İçeriğe geç
Anasayfa » İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜ İRADECİLİK PRENSİBİ-II

İSLÂM DÜNYA GÖRÜŞÜ İRADECİLİK PRENSİBİ-II

 

Allah ilm-i küll sahibidir. Bu O’nun olmuş ve olacak her şeyi bilmesi demektir. Bu İtikâdî gerçeğin zaman ve mekânla mukayyed olan insan idrakine sığması imkânsızdır. Zira bir şeyin olmadan evvel bilinmesi onun sabit ve takdir edilmiş bulunduğunu zannettirir. Hâlbuki gerçek böyle değildir.

Allahu Azimüşşan, bazı oluşlara kendi mutlak iradesi ile âmil olduğu halde diğer bazılarını kulun istemesine havale etmiş ve kula verdiği cüz’î irâde ile bunları –hayır veya şer- gerçekleştirmesini murad etmiştir. Bu demektir ki kul, sahip olduğu irade sebebiyle belli bir hareket sahası içinde muhtârdır. Dilediğini yapabilir. Ancak kulun iradesi mahsulü olarak ortaya çıkan her fiil de “mahlûk” olduğundan ve kulda “halik” sıfatı bulunmadığından Mevlâyı Müteâl, kulun irade ve ihtiyar ile tercih ettiğini halk eder. Yani beşerî fiillerde “Failiyyet” ve “Halikiyyet” gibi iki sıfat cem’ olmuş olur. Lakin Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i küll ile bunları bilmesi bizzat takdir ve tayin etmiş olması manasına değildir. O, kulun ne yapacağını bilir. Bu biliş, Allah katında zaman ve mekân olmadığına dolayı pek tabiîdir. Bu, tıpkı kulun fiili zaman içinde gerçekleştikten sonra bilmesi derecesinde kolaydır.

Diğer taraftan kul, her istediği filli –o fiil iktidarı dâhilinde görülse bile- bazen gerçekleştiremeyebilir. Bu, beşerî iradeye ilâhî iradenin “Halikiyyet” sıfatıyla inzimam etmemesinin bir neticesidir. Kul için kader, yani olacakların mutlak irade ile ezelde takdir olunması keyfiyeti, bilinemez. Ancak zaman içinde kaderin gerçekleşmesi yani “Kaza” haline gelmesi lazımdır. Bu, insanın zamanlı bir âlemde yaşamasında ve idrakinin zaman ve mekân kaydı dışında sıfırlanmasından doğan bir keyfiyettir. Ayrıca bu keyfiyet aynı zamanda ilâhî bir merhametin de tecellîsidir. Zira insanlar olacakları evvelden bilselerdi bahtiyar olabilmelerine ve hayatın çeşitli cilveleriyle avunup huzur bulmalarına imkân olmazdı. O derecededir ki mesela bir trafik kazasında can verecek olan kimsenin, o vakıanın gerçekleşeceği ana kadar endişeden salim olabilmesi kaderin bu meçhuliyyeti sayesindedir. Buna ilaveten, kader bilinebilseydi fiiller o bilgiler ışığı altında şekil ve mahiyet değiştirir ve bu da kul için dünya hayatını bir “imtihan âlemi” olmaktan çıkarırdı ve nizam altüst olurdu. Mesela bir adam öleceği zamanı önceden bilebilseydi ölmeden az evvel ne kadar hasmı varsa hepsini öldürmeye kalkışabilir veya yapmayacağı birçok işleri gerçekleştirmeye teşebbüs ederdi.

Bütün bu söylediklerimizi misallendirerek daha vazıh bir hale getirmek istersek diyebiliriz ki, küllî irade –la teşbih ve la temsil- mesela şehir cereyanına benzer. O merkezden kesik olsa, kulun odasındaki lambayı yakmak için düğmeyi çevirmesi hiçbir netice hâsıl etmez. Beşerî iradenin talebini gerçekleştirebilmesi için ilâhî iradenin o fiile mutlak bir surette ve evveliyatla inzimam etmesi gerekir. Bu sebepledir ki, hayır ve şer bütün fillerde ilâhî irade mutlaka mevcuddur. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın müsaadesi olmadan herhangi bir ağaçtan herhangi bir yaprağın düşmeyeceği yolundaki beyan[1] da bu gerçeği te’yid eder.

Otuz üç derece ile kademelendirerek -güya- bir beşerî terakkî sistemi ortaya koymuş bulunan masonlar da on sekizinci dereceye kadar bu itikadı taşıyabilirler. Ancak bundan vazgeçip “deizm” diye adlandırılan görüşü benimsemedikçe on dokuzuncu derece ve daha yukarısına terfi edemezler. Deizm, ilâhî iradenin kâinatın yaradılış anında aynen bütün semavî dinlerde olduğu gibi mutlak bir şümul ile carî bulunduğunu kabul edip yaradılıştan sonra, bu iradenin sonradan yaratılmış olanların teşkil etmiş olduğu âlem (mâsivâ)le alakasının kesildiği yolunda bir görüştür. Onlar Cenâb-ı Hakk’ı “Kâinatın Ulu Mimarı” diye yâd ederler. Bundan dolayı sembolleri, mimarlara mahsus pergel, cetvel gibi alet edevattır. Nasıl bir mimar bir binayı istediği şekilde planlayıp inşa ettikten sonra onun bilâhare kullanılış ve işleyişi ile ilgisizse, Cenâb-ı Hakk da kâinat karşısında aynı durumdadır. Bu demektir ki; on dokuz veya daha yüksek derecedeki masonlar İslâm nazarında “münkir”dirler.

İns ü cinnin âmil olabildiği bütün vukuât ve şuûnât (realiteler)’ta ilâhî iradenin mevcud olduğunu söylemek bütün bu fiillere Allah’ın razı olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu belki “müsaade” kelimesiyle izah olunabilir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın iradesi her şeyde mevcud olduğu halde rızası sadece ve sadece hayırdadır. Böyleyken icabında kulun, şerri murad edip iradesini o yolda kullanmasına müsaade etmesi dünya hayatının bir imtihan âlemi olmasının ve neticeten mükâfât ve mücâzâtın mantıkî bir icabıdır. Aksi halde cennet ve cehennemi yaratmak abes olurdu. Abesle iştigalin ise Cenâb-ı Hakk hakkında caiz olmayacağı aşikârdır. Çünkü onun sıfatlarından biri de “Müteâl” yani idrak ve ihatası imkânsız bir mükemmelliktir. Kul âmil olmak istediği halde ilâhî iradenin adem-i inzimamı sebebiyle gerçekleşmemiş olan fiilden dolayı tecziye edilse isyan ve itirazı mantıklı olurdu. Bu nükte şu misalle daha anlaşılır bir hale gelir sanırız:

Bir babanın çocuğunu “oynasın-eğlensin” diye bir oyuncak almak üzere, bunları satan bir yere götürdüğünü düşünelim. Evlâdına –hiç şüphesiz- merhamet ve muhabbeti olan o baba, çocuğun bir tercih yapmasından önce ona dükkândaki bütün oyuncakların menfaat ve mazarratlarını anlatmak ister: “Şu, hiçbir riski olmadan güzelce oynayıp neşeleneceğin bir oyuncaktır; bunun elini kesmek, ötekinin arkadaşlarının gözünü çıkarmak ihtimali vardır.” gibi her oyuncağın husûsiyetini çocuğuna gereği kadar anlatır. Ondan sonra da kendisine dükkânın hudutları içinde bir tercih hakkı tanır. Çocuk, bütün bu îkâz ve irşâdlara rağmen mazarratlı bir oyuncak seçtiği takdirde dilerse parasını vererek çocuğun iradesinin yöneldiği gayeyi gerçekleştirmesine imkan verir, dilemezse parayı vermeyerek onun iradesini akîm bırakır.

İşte küllî irade sahibi olan Cenâb-ı Hakk karşısında bütün mahlûkat ve bu arada hassaten Âdemoğlu, misalimizdeki çocuğa benzer. Dikkat edilirse muradını gerçekleştirmek hususunda sahib olduğu zâtî irade tek başına kâfî gelmediği gibi o iradenin gerçekleşebileceği saha da mahduddur.

Park kenarlarında köpeklerini gezdiren insanlar vardır. Bu köpeklerin, ucu sahibinin elinde olan bir ipi vardır. Sahibi dilerse bu ipi bir-iki metre, dilerse beş-altı metre olarak tayin ve tesbit eder. Köpeğin bu ipi uzatıp-kısaltmak hususunda bir iktidarı olmadığı gibi o, bundan dolayı muaheze de edilemez. Ancak sahibiyle arasındaki mesafeyi onun önünde, arkasında veya sağında, solunda kullanabilmek gibi bir ihtiyara maliktir. Sahibi, köpeğin bu ihtiyarı kullanışına nadiren müdahale eder. İşte, kuldaki cüz’î irade bu kabilden ve fakat hududları kat’î ve nazarî olarak önceden bilinemeyen, sırf vukuatın gerçekleşmesiyle anlaşılabilen bir tahdide tabidir. Bu da ilâhî takdire dayandığından değişmez ve değiştirilemez.

Bununla beraber değişmez ve değiştirilemez olan şu cüz’î irade üzerinde de bilinebilen ve bilinemeyen pek çok müessirin mevcud olduğu muhakkaktır. Bu müessirlerin iradenin artıp eksilmesinde ve yönlendirilmesinde oynadığı -çok kere keşfi imkânsız-  rollere de temas etmek gerekir.

Gerçekten bu temas ettiğimiz irade üzerine munzam müessirlerin –bihakkın- tâdâdı imkânsızdır. Biz, kimisi şahsî ve iktisabî kimisiyse haricî ve ictimâî olan bu müessirlerin belli başlılarına temas ile iktifâ edeceğiz.

 

[1] “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’am, 6/59)