür bir kâinattır. Çünkü ne var ise âlemde Âdem’dedir. Âdem’de… Mesela İnsanın kalbi Arş-ı Azam’dan, Levh-i Mahfuz’dan; hayal duygusu Misal ve Mana Âlemlerinden; ruhu ruhlar âleminden; vücudu da cereyan eden kanunlar emir âleminden; yaptıkları karşısında bazen manevi haz ve zevk alan bazen de pişmanlık duyan vicdanı hem cennet den hem de cehennemden haber verdiği gibi, insanı maddi yapısı bile, toprak, su, hava, nur ve nar unsurlarından; bilhassa etleri topraktan; kemikleri kayalardan; tüyleri bitkilerden, yüzünden, burnundan akan sular ve damarlarında cereyan eden kanlar acı tatlı sularda nehirlerden ve denizlerden haber vermektedir.

Mevcudatın incisi olan insanın, bedeni maddeden yaratılmışken ruhu Cenab-ı Hakk’a aittir. Bu nedenle insanın kendi, içinde bir buluşma yeri vardır. Bu mekân çamur ile nur, beden ile ruh, madde ile mana arasındaki sırrı oluşturur. Bir başka ifadeyle, insanın bu dünyaya gelişi ruhun beden maddesiyle bağlantı kurmasından başka bir şey değildir.

Allah (c.c) İnsanın yaratılış anında meleklerle arasında geçen konuşmayı Kuran-ı Kerim’de şöyle anlatıyor “Rabbinin meleklere şöyle dediğini hatırla: ‘ben kuru bir çamurdan şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman hemen saygıyla secde edin’ ”[7]

“O her şeye yaratılış amacıyla en uyumlu olma ve kemalini bulma (yeteneğini) bahsetmiştir. Öyle ki insan türünü yaratmaya (basit ) bir balçıktan başlamıştır. Sonra onun neslini yine (en az o kadar ) basit bir sıvı özünden yaratmıştır. Daha sonra yaratılış amacını gerçekleştirecek bir donanıma sahip kılarak kendi ruhundan üflemiştir, derken sizi hem işitme ve görme, hem de duygu düşünce yetenekleri ile donatmıştır, ne kadarda azınız şükrediyor”[8]

“Doğrusu biz insan türünü bir nevi konsantre bir balçıktan yarattık, epey sonra onu karar kılacağı (rahimde) yer tutan bir hayat tohumu kıldık, daha sonra o hayat tohumundan döllenmiş hücreyi yarattık; hemen sonra döllenmiş hücreden cenin’i yarattık ve cenin den de kemikleri yarattık, en sonunda kemiklere kas giydirdik, sonuçta onu bağımsız bir varlık olarak inşa ettik, işte her şeyi en güzel yaratan Allah’ın şanı böyle yücedir. Ve kuşku yok ki siz bu sürecin ardından elbette öleceksiniz. Ve yine kuşku yok ki siz, kıyamet günü (tekrar ) dirileceksiniz.”[9]

İnsanda ki tek gerçek şey ruhudur ve ruh tamamen Rabbine aittir. Yani bizler ebediyet için yaratıldık ve bunun anlamı manevi ilerleme için yaratılmış olduğumuzdur. Büyük bir sorumluluğumuz var, zira Rabbimizin bize verdiği ağır emaneti taşıyoruz. Hâlbuki işin hakikatine bakacak olursak bu emaneti biz aslında bezm-i elestte “Evet Rabbimizsin” dediğimizde yüklendik. O yüzden insan emaneti sorumlulukla yüklenmeyi kabul etti ve bu da Allah’ın ilminde güvenli hale gelmek demektir. Olayın Kuran’ın tanımı ise Şöyle: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar emanete ihanet’ten kaçındılar, nihayet onu insan yüklendi…”[10]

Her bir birey için doğumdan ölümüne kadar bütün yaşamı öğrenme, eğitim ve tekâmül- manevi gelişim demektir. Zira insanoğlunun nihai hedefi Rabbini yeryüzünde insan-ı kâmil olarak temsil etmektir. Bu nedenle her bir insan yaşamında profesyonel bir arayış erbabı haline gelmek zorundadır.

Manevi olgunlaşma kitaplardan ilim tahsil edilerek elde edilemez. Bu insanın manevi kemale doğru kişiliğini yavaş yavaş geliştirmesidir. Bilgi, öğrenmek değil, olmaktır! İnsanın yaşamı varlığımızın köklerine doğru hiç bitmeyen bir tekâmül sürecidir. Kendimizi sürekli hareket halindeki yolcular olarak manevi bir yolculukta bulacağız. Çünkü nihai hedef sevgili Rabbimizdir.

Allah Teala buyuruyor ki “Her şeyi senin için, seni ise kendim için yarattım.” Bu nedenle Rabbimize karşı olan kulluk vazifemizi hakkıyla yerine getirmeliyiz.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) miraca çıkmış ve miraca giden yolu insanlara açmıştır. Dönerken de o kapıyı açık bırakmıştır. Herkes gayreti ölçüsünde o kapıya yaklaşabilir. Bu kapıya kim ne kadar yaklaşırsa o kadar bahtiyar olur.

Rabbimiz, Miraç hadisesiyle bizleri manen teşvik etmiş ve bunu bize bir hedef kılmıştır. Sahabe, asfiya, evliya vs. hayatlarını bu kapıdan geçmeye endekslemişler. Yükseldikçe yükselmiş ve insanlık tarihinin semasında birer yıldız gibi parlamışlar. Bu kutsal sema çok geniştir. Her kim isterse çıkabilir ve o yıldızlar arasına karışabilir.

Namaz, oruç, zekât gibi farz ibadetler gerekli şartları haiz her müminin mutlaka yapması gereken görevlerdir. Kulluğun olmazsa olmazı bu farz ibadetlerdir. Farzlar yerine getirildikten sonra diğer davranışlar güzel bir niyetle kulluk dairesine girerler. Aksi takdirde farzlar yerine getirilmeden yirmi dört saati ibadete dönüştürmekten söz edemeyiz. Tam tersi birer altın değerinde olan her dakikamız bizim için kayıptan öteye geçmez.

Kulluk bilincini kazanan kişi, farz ibadetlerini yerine getirmekle kalmaz, hayatının her anını ibadet ve kulluk için değerlendirme gayretine girer. Kulluğun bir sınırı yok. Belli bir zamanı ve zemini de yok.

Hz. Mevlana;

Kul oldum, Kul oldum, Kul oldum!

Ben Sana hizmette iki büklüm oldum,

Kullar âzad olunca şad olur,

Ben Sana kul olduğum için şad oldum..

Beyti ile, Müslüman’ın gününün tamamını, ömrünün tamamını, dünyasının tamamını kuşatır; kuşatmalıdır kulluk. İnsan Allah’a kul olduğu kadar özgür, kul olduğu ölçüde mesrur olur.Ve insan için “Allah’a kul olmak en büyük saadet” kaynağıdır.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[11]

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.”[12]

Hakkıyla kul olabilmek için âlemlerin Rabbi olan Allah’ı, Kendisinin bize tanıttığı gibi tanımalıyız. Her an bizimle beraber olduğunu, bize çok yakın olduğunu ve her ne yaparsak bizi gördüğünü, işittiğini bilmeliyiz.

“Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir ve Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.”[13]

“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.”[14]

İnsan şu soruları kendine sormalı:

-Bu kainatın yaratanı kimdir?

-Bu Kainatın yöneticisi ve olayların takipçisi kimdir?

-Biz nereden geliyoruz?

-Hangi maksat için yaşıyoruz ?

-Öldükten sonra nereye gideceğiz?

Kur’an-ı Kerim insanlara Allah’ın varlığını bildirmek için inmemiştir. Çünkü onlar Kur-an gelmeden öncede bunu bilmekteydiler.

“Andolsun ki onlara gökleri ve yeri kim yarattı ?”diye sorsan ; “Allah” derler.

Bütün semavi kitaplar ve bütün peygamberler insanlara sağlam bir inanç sisteminden söz etmek için gelmişlerdir.Onlara “Allah’tan başka ilah bulunmayacağını söylemişlerdir. Allah’a ibadet edin ona kullukta hata etmeyin “ demişlerdir…

Tarihin başlangıcın dan sonuna kadar insanlığın problemi Allah’ın varlığını bilmemek ve herhangi  bir şekilde ona ibadet etmemek olmamıştır.Aksine ,insanların en büyük meselesi ;  Allah’ı hakkıyla bilememek ve bu yüzden de O’na yaraşır şekilde ibadet etmemek olmuştur.

“Hani Rabbin, Adem oğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahit tutmuş: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” onlarda demişlerdi ki : “evet biz buna şahidiz” kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz”[15]

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı”[16]

Kamil İnsan Allah İle Kul arasına aracılar koymaz. Allah ile kul arasına giren aracıların adları ne olursa olsun şirki temsil ettiğini ve insanların hep bu yüzden doğru yoldan saparak küfre sürüklendiklerini bilir. Nitekim müşrik Araplar da putları için : “Biz sadece onlar bizi Allah’a yakınlaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlardı.[17]

Olgun insan, bilir ki batıl ve bütün şer güçleri ortadan kaldırmak için ömrünün sonuna kadar mücadele etmek zorundadır.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”[18] Cihad etmeyenlere Allah’ın gazabını ve bunun yanı sıra da zillet vardır. Cihad gücünü yitiren kişi ve toplumlar hayat ve cemiyet içerisinde bir varlık gösteremezler. Bu sebeple hayatımızın her anını, geniş anlamıyla cihad içerisinde geçirmek zorundayız.

“İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihad edenler var ya, İşte bunlar Allahın rahmetini umabilirler.”[19]

Olgun kişi: ruhunu ve bedenini her türlü pislik ve kirlilikten arıtır. Engin bir ruh yapısına ve tertemiz, sağlam bir bedene sahip olmaya çalışır. Bilir ki: Bedeni Sağlığı için ruh, Ruhun sağlığı için de beden sıhhati şarttır. Biri olmadan diğeri olamaz, “Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan (kötülüklerden ve inkardan ) kendilerini temizleyen kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, Müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur”[20]

Mahlûkatın en şereflisi olan insan; hayatının her anını kulluk bilinci içerisinde devam ettirmeli. Bazı dinlerde insanlar kendilerine özgü ibadet hanelerine gidiyorlar, ibadetlerini orada yerine getiriyorlar. Fakat oradan çıkınca ibadet hali son bulmuş oluyor. Dışarıda her şey onlar için serbest oluyor adeta. İslam’da bir mümin camide ibadetini yaptıktan sonra işi bitmiyor: dükkânında, iş yerinde, evinde, terazide bir şey tartarken, tarlada çalışırken, seyahat ederken, huzur-u daimi dediğimiz her anında Allah’ın huzurunda olduğunun bilincinde olması gerekiyor.

Bizdeki kulluk bilinci, bizim yirmi dört saatimizi kaplamıştır. Bir dakikamız bile bunun dışında değildir. Demek oluyor ki bir Müslüman’ın hayatının tamamını kulluk bilinci kuşatmıştır.

Olgun mümin, şartlarına uygun imandan sonra, Allah ve peygamberine itaat eden, Kur’an ve Sünnet’te yer alan emir ve yasaklara, öğüt ve tavsiyelere uyan insandır. Mümin ne kadar Kur’an ve Sünnete uygun hareket edebilirse o nispette kâmil mümin olur. Ne kadar günah işlerse, kemal ve takvasından o kadar yitirmiş olur.

 

[1] En’am ,6/165

[2] Enbiya 21/107

[3] Kalem, 68/4

[4] Ahzab , 33/21

[5] Ahzab, 33/72

[6] Tin 95/4-6

[7] Hicr , 15/28-29

[8] Secde 32/7-9

[9] Mü’minun 23/12-16

[10] Ahzap 33/72

[11] Zariyat,51/56

[12] Mülk,67/2

[13] Hadid 57/4

[14] Kaf 50/16

[15] Araf  7/172

[16] Alak 96/1-2

[17] Zümer 39/3

[18] Maide 5/35

[19] Bakara 2/218

[20] Al-i İmran 3/164