İçeriğe geç

İSLÂM TEŞKÎLÂTI (İbâdet, Cemâat Birliği ve Yardımlaşma)

Hadis: İslâm (dini şu) beş ( temel) üzerine kurulmuştur: ” Hakikat, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in şüphesiz O’nun kulu  ve peygamberi olduğuna şehadet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, kâbeyi ziyaret (hac) etmek, Ramazan orucunu tutmak.” (Camiussağir)

Diğer farzlarda bulunan birçok hikmet ve maslahatlar; bilhassa İslam’ın binası olan bu beş farzda (şehadet kelimelerinde; namaz, zekat, hac ve oruçta) vardır.

Bir takım farzlar ve hele bu beş farz üzerine kurulan İslam dini zamanın ihtiyaçlarına göre peygamberlerin tebliğ ettiği  -beşeriyetin saadetini üstlenmiş- ilahi hükümlerden ibarettir.

Bu yüce din, peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselam ile kemâlini bulmuş, insanlara Allah tarafından verilmiş olan bütün nimetler Hazreti Muhammed aleyhisselatü vesselamın şeriatı ile tamamlanmıştır.

İmânî, amelî, ahlâkî, içtimâî, iktisâdî, sınâî, zirâî, ticârî, idârî, mâlî… Beşeriyet için başvurulması zaruri yani farz olan ilahi emir ve hükümlerin hepsini kapsamış bulunan tek bir din ancak İslamiyet’tir. Böylesi yeterli ve sağlam bir din olmasındandır ki; bu ilahi emir ve hükümler bütün dünyaya bizzat meydan okumuş ve okuyor. Benzerini getirmeleri için medenî, bedevî hepsine hodri meydan diyor. Fakat şimdiye kadar benzerini yayan ve getiren olmamış ve olmayacaktır. (Bkz. Bakara 23-24)

İşte beşeri sââdeti temin eden İslam’ın emir ve hükümleri şu şekildedir.

Müminler, Müslümanlar kardeştir ve hepsi birden Allah ipine tutunmakla emrolunmuş ve ayrılıp dağılmaktan men olunmuştur.

Yani Müslümanlar hep ve toplu olarak bulunmak ve bir kütle halinde hareket etmek, birbirlerine yardımcı olmak ve arka çıkmak, her işlerinde istişâre ettikten sonra verdikleri kararda tereddüt etmeyerek Allah Teala Hazretlerine güvenip dayanmakla emrolunmuşlardır.

Bu emrolunanları yerine getirmek için esas ise istişâredir. İstişâre de çoğunlukla “Daru’ş-Şura” larda olur.

İslam bu esasları kurmuş ve bir dereceye kadar o esaslar üzerinde yürürken geçirdiği devirler İslam’ın en azametli en şanlı devirleri olmuştur.

İslam, müminler bir top ve her manasıyla birlik olmak için şeriat dilinde “Mescid-i Hay” denilen mahalle camilerini esas tutmuştur.

Bundan dolayı mahalle mescidi o mahallede oturanlar için diğer bir büyük camiden efdaldir. Yani mahalle mescidine devam etmenin diğer mescit ve camilere devam etmekten  daha sevap olduğu hakkında ulemanın beyanı vardır. (Bkz. Büyük İslam İlmihali 313 1. baskı)

Asayiş (güvenli) zamanlarında cemaate devam sünnet-i müekkededir. Yani tabii ve siyasi maniler olmadıkça, her gün belirli vakitlerde din kardeşlerinin toplanması ve farz olan beş vakit namazı cemaatle kılması vacip derecesinde bir sünnettir.

Namaza gelen cemaat ferdlerinin getireceği haberler, mahalle mescidinde namazdan sonra imam efendinin başkanlığında konuşulup istişare edilerek -iyi haber veya kötü haber olmasına göre- gerekenler yapılır: Ya teşvik edilir, ya önüne geçilir.

Haftadan haftaya kendi mescitlerinde Cuma namazı kılınmıyorsa, daha büyük cemaat (toplantı) için, o gibi mahalle cemaatlerinin içinde Cuma namazı kılınan “Cami-i Kebire Büyük Camiye” giderek cuma namazını kılmaları da farzdır.

Orada daha geniş bir cemaate, bir vazifeli hatip tarafından hitabet minberinde bir haftalık İslam âlemine ait haberler bildirilir, olup bitenler açıklanır ve cemaate gerekli telkinler yapılır.

Bazı şehirlerde senede iki defa büyük büyük cemaatlerin toplanıp bayram cemaatleri olarak “Namazgâh”larda bayram namazlarını kılmaları vaciptir.

Burada “namazgâh” çevresine ve İslam alemine ait bir senelik haberler ve olup biten şeyler göz önüne getirilip özeti Hatip tarafından o geniş cemaate bildirilir.

Bütün İslam ülkelerinden İslama ve İslam âlemine ait iyi veya kötü haberleri, lehde veya aleyhte olan bilgileri taşıyarak gücü olan zatların gidip Arafat’ta bir müddet durması (genel toplantıda bulunması) Kâbeyi tavaf-ı ziyaret etmesi de farzdır.

Yani cemaat itibariyle bu (beş vakit namaz, Cuma namazı ve hac gibi) farz ibadetlerde aslolan bunları ilahi birer emir olarak yerine getirmek ve borcunu ödemektir. Fakat ahlâkî, içtimâî, iktisâdî, siyâsî faideler itibariyle bütün Müslümanların bu ibadetlere şiddetle ihtiyaçları vardır.

Mahalle mescidinden itibaren derece derece hulasa olarak Arafata gelen haberlerin,  bilgilerin münakaşasından -dünyada serpik vaziyette yaşayan- bütün Müslümanların ihtiyaçları sıkıntıları anlaşılmış olur ve bu suretler Arafat da vazifeli hatib, bütün Müslüman Milletlerin hal ve durumlarını öğrenmiş bulunur ve Arafatta hüccâc-ı müslimîne karşı okuyacağı hutbeyi ona göre hazırlar ve okur.

Onun içindir ki;

“Mescid-i Hay” denilen mahalle mescidinde cemaat içinden bir zâtın yani vazifeli bir imam efendinin arkasında vaktin namazı kılındıktan sonra, imam efendinin önünü cemaate dönerek cemaate karşı oturması sırf “dua” için değildir. İmam efendi cemaate döner dönmez bir sağdan sola, bir soldan sağa doğru cemaati gözden geçirir, cemaatin eksildiğini veya arttığını fark ederse, hemen sebebini araştırır, giden varsa nereye ve niçin gittiğini. gelen varsa nereden ve niçin geldiğini öğrenir. Gidene veya gelene bir yardım gerekiyorsa onu temin eder.

Sonra giden gittiği yere ne götürür, gelen geldiği yere ne getirmiş olur? Hayır mı? Şer mi? Bunları da dikkate alır.

Ayrıca son hafta içinde mahallede ne gibi şeyler baş gösterdi: iyilikler mi, kötülükler mi? Bunları da gözden geçirir. İyiliklerin meydan bulması artması, kötülüklerin ise meydan bulmaması, önlenmesi için çalışır.

Mahalle mescidi ufak, cemaati de mahdut olduğu için imam, cemaati, cemaat de imamı ve birbirlerini yakından tanırlar. Mahallenin meselelerini, girdisini, çıktısını yakinen bilirler ve bunları uygun yolda el birlik hal ederler.

Sonra, her mescidin imamı, semtlerinde kendilerine yakın bulunan bir “cami-i kebir” hatibine, haftada bir (mesela perşembe günü) mahallesinin durumu hakkında bilgi verir. bu hatip efendi de onlardan edinmiş olduğu haftalık malumata kendi bildiklerini ekleyerek hutbesini hazırlar ve o geniş cemaat karşısında okur.

Keza bu “cami-i kebir” hutbeleri de senede bir defa -semtlerinde bulunan veya başka semtlerde olan- “namazgâh”ların hatiplerine bilgi verirler. Onlar da bu edindikleri bilgilere kendi bildiklerini ekleyerek bayram hutbelerini hazırlar ve çok daha geniş o cemaatlerin karşısında okurlar.

Bu defa bu namazgâhların hatip efendileri hac mevsiminde Arafatta hutbe irad edecek olan zâta “cami-i kebir” hatiplerinden aldıkları haberleri, bilgileri kendi bildikleri ile birleştirerek arz ederler. O da bu verilen bilgilere, o geçen seneye mahsus malumatınıda katarak hutbesini hazırlar ve “Huccâc-ı Müslimîn”in huzurunda okur. Şüphesiz ki bir takım telkinlerde, tavsiyelerde bulunur. Sıkıntıda olan Müslümanların kurtulması veya kurtarılması için gereken yolları gösterir, kurtuluş çarelerini bildirir. Huccac-ı Müslimin de bunları öğrenmiş olarak memleketlerine döner ve gereğini yaparlar.

O huccac-ı müslimin ki; içleridne zenginler sınıfında âlimler var, amirler var, siyasiler, hükümdarlar var, şuârâ var, buleğa var. Cemaat bir bütün olarak zaten zenginler zümresindendir. İşte Arafattaki topluluğun kudret derecesi bu. Ona göre düşünülsün. Onlara hitap edecek olan hatibin -ilmi kudret, hitabet sanatı, tesir ve ikna kabiliyeti itibariyle ne derecelerde olması gerektiği de göz önüne alınsın.

Evet tekrar ediyoruz:

Cemaatle namaz kılındıktan sonra, imam efendinin cemaate dönerek oturması sırf “dua” için değildir. Aynı zamanda kendisini imam edinen cemaatiyle yüz yüze gelmesi, gereği varsa bazı hususlar hakkında istişarelerde bulunması ve o istişareye başkanlık etmesi içindir.

Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) de böyle yaparlardı. Hatta bir iki gün bu cemaatte bulunmayan ümmet fertlerini araştırmak üzere memurlar tayin buyururlardı. Bundan dolayı mescit, mahkeme ve hükümet konağı vazifelerini de görürdü. Ashâb-ı Kirâm devrinde halifeler ve memurlar çoğunlukla orada bulunur ve aranırdı.

Hz. Muhammed (a.s)’ın ve sahâbe-i kirâmın mescidde müzakere ve müşavere ettikleri herkesçe bilinmektedir.

Ashab-ı kirâmın namaz zamanlarından başka vakitlerde mescid-i şeriflerde tanışığ görüştükleri, ülfet ve sohbet ettikleri de sabit bir haldir.

Cami-i şeriflerde safların oluşturulmasından da, bu camilerin ibadet ve meşvereti bir araya getiren, hem “ibadethane” ve hem de birer “daru’ş şûrâ” oldukları anlaşılır. Şöyle ki;

İlk safa ümmetin yaşça ve imkân nisbetinde ilimce ileri gelenleri dizilir. En âlim olanı imam efendinin tam arkasında durur, ondan sonra (varsa) ergenlik çağına gelmemiş erkek çocukları, sonra (varsalar) kadınlar, daha sonra da kız çocukları dizilerek saf tutarlar.

Bu tertipte başka hikmetler de olmakla beraber, en büyük sebep rey (görüş) sahiplerinin, imam efendinin yanına yakın olması hususunun gözetilmiş olmasıdır. Bunun böyle olduğu apaçık görülüyor. Hatta cuma ve bayram namazları misafirlere, çocuklara, kadınlara farz ve vacip olmadığı gibi; ezan okumak, kâmet getirmek ve cemaate devam etmek de kadınlara sünnet değildir. (Bkz. Büyük İslam İlmihali sayfa:174 ve 183 1. baskı)

Anlaşılıyor ki; hanımlar, “Şûrâ” da bulunmasalar da olur ve bir sünneti terk etmiş sayılmazlar. Şu kadar var ki; hanımlar bir edep dairesinde cemaate gelirler ve edebe uygun bir yolda düşüncelerini söylerlerse dinlenir. Görüşlerini bildirirlerse nazâr-ı itibara alınır.

Yazımızı bir hadis-i şerif meali ile bitirelim:

“Allah’ın eli (yardımı, koruması) cemaatin (topluluğun, birliğin) üzerindedir. ( Onunla beraberdir)” (Camius Sağir)

Bizim bugün böyle bir yazı yazmamızın yegane sebebi: “Avrupa Birliği desteğinde. Amerika Birleşik Devletleri başkanlığında, Amerikan ve İsrail müşterek usûlü askerlikte” Müslümanlara yapılan çeşitli zulümlerdir.

Bütün tarih boyunca ve günümüzde, gayri Müslimler, Müslümanları nerede gördüler ve ne zaman fırsat buldular ise ayakları altında çiğnediler. (Evvelce Endülüs’te. sonraları Cezayir’de orda burda, Afganistan, Irak, Filistin vesaire de olup bitenleri bir düşünelim) Ellerine düşürdükleri Müslümanları -katliam yaparak- toplu mezarlara gömdüler. İşi, Müslümanları toptan imhaya kadar vardırdılar. Barbar ordularından Müslümanların çekmediği kalmadı. Bunlar, ele geçirdikleri İslam ülkelerinde bulabildikleri bütün hayırlı kuruluşları yıktılar. Zaman zaman Müslümanların çektikleri sefalet, tarihe sığmayacak haller aldı.

Müslümanlara hep böyle davranan gayri Müslimler, hiç şüphesiz kendi birliklerinden ve Müslümanların dağınıklıklarından cesaret aldılar ve almaktadırlar.

Pekâlâ, Müslümanların bu gibi zulümlerden, işkencelerden hatta rezilâne bir takım hallerden ve “yaşamaktan cihânda zillet ile, ölmek evlâ değil mi izzet ile” ölümlerden kendilerini korumak için  -yüce dinimizin emir buyurduğu adaler dairesinde- birlik olmaları gerekmez mi?
İşte mesele budur aziz kardeşlerim.

Müslümanlar, ne gayr-i Müslimler gibi kudurgan ve zalim olmalı, ne de zulme karşı boynu bükük, uyuşuk, sessiz sessiz bekleyen mazlum olmalı!

O kadar!