Kamus Namustur
İnsan ile hayvan, nutukla ayrılır; insan, “hayvan-ı nâtık”, hayvan dediğimiz canlı türü ise “hayvan-ı gayr-i nâtık” diye tarif edilir. Fârâbî gibi Müslüman filozoflarda gördüğümüz üzere nutuk, nutk-ı dâhilî/nutk-ı hâricî olarak ayrılır. Bu ayırıma göre “düşünme” denen şey, aslında nutk-ı dâhilî=içsel konuşma, “konuşma” denen şey ise nutk-ı hâricî=dışsal konuşmadır. Hayvan-ı nâtık olarak insanın tekâmülü, kemiyet ve keyfiyet bakımından dilinin tekâmülü, kelime hazinesinin artmasına bağlı olarak kelimeler ve cümleleri daha iyi kullanabildiği beyân kabiliyetinin gelişmesi demektir. Düşünce ile dilin kalitesi birbirine bağlıdır, güzel düşünen güzel konuşur. “Üslûb-ı beyân ‘aynıyla insan” sözünün belirttiği üzere, insanın dili kullanma tarzı, fikir ve düşünce yapısının, bizzat şahsiyetinin ifadesidir. Bunun sırrı, “hikmet” kavramında yatar.
“Kamus namustur” sözü de, nutkun dâhilî ve hâricî boyutlarının birbirine, düşüncenin kalitesinin dilin kalitesine bağlı olduğuna işaret eder. Entelektüel dünyaya baktığımızda bunun neredeyse istisnasını göremeyiz. Türkiye’de sosyal demokrat siyasetçiler için söylendiği gibi, bazen fikren boş insanların da güzel konuştuğu görülebilir, ancak aslında bu güzel konuşma ve yazmanın düşünce kalitesini yansıtmayan bir laf kalabalığından ibaret olduğu kolaylıkla anlaşılır; “Hoş ama boş konuşma, çok konuşup da hiçbir şey söylememe” sözlerinin de ifade ettiği gibi.
Âcizane düşünce ve dilimin gelişimi üzerinde etkili iki âlim, Ahmed Naim ile Ömer Nasuhi, dil ve düşünce kalitesinin birbirine bağlılığına tipik misaldir. Bu iki mübarek âlimin de ilim ve fikirleri sağlam ve zengin olduğu kadar dilleri de sağlam ve zengindir. Henüz 14-15 yaşındayken okuduğum Sahih-i Buhârî Tercümesi Tecrid-i Sarih’ine bakıldığında Ahmed Naim merhûmun; dili bir kuyumcu titizliğiyle, matematikçi sağlamlığıyla kullanan, kelime ve terimleri muhkem bir bina örercesine yerli yerine koyan eşsiz bir müellif olduğu görülür. Büyük âlim Ömer Nasuhi, keza Hamdi Yazır’ın eserlerindeki üslup, bariz bir nezahet ve letafete sahiptir. Dil ve düşünce kalitesinin birbirine bağlılığına çağımızda Sezai Karakoç’tan Nabi Avcı’ya birçok kişiyi misal verebiliriz.
Demek ki önemli olan, sadece kelime hazinesinin genişliği değil, kelimelerin ortak anlamlarıyla doğru kullanımıdır. Bu, Aristo’ya kadar geri giden kelimelerin sabit ve kesin anlamlara sahip olduğu görüşünün tasdiki anlamına gelmez. Çağdaş psiko-lengüistlerin çoğu bu görüşü modası geçmiş bulurlar (Anderman 1996: 17). Kelimeler, eğer dünyanın aynası ise ve dünya da sürekli değişim içindeyse yeni şeyler ve mefhûmlar için yeni lafızlara=kelimelere ihtiyaç doğar. Bu ihtiyaç, iki yolla karşılanır. Ahmed Cevdet’in crise karşılığında buhrân, Ziya Gökalp’ın ideal karşılığında mefkûre kelimesini vaz’ında görüldüğü gibi, yeni mefhûmlar ya tamamen yeni kelimelerin vaz’ıyla, veya eski kelimelerin manevî (semantik) bastıyla ifade edilirler. Mesela Kur’ânî bir kelime olarak millet aslında “tevhîdî akide, fıtrat” anlamına geldiği halde ulus-devletleri çağında “ulus” anlamını kazanmıştır.
Böylece kelimeler, belli bir kolektif kullanımın ürünü uzlaşım (convention=tevfik=ıstılah) ile yeni ortak anlamlar kazanabilirler. Dolayısıyla dilin doğru kullanımından kasıt, kelimelere ferdî keyfî anlamlar yüklemeden ortak anlamlarıyla doğru kullanmaktır. Bugün dilin yanlış kullanımına sayısız misal verilebilir. Mesela aslında “yazılı tartışma, kalem kavgası” anlamına gelen “polemik” kelimesi, birçok kişi tarafından sözlü tartışmalar için de rastgele kullanılmaktadır. Kelimeleri bu tür yanlış kullananları uyardığımızda da hemen “Galat-ı meşhûr lügat-i fasîhden yeğdir” sözüne sığınırlar. “Niçin boynun eğri” diye soranlara devenin verdiği “nerem doğru” cevabı misali, bunu söyleyenlere öncelikle doğrusunun “lügat-i fasîh” değil, “lügat-ı fasîha” olduğunu hatırlattıktan sonra bu sözün anlamını açıklamak zorunda kalırız.
“Deme kalbura sakın kallâbûr/Lügat-ı fasîhadan yeğdir galat-ı meşhûr” sözünün anlattığı gibi, “galat-ı meşhûr” denen yaygın yanlış, anlamla değil, imlâ ve telaffuzla ilgilidir; bazen “lügat-ı fasîha” yerine kullanılan “tabîr-i sahih” deyiminden de anlaşılabileceği gibi. Buna göre medrese talebesi için yaygın hale gelen “softa” yerine Farsça aslı diye “suhte” kullanılmaz. “Polemik” örneğinde olduğu gibi, anlamla ilgili bir yanlış ise ne kadar yaygın hale gelse de doğru kabul edilmez; çünkü bunun aslî anlamı sözlüklerde mazbuttur.
“Galat-ı meşhûr, lügat-ı fasîhadan yeğdir” misalinin de gösterdiği gibi, bugün kelimeler yanında birçok kaide nitelikli sözü de yanlış biliyor, kullanıyoruz. “Teşbihte hata olmaz” sözü, buna bir başka misaldir. Bu, herkesin sandığı gibi, “Ne teşbih yaparsan yap gider, doğru olur” değil, “Teşbih hata kabul etmez, teşbihte hata yapılamaz” demektir. İşin kötüsü, kelime ve kavramların doğru anlamlarını sözlüklerden, yazılı kaynaklardan öğrenme imkânı olduğu halde, bu tür kaide nitelikli sözlerin doğru anlamları daha ziyade şifahî kanalla öğrenilir; bunu bilen insanların sayısı da giderek azaldığı için insanlar doğrularını öğrenme imkânını giderek kayb etmektedirler.
Kelimelerin doğrusu kamustan öğrenilir. “Kamus, namustur; kamusu olmayanın namusu yoktur” sözü bu gerçeği, insanın “namus” denen zihin düzeninin kelimeleri doğru anlamlarıyla öğreneceği “kamus”a bağlı olduğunu anlatır. Keza “Lügate yiğitlik olmaz” sözü de kelimelere keyfî ve zorlama anlam verilemeyeceğini belirtir. “Bilmediğin kelimeye bak, ama bildiğin kelimeye iki defa bak” sözü, bu hakikatin bir başka ifadesidir. Bu söz, insan için kelime servetinin kemiyetinden ziyade keyfiyetinin önemini anlatır. Zira doğru diye bilerek yanlış kullandığımız bir sürü kelime ve söz vardır. Malum, bir yanlışı düzeltmek doğruyu yapmaktan daha zor olduğu için bir kelimeyi hiç bilmemek, yanlış bilmekten ehvendir.
Dil Mühendisliğinin Akıbeti
Günümüzde özellikle gençlerde görüldüğü gibi, hem kemiyet hem keyfiyet yönünden dilde yozlaşma zirveye çıkmıştır. Kültür ve dilde dibe vurmak üzereyiz. Dilimiz ve kültürümüzle birlikte milletimizi uçuruma sürükleyen bu felaketin ana sebebi, ihanet ve gaflet olarak beliren ulus-devletleri çağına özgü deistik mekanistik kültür ve eğitim siyasetidir. İhanet, dilde tasfiye iddiasıyla Arapça kökenli diye çok sayıda nüanslı kelimenin tedavülden kaldırılması, gaflet ise bunların giderek insanlar tarafından kullanımdan düşmesiyle nisyana terk edilmesidir. Ülkemizde daha ziyade özellikle 28 Şubat sürecinde revaç bulan “toplum mühendisliği” tabiri bilinir. Hâlbuki Cumhuriyet ile başlayan toplum mühendisliğinin arkasında kültür mühendisliği, onun da arkasında “öztürkçecilik” denen dil mühendisliği yatar.
Millet kültürle, kültür dille yapılır. Bu gerçek, insan/nutuk mukayesesiyle daha iyi anlaşılır. Kadim dünya görüşüne göre bir ülke, toplum veya millet, bir insan (bedeni) gibidir. Buna göre millet/kültür ilişkisi, insan/nutuk ilişkisine benzer. Kültürü basitçe bir millete has “duyuş, düşünüş ve yaşayış tarzı” olarak tanımlayabiliriz. Burada kültürün “duyuş, düşünüş” tarzı dediğimiz dâhilî boyutu, insandaki nutk-ı dâhilî olarak ilme, “yaşayış tarzı” dediğimiz hâricî boyutu ise insandaki nutk-ı hâricî olarak amele, dile tekabül eder. John Searle’nin “Nutuk ameldir=Söylemek eylemektir” sözüyle ifade ettiği gibi, başını sallayarak hareketiyle selam veren biri, diliyle vermiş gibidir. İngilizce’de nonsense denen saçmalık, nutkun dâhilî ve hâricî boyutları olarak hem konuşmada, hem düşüncede bozukluk demektir. Aynı şekilde bir millet için saçmalık da “kültür ve dil” olarak ifade edilen nutuk=kültürün dâhilî ve hâricî boyutlarında illet anlamına gelir.
İnsanî-ferdî bakımdan nutukta saçmalık, millî-içtimaî bakımdan kültürde anomie demektir. Lafzen “düzensizlik, yasasızlık” anlamına gelen anomi, Emile Durkheim’e göre, düzenin yok olduğu ve yeni durum içinde makbul davranış sınırlarının tam olarak belirlenmediği köklü bir içtimaî-iktisadî değişim zamanında ortaya çıkar. Buna karşılık Robert Merton, anominin bir cemaatin kültürel özlemleriyle bu özlemleri gerçekleştirmek için mevcut araçlar arasında bir denkliğin, uygunluğun olmamasından kaynaklandığı fikrindedir (Millie 2009: 36). Burada nutuk kavramının delaletince Merton’un anomi tarifinin isabetli olduğu söylenebilir. Buna göre saçmalık, nutk-ı hâricî olarak standart dilin nutk-ı dâhilîye, ifade edilecek his ve fikirlere yetmemesinden kaynaklanır.
Nitekim tasavvufta İsmâil Hakkı Bursevî gibi arifler tarafından “gönül ehlinin dimağına lezzet veren hakikatin özünden süzülmüş irfan kelimeleri” şeklinde tanımlandığı halde, sufilerin “ibareye gelmez” dedikleri yaşadıkları halleri anlatan “şatah, şathiyyât” denen sözleri insanlara saçma gelir. Aynı şekilde ilim adamları da nonsense neologism denen “saçmalık kelime uydurması”nın arkasındaki mantığı kavramaya çalışmaktadırlar (Tigges 1988: 68). Şu halde insandaki nutk-ı hâricî olarak amele, dile tekabül eden kültürün “yaşayış tarzı” olarak hâricî boyutunun ve dilin krizi, milletin ölümcül krizi demektir. Türkçe ile birlikte Türk milletinin de uçurumun kenarına geldiğini söylemek, kıyamet tellallığı değildir.
Cumhuriyet devrinde öztürkçecilik çılgınlığıyla Türk dilinin bütün zenginliği yok edilmiş, “özleştirme” adı altındaki ihanetle dilimiz adeta bir kabile diline indirgenmiştir. Bunun sonucunda dilimizin hem genel, hem özel iletişim kapasitesi iyice daralmış, insanlar tarafından duygu ve düşünceleri ifade kadar sosyal bilimciler tarafından olguları tarif ve ifade, kavramsallaştırma imkânı da azalmıştır. Arapça’da ve önceden Türkçe’de kullanılan “düşünme”nin nüanslarını yansıtan “tefekkür, tasavvur, teemmül, tedebbür, tezekkür, taakkul, tefakkuh, muhâkeme, murakabe, mütalaa, itibar, nazar, istibsar” gibi kelimelerin her birinin İngilizce ve başka Batılı dillerde tam karşılığı vardır. Öztürkçecilik saplantısıyla bunları Türkçe’den attığınızda bu kadar nüansı nasıl karşılayacaksınız? Hepsini “düşünmek” ile karşılamak, insanı sibernetik uyarınca bir makineye indirgemek değil midir?
Kâinatta yeşilin tonları gibi insanın duygu ve düşüncelerinin de birçok tonu vardır. Mesela insanın üzüntülü duygu durumları, “hüzün, üzüntü, gam, keder, efkâr, gussa, renc, inkisar, sıkıntı, melâl, hicrân, teessür, mihnet, çile, cefa, ızdırap, elem, dert, gaile, kaygı, endişe, tasa, enduh, kahır, kâbus, hafakan,kasvet, vehim, buhran, yeis” gibi kelimelerle anlatılan, estetikten patolojiğe, yaratıcıdan yıkıcıya uzanan bir tayfa benzer. Bütün bunlara stres veya üzüntü dediğimizde kendimizi tam olarak nasıl anlatacağız? “Biz Arapça ve İslâmî tazammunlarından kurtulmak için dilimizin ve düşüncemizin kısırlaşmasına razıyız” diyerek dinle birlikte dili de feda etmek, millete ihanet değil midir?
Öztürkçecilik ihanetiyle dilimiz, kelimeler gibi ıstılahlar yönünden de oldukça fakirleşmiştir. Mesela “cemiyet”, İngilizce “society” kelimesinin birbiriyle bağlantılı “dernek ve toplum” şeklindeki çift anlamına tekabül eden bir kelimedir. Hâlbuki bunun yerine “toplum” dendiğinde “society”nin iki anlamından sadece birini ifade eden bir kelime ikame edilmiş, dolayısıyla dilimiz ve Türk sosyal biliminin kavramsallaştırma kapasitesi daraltılmış olmaktadır (Cüceloğlu 1980: 301). Keza öztürkçecilik saplantısıyla “cemaat” yerine “topluluk” dediğinizde de “cemaat”in “câmi” kelimesiyle etimolojik ve semantik bağını koparmış olursunuz. Gerek Batı’da, gerekse Osmanlı’da olduğu gibi cemaatin özü “mahalle halkı”, bu ise “câmi cemaati” demektir. Osmanlı’da mahalle “Aynı mescitte ibadet eden cemaatin aileleriyle birlikte yerleştiği şehir kısmı” olarak tarif edilmiştir. Öyle ki bir mahallede birden fazla câmi bulunduğu takdirde fazla câmilere “mahallesiz” kaydı düşülürdü (Beydilli 2001: 5-6).
Dil Yozlaşmasında Eşitlik
Türk Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel, Türkçede 100000 kelime bulunmasına rağmen üniversite mezunlarının bile günlük hayatta en fazla 200 kelime ile konuştuklarını söylüyor. Kelime hazinesinin neredeyse tükenmesinin sonucu ise anlam zenginliğinin, nüansların, tonların, ayrıntıların kaybıdır. Bu, yeşilin sayılan otuz tonuna da “yeşil” diyerek yemyeşil ve masmavi, rengârenk bir manzarayı bir anda çoraklaştırmaktır. Bu şekilde kelime hazinesinin iyice daralması, düşünmeye bağlı olarak konuşma, ifade kabiliyetini de olumsuz etkileyecektir. Bunun sonucu, bir türlü meramını anlatamayan gençlerde gördüğümüz“nutuk tutulması”dır. Derslerde ve konferanslarda söz alan gençlerin ne sormak istediğini anlamak hayli güçleşmektedir.
Malum, eskilerin “sefine-i devlet” dediği gibi, ülke bir gemiye benzediğinden avamı, havasıyla herkes ülkedeki genel halden nasibini alır. Bu gerçek, dil hususunda da geçerlidir. Günümüzde dilin kemiyet kadar keyfiyet yönünden tedennîsi, gençler ve akademisyenler dâhil herkes için geçerlidir. Gerçekten bugün değil gençler, sıradan veya tahsilli insanlar, akademisyenler arasında bile düzgün bir Türkçe cümle kurabilen kalmamış gibidir. Eskiden matbuatta sadece tercümeler redakte edilirdi, şimdi duyuyoruz ki Türk filolojisi profesörlerininki dâhil telif çalışmalar da redakte ediliyor! Yükseköğretim Kurulu üyesi bir dostumuz, YÖK’e başvuran bazı profesörlerin dilekçelerinden ne dediğinin anlaşılmadığını, meramlarını doğru dürüst ifade edemediklerini söylemişti.
Eğer bir profesör düzgün bir Türkçe ile meramını ifade edemiyorsa öğrencilerin halini düşünün. Türkiye’de hep akademisyenlerin yabancı dil probleminden bahs edilir. Demek ki asıl problem, yabancı dil değil, ana dil problemidir. Bütün dillerin temeli ana dili olduğundan bugün gençler ve akademisyenler aslında Türkçe bilmediği için yabancı dili öğrenememektedirler. Muhtemelen akademisyenlerin düştüğü bu durumun ana sebebi, edebiyatla bağlarının kopmasıdır. Düşünme ve konuşmanın hikmet=edeb kelimesinde birleştiğine dikkat çektik. İlmi sadece meslekî literatürle iştigal sanarak edebî eserlerle bağını koparanların dillerinin körelmesi kaçınılmazdır.
Koca koca profesörlerin kullandığı “ve’l-hâsıl” ile “hâsıl-ı kelâm” deyimlerinin yanlış terkibi “vel-hâsılı kelâm”, Arapça “ehlü’s-sünneti ve’l-cemaati” ile Farsça “ehl-i sünnet ve cemaat” deyimlerinin yanlış terkibi “ehl-i sünnet ve’l-cemaat”, “her daim, adem-i merkeziyet, inanç esaslarının temellendirilmesi, Allah sağlık ve sıhhat versin, saygı ve hürmetlerimle, Savaş, bütün binaların yıkılmasını sağladı, Bugün içtimaî çöküşün asıl kaynağı, ahlakî değerlerin çöküşünden kaynaklanıyor, Bütün ihtimalleri kullanıp problemi çözdü, Değil cümle kurmayı, kompozisyon yazmayı bile bilmiyor, Öğrencilerin sorunlarına ilgilenmek gerekir” gibi yanlış deyimler ve cümlelerde görüldüğü gibi, bugün akademisyenlerin dilinde ne fesahat, ne belagat, ne adalet, ne fazilet bulmak mümkündür. Akademik literatürde buna benzer sayısız örnek verilebilir.
“İnanç esaslarının temellendirilmesi” diyen bilmez mi ki esas zaten temel anlamına geldiğinden ortaya “İnanç temellerinin temellendirilmesi” gibi garip bir cümle çıkmaktadır. Basından “Âkil insanlar heyeti” ifadesini duydukça güleyim mi, ağlayayım mı diye düşünürüm. Arapça kökenli “âkil” kelimesi “yiyen” demektir; burada kasd edilen, “âkıl=akıllı”dır. Daha kendi sıfatını doğru ifade edemeyen bir heyetten ne beklenir? Son yıllarda bir başka ucube, “bilim, iş… adamı” yerine kullanılan “bilim, iş… insanı, kadını” deyimleridir. Burada “Âdem=adam” kelimesi İngilizce’de “man” ve dünyanın başka dillerindeki emsali gibi, hem insan, hem erkek, mutlak olarak kullanıldığında “insan” demektir. Çünkü “ilk insan” Âdem, ilk kadın (Havva) yaratıldıktan sonra “ilk erkek” oldu. Ancak bu nüanstan gafil dil dâhilerimiz (!), “bilim adamı” yerine “bilim, iş… insanı, kadını” deyimlerini tedavüle sokma gereğini duymuşlardır. Bu mantıkla gidilirse, “babama, oğluma, kızıma namaz hocası (!)” gibi “bilim kadını, erkeği, kızı, çocuğu (!)” da demeye başlarız.
Cehalet Çağının Alacakaranlığında
Gençlerdeki dil kaybına gösterilen sebeplerin başında okumaya ve düşünmeye değil, test çözmeye dayalı öğretim sistemi gelir. Bu sistem, “Çocuğum sen kendi cümleni kurma, başkalarının kalıplarını öğren ve bunları yaşam boyu kullan” diyor (Kaplan 2004). Diğer önemli bir sebep, insanları cep telefonu veya sosyal medya mesajlarında meramlarını en az kelimeyle anlatmaya alıştıran Amerikan fast-food kültürüdür. Hatta bu bakımdan gençlerin kelime hazinesinin 200’den bile az olduğu söylenebilir. Çünkü sanal medya mesajlarında kullanılan ve ne olduğu anlaşılmayan “selam” yerine “slm” gibi garip kısaltmalarla aslında hakikî kelime hazinesi çok daha aşağılara inmiş durumdadır.
Gençlerin dilinin giderek bozulmasının pek fark edilmeyen daha derin sebepleri vardır. İnsanın nutk-ı dâhilî denen düşünceyle işleyen ilminin vesilesi dildir. “Ana dili” deyiminin de belirttiği gibi insan, dili annesinden dinleyerek öğrenir. O yüzden ilmin asıl kaynağı okuma değil, dinlemedir. İnsanın ana karnında kalpten sonra ilk yaratılan duyu organının kulak olması bu yüzdendir. Bugünkü nesilde ise ne okuma, ne dinleme kültürü kalmıştır; ne aile büyüklerini, ne radyo ve televizyon dinleme. Hiçbir şey okumayan, dinlemeyen, konuşmayan, sadece test çözen, oyun oynayan, garip işaretli mesajlar gönderen ve fotoğraflara bakan bir gençlik.
Maruz kaldıkları yoğun teknolojik cihazların yaydığı radyasyon, gençlerdeki bütün ilim feyzini, öğrenme aşkını, tecessüs ruhunu yok etmiş durumda. Bırakın kitap okuyarak zengin entelektüel kavramları öğrenmeyi, daha kendi isminin anlamını bile merak etmeyen bir gençlikle karşı karşıyayız. Bir gün üniversitede Kazım adlı bir öğrenciye isminin anlamını sormuştum. Bilmediğini söyleyince “Hayret bir şey; insan, bu yaşına kadar nasıl isminin anlamını merak etmez!” diye tepki vermiştim. Elindeki akıllı telefonda internet arama motoruna yazsa isminin anlamını hemen öğrenebilirdi. İnsanlık, herhalde bilgiye öğrenmenin bu kadar kolay olmasına karşılık öğrenme aşkının bu kadar köreldiği bir çağa şahit olmadı.
Okuma ve dinleme olmayınca dil, dil olmayınca bilgi, bilgi olmayınca da düşünce, düşünce olmayınca da insan olmaz. Eğer insan hayvan-ı nâtık ise, nutkun ölümü insanın ölümü demektir. “Nutkum tutuldu” diye bir deyim vardır. Dâhilî ve hâricî boyutlarıyla nutkun açıkladığımız geniş anlamı göz önüne alındığında tasvir ettiğimiz “nutuk tutulması”nın sadece konuşmada geçici takılma değil, aslında insanın düşünme ve konuşma melekesinin kaybı ve sonuçta ölümü anlamına geldiği anlaşılır. Evet, çağımız “nutuk tutulması” çağıdır. Yunanca logos kavramında olduğu gibi nutk-ı dâhilî hikmet anlamına geldiğinden bu durumu “nutuk ve hikmet tutulması” olarak ifade etmek daha uygun olacaktır.
Okuma ve dinleme olmayınca dil, dil olmayınca bilgi olmaz dedik. 2010 yılında Anayasa Değişikliği Paketi referandumuyla ilgili bir yerel televizyonun yaptığı sokak mülakatlarında aralarında Hukuk Fakültesi öğrencilerinin de bulunduğu çok sayıda üniversite öğrencisinin “Referanduma evet” diyeceği için İsmet İnönü’nün CHP’den ihracına (!) tepki göstermesi, gelinen noktanın vahametini gösterdi. Bugün ülkemizde ülkenin cumhurbaşkanının adını bilmeyen üniversite öğrencilerinin varlığı, inanılmaz ama vakıa. Hatta traji-komik bir şekilde televizyonlardaki yarışma programları, toplumun cehalet seviyesini ortaya koymaya yarıyor.
Bir yazar, televizyondaki yarışma programlarına çıkanlardan cehalet örneklerini sayıyor. Coğrafya öğretmeni Beyşehir Gölü’nün yerini bilmiyor. Fizik öğretmeni fen bilimlerini sayamıyor, göz doktoru retinadaki hastalığı bilmiyor. Edebiyat fakültesi öğrencisi Kurtuluş Savaşı’nı anlatan romanları tanımıyor. Uluslararası ilişkiler mezunu NATO’yu hangi ülkelerin kurduğundan habersiz. “İvedi” gibi günlük hayatta sık kullanılan kelimeleri bile ilk kez duyuyor. Türkiye’de arabesk müziğin önde gelenlerinden bir şarkıcı, “Mozart dinlemiyorum ama, Türkiye’ye gelince konserine mutlaka giderim” diyor (Doğan 2014). Özel bir üniversitenin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencilerinden biri de, katıldığı bir yarışma programında “TBMM başka hangi adla anılır?” sorusuna “Parlamento” şıkkı yerine “Yüce Divan” şıkkıyla cevap vermişti! Bu örneklere göre, Mehmet Âkif Lisesi mezunu bir tıp öğrencisinin Safahât’ın kimin eseri olduğunu, ilahiyat fakültesi mezunu bir öğrencinin İslâm’ın beş şartını bilmemesi, sosyoloji yüksek lisans programı mülakatına giren bir öğrencinin tanınmış Türk sosyoloğu olarak sadece Elif Şafak’ı hatırlaması da doğal.
Nutkun ve İnsanın Ölümü
Burada da mesele, bir kelimeyi veya konuyu bilip bilmemekten ziyade doğrusuyla tam bilmektir. Eskiden Batı’da üniversiteler ve Doğu’da medreselerin esas aldığı skolastik metot, fıtrî öğrenme metoduydu. Skolastik eğitim kurumlarının “ne” öğrettiği tartışılabilir, fakat “nasıl” öğrettiği tartışılamazdı; çünkü bunlar, öğrettiğini sağlam öğretirdi. Kadim hikemî anlayışa göre ilmin gayesi, çok bilmek değil, bildiğini iyi bilmektir; ilmin ölçüsü, neyi bilip neyi bilmediğini bilmektir. Bugünse gençler, hatta akademisyenler, hayatî şeyleri, kavramları bilmemek bir tarafa, bildiklerini tam bilmiyorlar. Psikiyatrist arkadaşım Kemal Sayar’ın deyimiyle bu nesle “test ve tosttan” başka bir şey verilmedi. Test, hazm edilmeyen bilginin, tost ise hazm edilmeyen besinin sembolü. Gerçekten liseden yüksek lisans, doktora ve doçentlik jürilerine kadar bütün seviyelerde mülakatlara girdim; özünde hep aynı problem. Adaylara, “Sorulan on sorudan dokuzuna bilmiyorum cevabını verebilirsiniz, ama cevap verdiğiniz bir soruyu bari tam bilerek cevaplandırın” diyorum; maalesef, o beklenen tam doyurucu tek cevap bir türlü gelmiyor. İnsanın gayesi, çok bilmek değil, iyi bilmek ve güzel anlatmaktır demiştik. İyi bilme olmayınca güzel anlatma da olmuyor. Hep yarım yamalak, bölük pörçük, kopuk kopuk cümlelerle verilen cevaplar.
Dediğimiz gibi bu problem, gençlere, öğrencilere münhasır değil, akademisyenlere de şamil. Çünkü bugünün akademisyenleri, yakın geçmişin gençleri. Ders materyalleri dışında müstakil tek bir kitap bile okumadan üniversiteden mezun olan birinin bugünkü sistemde akademik kariyer yaparak profesör olması pekâlâ mümkün. Mesela üniversitede bir sosyal bilim dalında doktora yapmış bir akademisyen, “epistemoloji ve ontoloji” kelimelerini yardımcı doçent olduğunda ilk kez duyduğunu söylemişti. Hâlbuki bunlar, normalde lisede okutulan felsefe dersinde öğrenilecek kavramlardı. Demek ki bugün öğretimin çöküşü, aslında öğretim sisteminin omurgasını teşkil eden ortaöğrenimin çöküşünden kaynaklanıyor.
Üniversitede meslekî öğretimin altyapısını oluşturan genel kültür, ortaöğrenim tarafından sağlanır. Ortaöğrenimde kazanması gereken genel kültürün bir parçası olarak epistemoloji ve ontoloji kavramlarını öğreneceği bir felsefe kültürü kazanamayan bir öğrencinin üniversitede verimli bir meslekî formasyon kazanması da imkansızdır. Normalde epistemoloji ve ontoloji kavramlarını bilmeyen biri, değil bir uluslararası ilişkiler doçenti, mühendis bile olamaz. Bugünse öğrenciler, lise mezunu değil, dershane mezunu, dolayısıyla asgarî bir genel kültürden mahrum olarak üniversiteye geldikleri için verimli bir meslekî formasyon da kazanamıyorlar. Günümüzde üniversitelerimiz, sadece gençlere teselli sağlayacak diploma dağıtarak sosyal patlamayı önleyen kurumlar olarak işliyor maalesef.
Bu örnekleri görünce, Türkiye’de eğitim-öğretimin çoktan çökmüş olduğunu, ancak çevresinin padişaha gözde atının ölüm haberini vermeye çekinmesi misali, ülkede maarifin çökmüş olduğunu itiraf edecek bir yetkilinin çıkmadığını, herkesin birbirini kandırarak bir maarif sistemi işliyormuşçasına davranmaya devam ettiğini görüyoruz.
Bilgi olmayınca da düşünce ve insan olmaz dedik. İngilizce’de nonsense denen saçmalık, nutkun dâhilî ve hâricî boyutlarının irtibatını gösterir şekilde, hem konuşma, hem düşünce bozukluğu demektir. Maalesef öğrencilerde birbirine bağlı dil ve düşünce bozukluğu giderek artıyor. Bir özel üniversitede ders verdiğim sırada bir gazetede makalem çıkmıştı. Gazete, makalenin konusuna uygun bir çizgi kullanmıştı. Gazeteyle yanıma gelen bir öğrenci, makalemi göstererek “Hocam, makalenin içindeki karikatürü de siz mi yaptınız?” diye sorunca önce şaka yaptığını sandım, fakat daha sonra ciddi sorduğunu anlayınca durumun vahametini fark ettim. i
[arabic-font]وَآخِرُ دَعْوَانَا أَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ علَى خَاتَمِ الأَنبِيَاءِ وَالمُرْسَلِينَ[/arabic-font]
KAYNAKÇA
Aksan, Doğan (1998) Her Yönüyle Dil: Ana Çizgileriyle Dilbilim. Ankara: Türk Dil Kurumu.
Anderman, Gunilla M.-Rogers, Margaret (eds) (1996) Words, Words, Words: The Translator and the Language Learner. Clevedon: Multilingual Matters.
Beydilli, Kemal (2001) Osmanlı Döneminde İmamlar ve Bir İmamın Günlüğü. İstanbul: Tarih ve Tabiat Vakfı.
Cüceloğlu, Doğan-Slobin, Dan I. (1980) “Effects of Turkish language Reform on Person Perception,” Journal of Cross-Cultural Psychology 11/3: 297-326.
Doğan, Yalçın (2014) “Cehalet Paçalardan Akıyor,” Hürriyet 29 Haziran 2014 Kaplan, Pervin (2004) “300 Kelimeyle Konuşuyoruz,” Sabah 28 Temmuz 2004, Millie, Andrew (2009) Anti-social Behaviour. Maidenhead: Open UP.
Tigges, Wim (1988) An Anatomy of Literary Nonsense. Amsterdam: Rodopi.
Tosunoğlu, Mesiha (1999) “Kelime Servetinin Eğitim Öğretimdeki Yeri ve Önemi”, Milli Eğitim Dergisi 144 (Ekim-Kasım-Aralık): 71-73.