İçeriğe geç

İSLAM DÜNYA GÖRÜŞÜ – 2

  1. sayıdan devam…

Vasıflı bir münevverin dimağı dahî mücerred meseleler hakkındaki îzahlarla kolay kolay tatmin olmaz. Hele o, İslâm’ı müdâfaa eden bir münevverse karşısına seviyeli bir münkir çıktığı zaman onu iknâ edecek veyâ en azından ilzâm edecek derecede bu meselelere vâkıf olması gerekir.

Bu vesileyle İslâm’ı müdafaa etmek şevk ve heyecanı ile hareket edecek gençlere üzerinde konuşulacak mesele hakkında kifâyetli bir bilgiye sahip olmadıkça müdâfaaya teşebbüs etmemelerini tavsiye ederiz. Zira şahsî bir kusur olan âcizliklerinin, İslâm’a zarar vermesine sebep olurlar.

Diğer taraftan unutulmamalıdır ki, müslümanlar İslâm’a karşı çıkan bütün muârızlara karşı ilmî mücâdelede daima muzaffer çıkmışlar ve hiçbir zaman mağlub olmamışlardır. Bunun fikir tarihinde sayısız misallerinden bir tanesini ibret olmak üzere arz etmek istiyoruz:

İngilizler, Hindistan’a yerleşmeye başladıklarında bu kıtada ilk ve ciddî mukâvemeti müslümanlardan görmüş (1857 isyanında olduğu gibi) ve bu karşı koymanın da İslâm inançlarından doğduğunu fark etmekte gecikmemişlerdir. İslâm’ın bu tefrikada daha sonra anlatılacağı üzere büyük bir ehemmiyeti hâiz bir “hürriyet” prensipi vardır. O derecede ki, farz-ı ayn olan Cuma namazının îfâ edilebilmesi için aranan şartlardan biri de “hürriyet”tir.

İngilizler Hindistan’da silâh kuvvetiyle istilâ hareketine girişmişken, bunun orada tutunmak için kâfi gelmeyeceğini, aynı zamanda islâmî inançları sarsmak lâzım geldiğini fark etmişler ve İslâm aleyhine sayısız neşriyât yaptırmışlardır. Hatta bu vesileyle ifâde edelim ki, hep böyle hâsımâne bir üslupla hareket etmemiş, müslümanları ifsad için bir üniversite dahî kurmuşlardır. Bugün Fazlurrahman gibi sapık, sözde İslam âlimlerinin zuhûr sebebi bu sûretle kurulmuş olan Ali Garh Üniversitesi’dir. Bu üniversitenin profesörlerinden Feyzi Ali Asgar adında bir mülhidi, talebeliğimizde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde dinlemiş ve onun sapık fikirlerine açıkça meydan okumuş, hatta O’nun konferansını yarıda kesip kaçmasına sebep olmuştuk.

İslâm’ın temel tefekkür ve tahassüs yapısını bozmak için İngilizler’in yaptırdıkları neşriyâtın en ehemmiyetli aktörlerinden bir olan Rahib Fender’di. Onun İslâm aleyhine olmak üzere beyân ettiği fikirleri çürütmek maksadıyla 1854 yılı Nisan ayında Hindistan’ın Ekberâbâd şehrinde kalabalık bir topluluk huzurunda ilmî bir münâzâra cereyan etmiştir. Bunu Hâce Rahmetullâh-i Hindî adında bir İslâm âlimi taleb etmiş ve Fender’i münâzarayı kabul mecbûriyetinde bırakmıştır. Mübârizlerin ikisi de hıristiyanlığı çok iyi bilen kimselerdi. Hatta Rahmetullah-i Hindî, İncil’e rakibinden daha fazla vâkıf olduğunu, münakaşa esnasında O’nun unuttuğu bazı şeyleri hatırlatmak sûretiyle göstermiştir.

Bu münâzarada, münâkaşaya esas olan meseleler “Kur’ân-ı Kerim’deki nesih, İncil’in tahrîfi, teslis ve Muhammed aleyhisselâm’ın nübüvveti” gibi meselelerdi. Münâkaşa, müslüman ve İngiliz entelektüel bir kalabalığın huzûrunda iki gün sürmüş ve fakat son iki mesele müzâkere edilememiştir. Bunun sebebi, Papaz Fender’in mağlûbiyeti açıkça görülecek bir sûrette toplantıyı terk etmiş olmasıydı. Fakat ne hazindir ki, Rahip Fender bunca şâhid huzurunda vâkî olan bu münâkaşayı, bilâhare tahrif ederek yayınlamıştır. Rahmetullah-i Hindî de cevâben işin gerçeğini “İzhâru’l-Hak” adıyla yayınlamış ve bu kitap, Sultan Abdülaziz merhûmun teşviki ile Osmanlıcaya tercüme edilmiştir.

İngiliz idâresini ve onların idâresindeki papazları küçük düşürüp perişan eden bu ilmî zafer, hiç şüphesiz Hindistan’da büyük âlim ve mutasavvıf  Şah Veliyyullah Dehlevî’nin başlattığı ilmî faaliyetin ve O’nun türkçemize de intikal etmiş bulunan “Hüccetüllâhi’l-Bâliğa” isimli muazzam eserinin husûle getirdiği bir netice idi. [1]

Aynı şekilde ehl-i sünnet akâidine muhâlif kimselerle de islam âlimleri böyle zaman zaman ilmî mübârezeye girişmiş ve bunların hepsinden de alınları ak olarak çıkmışlardır. Bunlara da bir misal olmak üzere Prof. Dr. Bekir Topaloğlu’nun “Kelâm İlmi-Giriş” adlı eserinin sonuna  ek yapılmış olan risâleye [2] bakılabilir. İran hükümdarı Şah Ahmed’in huzurunda Ehl-i sünnet âlimi  Ebu’l-Berekât es-Süveydî ile şii ahundları arasında cereyan eden münâkaşadan nasıl büyük bir zaferle çıktığı ibretle müşâhede olunabilir.

Bu lüzum ve ihtiyaç günümüzde daha da fazla bir hayatî ehemmiyet arz etmektedir. Zira bugün ortalıkta şüyû bulan “hoşgörü” (tesâmüh) kelimesiyle başlayıp “semavî dinler arasında diyalog” ünvanıyla inkişâf eden tarihî bir ihânet tezgâhlanmaktadır. Yerli ve yabancı birtakım aktörler tarafından yürütülen bu ihânet, Kur’ân-ı Kerîm’in muâmelâta âid ahkâmını muattal kılmak gâyesi yanında bir kısım ilâhî beyânların da “Âlemşümûlluk” vasfını münâkaşaya açmaktadır. Bunlar bazı âyetlerin târihî ve binnetice  mahallî olduğu iddiâsıyla dehşet verici bir itikadî tezebzübe (karışıklığa) doğru dört nala gitmektedirler. Bir kısım insanlar, Cenâb-ı Allâh’ın Peygamber Aleyhisselatu vesselâm’a dahî tanımadığı bir salâhiyeti kullanarak ahkâm-ı ilâhiyyede tâdilât cüretinde bulunmaktadırlar. Bunları daha geniş bir sûrette İslâm Dünya görüşünün Âlemşümulluk vasfını anlatırken ele alıp değerlendireceğiz.

Buraya şunu da ilâve edelim ki, ülkemizde ilâhiyât profesörü geçinen birtakım dalâlet ehli zevât Ankara Üniversitesi’nde kadrolaşarak ortaya Kur’ân-ı Kerim için “Tarihsellik” adıyla bir sapık dâvâ çıkarmış bulunmaktadırlar. Bunların yayınladıkları üç aylık “İslâmiyât” isimli dergiyi tedkik edenler, burada Kur’ân âyetlerinin pek çoğunun Âlemşümûl karakterinin sarahâtle inkar edildiğini ve bazı âyetlerin sadece Arap kavmine veyahud Asr-ı Saadet müslümanlarına münhasır olduğu yolunda Ehl-i Sünnet İtikadı ile bağdaşmayan çeşitli beyânlara şahid olacaklardır. Bunları ayrı ayrı tâdâd ve cevaplandırmak, burada saded dışı olduğundan bu kadar bir işâretle iktifâ ediyoruz.

Bütün bu düşünceler, İslâm tefekkürünü felsefî bir zemîne oturtma veya felsefî dayanaklarla izâh etme arayışı şeklinde anlaşılmamalıdır. Zîrâ İslâm’da felsefe yoktur. Çünkü felsefe akla, İslâm ise nakle dayanır. Nakle dayanan bir tefekkür sistemi, felsefenin şartlarına daha doğrusu metoduna uymaz. Yaygın olan “İslâm Felsefesi” tâbiri ile İslâm Âlemi’nde, İslâm tefekkürü içinde yetişmiş filozofların veyâ tefekküründe felsefeye ağırlık vermiş olanların görüşleri kastedilir. Yoksa İslâm, felsefeye müsâiddir mânâsında değildir. Meselâ İslâm da -belli ölçüde- rasyonalist, yâni akılcıdır. İslâm’da akla bir had tâyin edilmiş ve o vahye dayanan teblîğâtın muhtevâsı ile terbiye edilmiştir. Gerçekten İslâm’ın akılcılığı, rasyonalistlerin aklı -adetâ- mâbud yapan, aklın kudretini hudutsuz kabul eden görüşten farklıdır. İslâm’ın felsefî prensipleri derken, mücerred prensipleri mânâsı kastedilir. Yâni bunlar amelî, tatbikî değil; mücerred ve nazarî prensiplerdir.

Gerçek bu olduğu hâlde yukarıda işâret edilmiş olan “hoşgörü” taraftarıyla “Kur’ân’da Tarihsellik” iddiasında bulunanların İslâm tefekkürünü felsefî bir zemin üstünde oturtmak gayreti peşinde koştukları söylenebilir. Onlar aklı, naklin hikmetine vukûf istikametinde kullanacakları yerde, kendi nâkıs akıllarını kullanarak İslâm’ı bâtıl ve sakîm bir zeminde yeni bir hüviyete büründürmek istemektedirler. Biri çıkıp onlara Kur’ân’a bu tarzda müdahalenin ateşle oynamak olduğunu anlatmazsa bunun sevk-i kaderle vâkî olacağından şüphe etmemek gerekmektedir.

Felsefeye sırf akıl hâkimdir. Akıl ise İslam nazarında kifâyetsiz ve nâkıs kabul olunur.

Beşerî tefekkür ve tecessüsün –fıtrî olarak- iki temel hedefi vardır:

a-Fikr-i Sâib. Doğru fikir, yani hakka ulaşmak.

b-Amel-i Sâib. Bu da doğru amele, yani hayra ulaşmak demektir.

Aklı, huddusuz bir kuvvete sahip telâkkî edenler, akıl sahiplerinin hiçbir suç işlememesi lâzım geldiğini kabul etmek mecbûriyetindedirler. Öyle ya, mâdem akıl, şu iki beşerî hedefe ulaşmaya muktedir ve sâlih vâsıtadır, o hâlde akıllı bir adam neden suç işlesin? Neden fâsit bir amelin fâili olsun. Halbuki bütün beşerî sistemler, suçluya ceza verirken onu akıl sıhhatine sahib kabul ederler. Melekât-ı akliyyenin îkâ edilen cürüm esnasında selbolmuş bulunduğuna kanaat getirirlerse fâile ceza vermezler. Bu demektir ki, ceza vermenin mantıkî sebebi, fâilin âkil, yani akıl sahibi olduğunu ve bu aklın sıhhat üzere bulunduğunu kabulleniştir. Bu takdirde hem aklın amel-i sâibe, yani hayra ulaşmaya kâfi ve sâlih bir vâsıta olduğuna inanmak ve ona fâsid amelinden dolayı ceza vermek bir tezattır. İslâm ise aklın kifayetsizliğini kabul etmekle bu tezattan berîdir.

Buna rağmen İslâm, aklın kudretini son noktasına kadar mâkul ve meşrû saymanın yanında, onun istiâb edemeyeceği Âlemler hakkında da hüküm verdiğinde, onu hakîkate vâsıl olmak için yegâne ve kâfî bir vâsıta olarak görmez. Sırf akıl, bütün hâdisât ve mevcudâtı idrâk ve izâhta kifâyetsiz kabul edilir. Çünkü bütün beşerî melekelerin kudret ve kâbiliyetleri hudutlu olduğu hâlde hakîkatler Âlemi, hayal ve havsalaya sığmayacak derecede sonsuz bir muhtevâdadır. Selâhiyet ve iktidârı hudutlu olan bir vasıta ile sonsuz bir Âlemin idrâk ve ihâta olunamayacağını kabul etmek mantıkî bir zarûrettir.

Akıl, vahyin hikmetine -belli bir nisbette- vukûf için şüphesiz değerlidir. Fakat nâ-kâfî olduğu da inkâr olunamaz. Nitekim bu hakîkati şâir şöyle nazmetmiştir:

İdrâk-i  meâlî[3] bu küçük akla gerekmez

Zirâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez.

                                                             (Ziya Paşa)

Devam edecek…

 [1] Tafsilât için bakınız: Meşhur Hind âlimlerinden Delhi’li “Rahmetullâh-i Hindî”nin “İzhâru’l-Hak” isimli eseri, bu husustaki Hristiyânî iddiâlara verilmiş aklî ve ilmî delilleri ihtivâ eden hacimli bir eserdir. Bu eserin tercemesi, Sönmez Neşriyât tarafından 1972’de İstanbul’da basılmıştır. Sırf latin asıllı harflerimizle okur-yazar olan gençlerimize tavsiye olunur..

[2] sh. 317 vd. “Sünnî-Şiî İttifâkına Doğru” serlevhalı yazıda

[3] Meâlî: Ulviyyât, yücelikler. Sıklet: Ağırlık.