İçeriğe geç
Anasayfa » İNSANIN ZÎNETİ EDEB

İNSANIN ZÎNETİ EDEB

Sınırı aşmama, terbiye, nezâket, zarâfet, hayâ ve iyi ahlak manalarına gelen “Edeb” insanın hataya düşerek utanacağı şeyleri yapmasına mani olan, yerinde ve ölçülü olmasını sağlayan melekedir. Şahsın söz ve davranışlarında ölçülü olmasıdır.

“Muâşeret” ise insan içine karışma, birlikte yaşayıp hoş geçinmedir. Dolayısıyla Âdâb-ı Muâşeret davranışlarda ve karşılıklı ilişkilerde kabul edilmiş usûllere, ahlak ve terbiye kurallarına riayet etmek, nezâket kâidelerine dikkat etmek demektir ki bir Müslümandan beklenen de cemiyet içindeki hareketlerinde tâbi olunması gereken bu prensiplere uymasıdır.

İnsanoğlu yaratılıştan beri diğer insanlarla beraber hayat sürme mecburiyetindedir. Çünkü Allah Teâlâ onu zayıf yaratmıştır.[1] Fakat insanın mecburiyeti sadece bununla kalmamış karşılıklı iyi geçinmesi ve güzel bağlar kurması da icab etmiştir. Zira Cenâb-ı Hak bunu, Rasûlullah (s.a.v.)’ın şahsıyla alâkalı bir hadiseyle bütün Müslümanlara gösteriyor: “Ey iman edenler! Artık Peygamberin evlerine, siz bir yemeğe çağrılmaksızın, vaktine bakmaksızın girmeyin. Ancak davet edildiğiniz zaman girin; yemeği yiyince de hemen dağılın, söze dalıp eğleşmeyin. Çünkü bu, Peygamber’e eziyet veriyor, o da siz(e söylemek)ten çekiniyor. Fakat Allah, haktan çekinmez…”[2]

İnsanlar birbirleriyle ve çevreleriyle olan münasebetlerinde, muâşeret esaslarına riayet etmeleri halinde ictimâî hayat bir ahenk ve nizam içinde yürür. Toplumdaki her fert ancak o zaman huzurlu bir hayat yaşar. Zira ahlâkî değerler de diyebileceğimiz âdâb-ı muâşeret kaideleri ictimâî hayatın temel taşlarındandır. Bir cemiyette beşerî münasebetler tahrib edilmiş, ahlak bozulmuşsa o toplumun ictimâî, iktisadî, fennî ve en mühimi manevî hayatı tehlikeli âkıbetlerden kurtulamaz.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) “Kıyamet gününde mü’min kulun terazisinde güzel ahlaktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teâlâ çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.”[3] “Mü’minlerin iman yönünden en kâmil olanı, ahlakı en güzel olandır.”[4] buyurarak âdâb-ı muâşerette güzel ahlakın tesirini en güzel şekilde bize tenbihliyor.

İnsanların umûmî olarak unuttukları bir şey var ki; o da beşerî münasebetlerde sadece zâhirî bir zevkin değil karşılıklı hakların olduğudur. Her işimizde olduğu gibi bu hususta da sadece dünyevî kısmı görerek uyulması gereken kâideleri basit bir formalite ya da protokol saymak hakîkâtin çok uzağına düşmek olsa gerek.

İnanan insan, sahip olduğu değerleri temsil etme şuurunda olmak, İslâm’ın ve Ümmet’in bir ferdi oluşunu unutmamak, bunların hepsini beyan etmek zorundadır. Hakkı temsil edecek ve kendisini tanıtacak bu edeb ve terbiye anlayışı dininin ona tevzi ettiği bir vazifedir. Şurası muhakkak ki; güzel ahlak ve faziletlerle edeben, kişinin şahsiyetini süslemesi seyreden hayatını çok daha farklı ve güzel noktalara ulaştıracak, insanların gönlünde yer etmesini sağlayacak  ve etrafındakilerin ona yakınlaşmasına vesile olacaktır. Kendisi de bu yakınlaşmaya aynı sıcaklıkla mukabelede bulunmalı ve mü’min kardeşleriyle hemhâl olmalıdır. Zira Rasûlullah (s.a.v.) bunu tesis etmesini şöyle buyurarak ondan istemektedir: “Mü’min, başkasıyla ülfet kurandır ve kendisiyle ülfet kurulandır. İnsanlarla ülfet kurmayan ve kendisiyle ülfet kurulmayan kimsede hayır yoktur.”[5]

Cemiyet içerisinde ve beşerî münasebetlerde ahlaklı, edepli olmak her zaman insanların birbirlerine hatırlatması gereken bir fazilettir. Nitekim ilmiyle amil bir âlim olan Ruveym, edebin ehemmiyeti hakkında oğluna şöyle nasihatte bulunmuştur: “Yavrum amelini tuz, edebini un yap! Yani edebin öyle çok olsun ki, edebinle amelin kıyaslandığında aralarındaki nisbet, yoğrulan bir hamurdaki tuz ile unun nisbeti gibi olsun. Çok edeple işlenen az salih amel, az edeple yapılan çok amelden daha hayırlıdır.”

Edebin insan ve cemiyet hayatında ne kadar mühim bir yer işgal ettiği hususunda muhterem üstadımız Ömer Nasuhî Bilmen Hocaefendi ise bizlere şu ibretleri aktarmaktadır: “Edeb insanın zînetidir. Edeb, insanı nefsinin hevâsına uymaktan korur, kurtarır; ‘İnsanın edebi altınından hayırlıdır.’ denilmiştir. Edebden mahrum bir insan, bir cemiyet için muzır mikroplardan daha tehlikeli bir mahlûktur.”

Ecdadımız da âdâb-ı muâşerete çok ehemmiyet vermiş ve tatbîkinde eşi benzeri olmayan bir misal olmuşlardır. Bunun tatbîk edilmesini de her sahaya yaymışlardır. Selâmlaşma âdâbı, konuşma âdâbı, musâfaha âdâbı, teşekkür âdâbı, meclis âdâbı, ziyaretleşme âdâbı, evlere giriş-çıkış âdâbı, misafir âdâbı, sofra âdâbı, alış-veriş âdâbı, iş âdâbı, komşu âdâbı, gayr-i müslimlerle münasebet, erkek-kadın münasebeti, temizlik âdâbı, mizah âdâbı ve hatta arkadaşlık-dostluk âdâbı büyüklerimizin hassasiyetle üzerinde durduğu, bizlerin de durmamızı beklediği mevzulardır. Susadıklarında dahi “Mâ-ı lezîzinizden bir kâse lûtfederseniz feyz-yâb olurum” diyerek suyu taleb etmeleri ecdadın bu konudaki inceliğini gösterir.

Bunlardan mütevellid Müslüman bir şahsiyet ferdî hayatında olduğu kadar içtimâî ve beşerî hayatında da âdâb-ı muâşeret kâidelerine riayet etmeli, cemiyet içerisinde kabul edilmiş edeb prensiplerine dikkat etmeli ve bir arada yaşadığı insanlara hürmet hususunda son derece gayretkâr olmalıdır. Çünkü böyle olması gerektiğini Rasûlullah (s.a.v.) bir duayla bize bildiriyor: “Allahım! Çirkin ahlaktan, çirkin davranışlardan ve çirkin arzulardan sana sığınırım”[6] Bütün bu hususlara ehemmiyet veren, hayatına tatbik etmek için gayret sarf eden bir kimse aynı şekilde kendi de bu muâmeleyi görecektir. Zira “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.”[7] hadis-i şerifi bizlere genel bir kaideyi öğretmektedir.

Dîn-i İslâm’a gönül veren, O’nun Kitabı’na riayet eden ve Rasûlü’ne tâbî olan bir kimse zaten bunları mihver edinmiş demektir.

[1]   “Allah, sizden hafifletmek ister. (Çünkü) insan zayıf yaratılmıştır.” Nisâ, 4/28.

[2]  Ahzâb, 33/53.

[3]  Tirmizî, Birr, 62.

[4]  Tirmizî, Radâ’, 10.

[5]  Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/400.

[6]  Tirmizî, Deavât, 127.

[7]  Buharî, Edeb 18.