İçeriğe geç
Anasayfa » İNSANLIĞIN ULVÎ HEDEFİ

İNSANLIĞIN ULVÎ HEDEFİ

“إِنَّ الْمُقْسِطِينَ عِنْدَ اللهِ عَلىَ مَنَابِرَ مِنْ نُورٍ، عَنْ يَمِينِ الرَّحْمَنِ عَزَّ وَجَلَّ، وَكِلْتاَ يَدَيْهِ يَمِينٌ؛

الَّذِينَ يَعْدِلُونَ فيِ حُكْمِهْمْ وَأَهْلِيهِمْ وَماَ وَلُوا.”

 

“Verdikleri hükümlerde, ailesinin ve halkının yönetiminde adaletle davranan yöneticiler, -kıyamet gününde- Allah nezdinde Arşın sağında nurdan minberler üzerindedirler”.[1]

     Adalet, Manevî Değerlerin Teminatıdır

Sevgi, şefkat, barış, hoşgörü, eşitlik, hakkâniyet, hürriyet, karşılıklı saygı, emek ve alın teri, ırz ve namusun korunması, sorumluluk duygusu, mülkiyet hakkı gibi insanî değerleri vazgeçilmez temel ahlakî değerler olarak kabul eden İslâm, bu manevî değerlerin korunmasını ve yaşatılmasını emretmiştir. Bu değerlerin korunması ve yaşatılması ise ancak “adalet”in hayata hâkim olmasıyla mümkündür.

İslâm toplumu hak ve adalet toplumudur. Adalet, bir medeniyet ve insanlık sembolüdür. Hukukun tek hedefi adaleti sağlamaktır. Adaletin olmadığı yerde zulüm ve haksızlık vardır. Zulüm ve haksızlığın hâkim olduğu toplum ise ilkel, vahşî ve seviyesiz bir toplum niteliğini taşır.

Adalet; insanlığın, şefkat ve merhametin,  şerefli, saygın ve faziletli ahlakın gereğidir. Âdil olabilmek, âdil davranabilmek ve âdil kararlar verebilmek üstün ahlakî seviyenin göstergesidir.

Adalet; çıkarcılık, ayrımcılık, kayırmacılık, hizipçilik, ırkçılık, zulüm ve haksızlığa kesinlikle geçit vermeyen, toplumun özlediği mutlu ve huzurlu hayatın gerçekleşmesinin güvencesi olan ahlakî ve hukukî bir değerdir.

Ahlakî değer olarak “adalet”, sadece hâkimlerin görevi değildir. Toplumda adaleti sağlamak herkesin görevidir. Ailede, iş hayatında, ticaret hayatında ve her çeşit beşerî münasebetlerde adaletle ve hakkaniyetle davranmak, Cenab-ı Hakk’ın yüce emri, Peygamberimiz (s.a.v)’in sünneti, insanlığın ulvî hedefidir.

Adaletle Davranmak Allah’ın Emridir

“Adalet”, şerefli bir vasıf, üstün bir özellik ve paha biçilmez bir değer olduğu için Yüce Rabbimizin 99 güzel ismi arasında “el-Adl” ismi de yer almıştır.[2] el-Adl, son derece âdil olan, asla zulmetmeyen, hakkaniyetle hükmeden, haktan başkasını söylemeyen, haktan başkasını yapmayan anlamındadır.

Cenab-ı Hak hükmünde, emrinde, kaza ve kaderinde son derece âdildir. Son derece âdil olan Allah, kullarına da âdil davranmayı, âdil hüküm vermeyi emreder. Her hafta minberden mü’minlere hatırlatılanAllah size adaletli olmanızı emreder”[3], ayeti “adaleti sağlama” görevinin müslümanın gündeminde önemli yer tuttuğunu göstermektedir.

Allah, söz ve davranışlarında âdil olan, hüküm ve kararlarında âdil davranan kullarını sever. Kur’an’da bu gerçek defalarca vurgulanmaktadır: “Allah âdil davrananları sever”.[4]

Kur’an-ı Kerim’de “adl” kökünden türeyen kelimler yirmi sekiz ayette geçmektedir. Ayrıca adalet manasına gelen “kıst” kökünden türeyen kelimeler on beş ayette kullanılmaktadır. Yine birçok ayette Cenab-ı Hak zulümden tenzih edilmiş, zalimler kınanmış, zalimlerin şiddetle cezalandırılacağı beyan edilmiştir.

Adalet; her çeşit zulüm ve haksızlığın engellenmesi, toplum içindeki istikrarın korunması, ayırımcılık yapılmaması, nimetlerin hakkaniyetle paylaşılması, hayatta insaf ve hakkaniyet ölçülerinin hâkim olması demektir.

Adaletin gerçek anlamda adalet sayılabilmesi, Kur’an ilkelerine, Kur’an prensiplerine ve Kur’an ölçülerine uygunluğu ile mümkündür: “Onunla -Kur’an’la- hükmeden adaletle hükmetmiş olur”.[5]

Toplumda gerçek adaletin sağlanması, gerçekleşmesi imkânsız bir hayal değildir. Gerçek anlamıyla adaletin hâkim olduğu bir toplum kurmak ütopya değildir. Tarihte Kur’an ahlakının uygulandığı, toplumda adalet, sevgi, barış, kardeşlik, huzur ve güvenin hâkim olduğu şerefli dönemler yaşanmıştır. Bizim şanlı tarihimiz, müslüman ecdadımızın kendi vatandaşları bir yana, gayri müslim azınlığa karşı sergilediği âdil ve hakkaniyetli uygulamalarıyla doludur.

Sosyal Adalet; toplumda denge ve itidalin korunması, güçsüz ve zayıf olup da hakkını almayanların desteklenmesi, zengin fakir arasında ekonomik uçurum oluşmasının engellenmesi, hayatın bütün yönlerinde hukukun hâkim olması, maddî refah, gönül huzuru ve sosyal barışın sağlanması demektir.

Sosyal adalet anlayışında ana kıstas, dengeli ve ölçülü davranmaktır. Şahsî servette dul, yetim ve yoksulların da hakkının bulunması, mü’minlerin iman kardeşi sayılmaları, toplum içinde yaşayan herkesin insanca yaşama hakkının bulunması, herkesin temel ihtiyaçlarını temin etme imkânının sağlanması, hayatın hiçbir noktasında zulüm ve haksızlık yapılmaması sosyal adaletin gereğidir. Ekonomide, ticarette ve günlük hayatta adalet; hak edilenle verilen arasındaki dengenin sağlanmasıdır.    

Âdil Yöneticiler

Allah’ın rızasını kazanmayı en büyük gaye olarak kabul eden müslüman yönetici, halka şefkat, merhamet ve adaletle davranacaktır. “Allah razı olsun.” duasına talip olan müslüman yönetici, âdil olur… merhametli olur… şefkatli olur,  hoşgörülü olur… anlayışlı olur… iyiliksever olur. Allah’ın rızasına erişmek isteyen yönetici; haram yemez, hırsızlık yapmaz, rüşvet almaz, halkına tepeden bakmaz, halkını küçümsemez, halkının inancıyla savaşmaz. Bu ulvî gayeyi taşıyan yönetici, yetim malı yemekten, faizli muamelelerden, adam kayırmaktan, emaneti ehil olmayana vermekten, baskı ve işkenceden şiddetle kaçınır. Böyle bir yöneticinin hayatında yolsuzluklar, arsızlıklar ve skandallar bulunmaz.

Âdil yönetici olmanın ahiretteki mükâfâtı ise çok büyüktür. “Adaletli Devlet Başkanı”[6], Allah’ın Arşının gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Arşın gölgesi altında ilahî ikrama lâyık yedi grup insan arasında ilk sırada yer alacak, âdil davrananlar kıyamet gününde nurdan minberler üzerinde insanlığa takdim edileceklerdir:

“Âdil davrananlar, -kıyamet gününde- Allah nezdinde Arşın sağında nurdan minberler üzerindedirler. Onlar hükümlerinde, ailelerinde ve emri altındakileri idare ederken adaleti gözeten kişilerdir”.[7]

Adaletle davranmayı ilahî bir emir olarak kabul eden müslüman, evinde eşine ve çocuklarına karşı adaletten ayrılmamalı, haksız muamele etmemeli, işyerinde insaf ve adaleti terk etmemeli, her çeşit haksızlığa karşı meşrû tepkisini ortaya koymaktan çekinmemelidir.

Adaletin yeryüzünde gerçekten hâkim olabilmesi için, insanların, önce kendi şahsî çıkarlarını gözetme yerine “Hakka hizmet, hukuka hürmet, emanete riayet, uhrevî sorumluluk, din kardeşliği” gibi ulvî duyguları ön plana almaları, bunun için de Kur’an ahlakıyla ahlaklanmaları gerekir.                

     Kızgınlık ve Kinle Verilen Karar, Âdil Karar Olamaz 

Bir kişiye veya bir topluluğa duyulan kızgınlık; âdil, sağlıklı ve mantıklı karar vermeyi engelleyen faktörlerden biridir. Şuurlu mü’min, kişileri veya olayları değerlendirirken ya da birileri hakkında hüküm verirken ön yargı ile şahsî huysuzlukla davranmamalı, insafı elden bırakmamalıdır.

İslâm toplumu kin ve nefret toplumu değil, hürmet ve muhabbet toplumudur. İslâm toplumunda ön yargı değil, kıyametteki son yargı daima ön plandadır. Kızgınlık,  kin ve intikam duygusuyla sert ve acımasız kararlar vermek cahiliye anlayışıdır. Masum olduğunu bildiği halde sadece beslediği düşmanca duygular sebebiyle muhatabına her türlü haksızlığı revâ görme ve aleyhine yalan yere şahitliği mübah sayma anlayışı, İslâm ahlakıyla asla bağdaşmayan çirkin bir anlayıştır. Müslüman, şartlar ve gerekçeler ne olursa olsun kızgınlığı nedeniyle adaletten ayrılamaz. O, adaletle davranmak, adaletle karar vermek ve adaleti sağlamakla yükümlüdür. Bu konuda Kitabımızın açık uyarısı şu şekildedir:

“Ey iman edenler, âdil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Âdil olun. Çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır”.[8]

            Eşsiz bir örnek, ideal bir şahsiyet olan Peygamberimiz (s.a.v)’in Medine toplumunda hiçbir ayırım gözetmeden herkese şefkat ve rahmetle davranması, Yahudilere adalet ve hakkaniyetle muamele etmesi, Mekke Fethi’nde kendisine eza ve cefa eden Mekkelileri bile affetmesi pek çok kimsenin gönlünün imanla şereflenmesine sebep olmuştur.

Allah Rasûlünün; zalimlere engel olmak, mazlumları himaye etmek, hak ve hürriyetleri korumak, adalet ve hakkaniyeti savunmak amacıyla, aralarında kendisinin de bulunduğu faziletli şahsiyetler tarafından Mekke’de kurulan Faziletliler İttifâkı (Hılfu’l-Fudûl) hakkında yıllar sonra “(Bugün) İslâm döneminde böyle bir ittifaka davet edilsem yine icabet ederdim.”[9] buyurması adalet ve hakkaniyetin önemine işaret etmektedir.

            Zulüm Düzeni

Günümüzde dünya çapında insan hak ve hürriyetlerinin savunuculuğuna soyunan süper güçler, adaleti sadece maddî çıkarları söz konusu olduğunda hatırlamakta; açlık, kıtlık ve salgın hastalıkların pençesinde kıvranan üçüncü dünya ülkelerinin, ülkelerinden göç etme zorunda kalan mültecilerin acı ve perişan durumlarına seyirci kalmaktadırlar. İnsafa gelirlerse yoksul milletlere yardım elini uzatan zengin devletler, bir taraftan da Asya ve Afrika ülkelerinde darbe kışkırtıcılığı ve savaşlarla zulüm düzenini sürdürmektedirler.

Adaletin önemine ve gerekliliğine inanmak yeterli değildir. Asıl yapılacak iş, imkânların ve nimetlerin âdil paylaşımını sağlamak, sosyal adaletin gerçekleşmesi için pratik ve kalıcı adımlar atmak, vakıflar, dernekler ve diğer sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla sosyal adalete katkıda bulunmak, toplumda yaşanacak her çeşit zulüm ve haksızlığı engellemeye çalışmaktır.

Zira dünya genelinde adaletin gerekliliğine ve zorunluluğunu dile getiren bazı güçler, maddî çıkarları söz konusu olduğunda fütursuzca adaleti ve hukuku çiğneyebilmekte, suçluları suçsuz, suçsuzları suçlu gösterebilmekte, zulüm ve haksızlığı, kan dökmeyi ve kin kusmayı gayet normal görebilmektedirler. Günümüzde rüşvet, iltimas, baskı, zulüm, işkence, sahtekârlık, yalancı şahitlik ve karanlık işlerle hayatlarını manevî açıdan karartanlar bile bu karanlık uygulamaları için kendilerince haklı(!) gerekçeler ileri sürebilmektedirler.

O halde önemli olan; teorik tartışmalar yapmak değil, pratik uygulamalar sergilemektir. İnsanlığa yararlı olan; insan hakları bildirileri ve insan hakları ihlalleri raporları yayınlamakla yetinmek değil, bu bildirilerin ve raporların gereğini yapmaktır.

Özlenen dünya düzeni, insanî ve ahlakî değerlerin yaşandığı, objektif adalet, insaf ve hakkaniyet ölçülerinin uygulandığı, güç ve güçlünün değil, Hakk’ın ve haklının üstün tutulduğu; huzur, barış, güven, sevgi ve kardeşliğin hâkim olduğu dünya düzenidir. Bu da tarihte olduğu gibi günümüzde de ancak, ilahî emirlerin, nebevî tavsiyelerin ve manevî değerlerin gönüllere ve hayata hâkim olmasıyla mümkündür.

 

[1] Müslim, İmâre 18 No: 1827; Nesaî, Kudât 1 No: 5379; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/160.

[2] Tirmizî, Deavât 83.

[3] Nahl; 16/90.

[4] Maide; 5/42; Hucurat; 49/9; Mümtehine; 60/8.

[5] Tirmizî, Sevâbü’l-Kur’an 14; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’an 1.

[6] Buharî, Hudûd 19; Müslim, Zekât 16; Tirmizî, Zühd 53; Nesaî, Kudât 2; İbn Mace, İkâme 78; Malik, Muvatta: Şiir 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 3/22,55.

[7] Müslim, İmâre 18; Nesaî, Kudât 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/160.

[8] Maide; 5/8.

[9] bkz. İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebevîyye: 1/142.