İçeriğe geç
Anasayfa » İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜ – 1

İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜ – 1

                                    TAKDİM

Bu yazının mevzûunu teşkil eden İslâmî prensipleri ilk defa “Amerika’da Zenci Müslümanlık Hareketi”[1] isimli eserimizde zencileri Müslümanlığa celb eden esbâb-ı mûcibeden biri olarak ele almış ve gâyet kısa bir sûrette anlatmıştık. Daha sonra İslâm dâvâsı yolunda yürüyen gençlerimizin tezatlarına şâhid oldukça bu gibi zaafların İslâm’ın temel umdelerinin (prensiplerinin) lâyıkıyla hazmedilememiş olmasından doğduğunu fark etmiş ve bu sebeple haftalık Sebil dergimizde zaman zaman bu mevzûları daha tafsilâtlı bir sûrette yazmıştık.

O yazıların gördüğü alâka bizi hazin gurbet mâceramız sırasında bunları kitaplaştırmak ve bazı ilâvelerle birlikte İslâmcı gençliğe derli toplu bir şekilde sunmak ihtiyacına sevk etmişti. Bu düşünceyle 1981 yılında  Frankfurt’ta “İslamcı Gençliğin El Kitabı” adıyla yayınlanan eserimizde İslâmcı gençliğin önünde duran bir çok meseleyle birlikte bunların bu muazzez dini bir “Dünya görüşü” şeklinde kavramaları için kitaplaştırmıştık.[2] Aradan geçen yirmi beş sene zarfında görülmüştür ki, temel İslâmî prensiplerin kavranmasında ve hazmedilmesindeki kifâyetsizlik sebebiyle İslâmî cephede çalışan insanların gerek fikirlerinde ve gerekse hareketlerinde mevcud tezatlar tahammül edilemez bir noktaya varmıştır.

Her ne kadar insan beyni için mücerred gerçekleri kavramak müşahhasları kavramak kadar kolay değilse de –hiç olmazsa İslam’ı dâvâ eder bir tavır içinde olanların- bu lâzımede kifâyetsiz kalmalarının bedeli cephemize çok ağır olduğundan muhâtabı az da olsa bu meseleyi daha geniş ve zengin misallerle daha kolay anlaşılır bir şekilde umûmî efkâra takdimi asla küçümsenemeyecek bir zarûrettir.

Bu zarûreti karşılamak üzere kaleme alınmış olan işbu yazılar, –tahdis-i nîmet kabîlinden söylemek gerekirse- mevzuunda ilktir. Çünkü İslâm’ın gerek mücerred ve gerekse müşahhas prensiplerini çeşitli ilm-i kelâm, fıkıh ve siyer gibi kitaplarda bulmak kâbilse de bunların derli toplu bir sûrette bir araya getirilmiş olduğu bir eser mevcud değildir. Belki varsa da bizim görmemiş olduğumuzu söylememiz daha doğru olur.

Filhakîka İslâm şehidi Seyyid Kutup merhûmun aynen bizim gibi adlandırılmış, yani “İslâm’ın Dünya Görüşü” ismiyle merhûm Ali Arslan Hocaefendi tarafından dilimize kazandırılmış bir eseri mevcuddur. Fakat bu eser sistematiği itibariyle hatalıdır. Zira içine doldurulmuş bilgiler birtakım temel prensiplere ircâ edilerek ele alınmamış bulunduğundan dağınıklık arz etmektedir. Bu sebeple o eserde arananın bulunması güçtür.

Dünya görüşü, hayat ve Kâinâtı mevcûdiyet ve işleyişi itibariyle değerlendiren bir görüş demektir. Böyle bir görüş, müteârifelerle (ispatı gerekmeyen temel hakikatler) başlayıp kendi içinde tezada düşmeksizin bir tefekkür ve tehassüs sistemi oluşturmaktır. Bunun aynı zamanda insan müfekkiresi için vârid-i hâtır olan her suale verilmiş bir cevabı olmak lâzım gelir. Bir görüşü, Dünya görüşü kılan şu genişlikle muhtevâsının tezatsız olmasıdır. Bu görüş açısıyla bakıldığında “İslâm Dünya Görüşü”, insanlık fikir tarihinde tek ve emsalsizdir.

Elinde, gerçek vâzıı (koyucusu) ilmi mutlak olan Cenâb-ı Hakk’ın olduğu bir Dünya görüşüne sahip Müslüman toplulukların bugün içinde bulundukları perişanlığın sebebi, bu yazılarda –yine de hülâsaten- anlatılacak olan fikrî muhtevânın lâyıkıyla anlaşılıp hazmedilememiş olmasından başka bir şey değildir.

Bu demektir ki, bugün İslam Âlemi’nin içinde bulunduğu ahlâkî, siyâsî, iktisâdî… ilh. perişanlıktan kurtulabilmesi için lâzım gelen ilk icraat, İslâm’ı yeniden ve doğru olarak anlamak, onun lâyemût (ölümsüz) prensiplerini günümüz maslahatıyla te’lif etmek dirayetini göstermektir. Bu ise İslam Âlemi’nde birinci derecede idareci kadroların bir mükellefiyetidir.

Diğer taraftan unutmamak lazımdır ki, her fiil, bir duygu ve düşünce zemininde vücûde gelir. Zemin yanlışsa varılacak netice hak ve hayır olamaz.

İnsanlık fikir tarihinde bütün beşerî faaliyetlerde temel sâikın fikr-i sâib, yani hak; amel-i sâib, yani hayra ulaşmak olduğu bir bedahettir. Bu gaye ise sırf beşerî akılla husûle gelmez. Akıl, hakka ve hayra ulaşmakta kifayetli olsaydı, akıllı adamlar suç işlemez veya her suç işleyen akılsız sayılmak lâzım gelirdi. Bu demektir ki, aklın kifâyetsizliğini giderecek bir başka müessire ihtiyaç vardır. O da vahy-i ilâhîden başka bir şey olamaz. Çünkü bundan gayrı bütün müessirler aklın dûnundadır (aşağısındadır). Aklı aşan ve ona acze düştüğü her yerde yardım eden ancak vahy-i ilâhîdir ki, bu lâzıme Cenâb-ı Hakk’ın beşere nebiler göndermek sûretiyle yardım etmesinin, ilk insan Hazreti Âdem’le başlamış olmasıyla sâbittir. İşte bu sebepledir ki, vahye dayanan ve muhtevâsı ilâhî bir sıyânetle günümüze kadar korunmuş bulunan “İslâm Dünya Görüşü” müslümanlar ve hatta bütün insanlık için yegâne kurtuluş düstûrudur. O, tufanda Nuh’un gemisi gibidir. Muzdarip beşeriyet için yegâne ve tek çaredir. Elverir ki, doğru olarak anlaşılabilsin ve beşerî irade iman sâikıyla onun ulvî prensiplerine lâyıkıyla râm olabilsin. Nâçiz yazılarımız böyle muazzam bir gayenin gerçekleşmesi husûsunda hac yolcusu bir karıncanın mütevâzı bir adımı gibidir. Cenâb-ı Hak dilerse dağlara fare, dilemezse farelere dağ doğurtur. Bizimse beşer olarak vazîfemiz esbaba tevessülden ibarettir.

Allah-u Azîmüşşan câmiü’l-ezdâd bulunduğundan Kâinat’ta zıtlığın bertaraf edilemeyeceğini iman berraklığını kavramış ve kabullenmiş bulunmamıza rağmen şu niyet ve gayretimiz mudill (dalâlete götüren) sıfat-ı ilâhiyyesinin tecellilerine muhatab olanların daima mevcûd olacağını bilmekle beraber zıtlar arasındaki galebe kavgasında İslâm’a revaç sağlamaktan başka bir niyetimiz olmadığı Allah-u Azimüşşân’a mâlumdur. Bu maksatla giriştiğimiz yolda o yüce varlıktan murâd-ı ilâhîyesine muvâfık düşen İslâmî galebeden bize de bir hisse takdir edilmesi niyâzıyla sözlerimize son verirken değerli okuyucularımıza Allah’ın rahmet, bereket ve âtıfeti ile muâmele etmesini niyaz ediyoruz.

Ve minallâhittevfîk.

5 Ekim 2005

(1 Ramazan 1426)

ÜSKÜDAR-İSTANBUL

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜ

A- DÜNYA GÖRÜŞÜ NEDİR?

Dünya görüşü, insan hayal ve havsalası dâhilinde akla gelebilen, her suâle cevabı olan görüş demektir. Bir görüşün, Dünya görüşü sayılabilmesi için her suali cevaplaması yetmez, bir de bu cevapların, kendi içinde tezatsız, mantıkî bir teselsül hâlinde, sistemli ve âhenkli olması lâzımdır. Bu âhenk ise, o görüşün kendisine temel olarak aldığı prensiplerle mîzân edilmesi hâlinde mevzûbahistir. Yoksa bütün izahlarında kendi temel prensiplerine sâdık kalmayan bir görüş, kâmil bir Dünya görüşü olamaz. Dünya görüşü, insan ve Kâinât için mevzubahis olabilen hiçbir mes’eleyi hâriçte bırakmamalı, hepsi hakkında bir hüküm ve îzâh ortaya koymalıdır. Yâni müşâhede edilen ve edilemeyen Âlemlere âid olmak üzere insan aklına gelebilen her suale cevap vermelidir. Meselâ tedkîk ve müşâhede sahası dışında olan –faraza- bir melek, cin, cennet, cehennem.. ilh. gibi mefhûmlar hakkında da bir Dünya görüşünün mutlaka bir hükmü mevcûd olmak mecbûriyeti vardır.

Dünya görüşü, sırf bütün Dünya’ya yayılmış ve pek çok kimse tarafından benimsenmiş olan bir görüş demek de değildir. Zîrâ birtakım bâtıl telakkîler ve hurâfeler bile bütün insanlık çapında yaygın olmakla berâber, bunlar ne bir Dünya görüşü, ne de böyle bir görüşün bir parçası olmak vasfını hâizdirler. Meselâ, uğursuzluk inancı bütün insanlık Âleminde vardır. Bir Rus da, İngiliz de, herhangi bir uğursuzluktan (şeâmetten) bahsederken yere vurur, “Şeytan kulağına kurşun!..” der. Hıristiyanlık Âlemi’nde on üçüncü havârînin Hazret-i İsâ’yı ihbâr etmiş olmasından doğan ve yüzyıllardır devâm eden bir inanışla on üç rakamı uğursuz sayılır. Otellerde odalara numara verirken bile on üç rakamını atlarlar.

Müslüman olan bir insanın -hele o bir münevver ise- İslâm’ı, bir Dünya görüşü vasfında kavraması zarûrîdir. İslâm’ın ana prensipleri itibarı ile hayat, Kâinat ve insanın mâhiyetini nasıl îzâh ettiğini bilmesi gerekir. İslâm’ı anlayıp hazmetmekte en temel mes’ele budur.

Bir çocuk, etrafında cereyan eden hâdiseleri henüz kavramaya başladığı anda yakınındaki büyüklere basit kelimelerle, müşahhas mes’eleler kadar birtakım mücerred mefhumlar hakkında da sualler sormaya başlar. “Namaz nasıl kılınır, abdest nasıl alınır?” gibi muşahhas dînî suallerin yanında Allâh, melek, uhrevî Âlem.. ilh. gibi mücerred ve gayr-i müşahhas mefhûm ve mes’eleler hakkında da suâller sorar. Etrâfındakiler bu mefhûmlar hakkında gerekli izâhatta bulunmak husûsundaki kifâyetsizlikleri sebebiyle ya suâl soran çocuğu azarlayıp susturur veyâhut da onu birtakım basit îzâhlarla tatmin etmeye çalışırlar. Çocuğun yaşı ilerledikçe böyle mücerred mefhûmlarla alâkalı tecessüsü artar ve bu hususta zihnine vârid olan suâller, şümûl ve mâhiyet itibâriyle gelişip ağırlaşır. Çünkü her vasıflı insan, zihnî birtakım mücerred suallere fıtrî bir alâka duyar. Bu alâka izâh ettiğimiz vechile çocukluk yaşında başlayıp bir insanın yaşadığı müddetçe devâm eder. Bu bakımdan evvel emirde, hayat ve Kâinat ile ona hâkim olan ve içinde meknûz bulunan mücerred hakikatlerin kavranması, daha çocuk yaşta bile insan beyninin tatmin edilmesi için lâzım gelen ehemmiyetli bir mesele olarak karşımıza çıkar.

Çocukluktan itibâren böyle mücerred suâllere aldığımız cevaplar hakîkate ulaşmak için –az çok- bir mânâ ifâde etse de hakîkatte o îzâhların yüklendiği mânâ ile onların mutlak mâhiyetleri arasında azîm bir fark olduğu muhakkaktır. Meselâ, yetişkin insanların bile Allâh hakkında îmân ettikleri birtakım sıfatlardan anladıkları ile o sıfatların Allâh katındaki mutlak mâhiyetleri arasında büyük bir fark vardır. Bu farkı ifâde etmek üzere çeşitli tasavvufî görüşlerin[3] ortaya konulmuş bulunduğu bir gerçektir. Çünkü insan beyni müşâhede edilen Âlemden edindiği intibâlarla düşünür. Hakîkate ulaşmak için de bunları kıyâsa medâr olan birer vâsıta olarak kullanır. Bu sûretle müşâhede edilen Âlemle “Âlem-i gayb” ve ondaki hakîkatler arasında belki de sırf bir “lâfız berâberliği”nden ibâret bir netîceye ulaşılır. Meselâ, Allâh hakkındaki “vücûd” veyâ “ilim” gibi sıfatların muhtevâsını, insanlar maddî Âlemden aldıkları intibâlarla doldura geldiği, fakat bunların Allâh’taki “mutlak” mâhiyetinin bilinemeyeceği gerçeğini zât-ı Bârî hakkında “muhâlefetün lil havâdis” yâni sonradan yaratılmış hiçbir şeye benzememek sıfatı ile ikmâl ve telâfîye çalışırlar.

Bu gibi mes’eleler hakkında münevver bir Müslüman, çocuk seviyesinde bilgilerle mücehhez ise, bu hiç de hoş karşılanmaz. Böyle olmakla berâber, maâlesef zamânımızda Müslüman münevverlerin ekseriyeti, bu gibi mes’elelerle lâyıkıyla meşgul olamamaktan dolayı bu durumdadır.

[1] İstanbul, 1967, Sebil Yayınevi.

[2] Frankfurt, 1981, Sebil Yayınevi.

[3] Cenâb-ı Hakk’ın “Vücûd” sıfatının mâhiyeti ile müşâhede edegeldiğimiz âlemdeki “Vucûd” mefhûmu arasındaki farkı anlayış ve îzâh edişten doğmuş bulunan iki tasavvufî telâkkî, bu hususta ilk akla gelebilen bir misaldir. Bunlar Şeyh-i Ekber ünvânı ile yâd edilegelen Muhyiddîn-i Arabî’nin temsîl ettiği “Vahdet-i Vücûd” ile “Müceddid-i Elf-i Sânî” yâni ikinci binin yenileyicisi sıfatıyla meşhûr olan İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin ortaya attığı “Vahdet-i Şühûd”dur.