İçeriğe geç

İslâmî Mücâdelede Evveliyet Münkerden Nehiydir

Allahu Azimüşşan ezelde sâdece kendisi mevcudken sıfat tecelli terkipleriyle sonsuz varlık ihtiva eden mâsivaullahı halk etmiştir. Mâsivaullahı teşkil eden varlıklar içinde sâdece “insan” denilen varlık sıfat-ı ilâhiye tecellileri itibariyle en donanımlı bir varlık olarak yaratılmıştır. Bütün Kâinat’ın “zübde”si mâhiyetinde olmak üzere yaratılmış bulunan Âdemoğlu küçük bir Kâinat olmak itibariyle Cenab-ı Hakk’ın “Beka” ve “Hâlık” sıfat-ı ilâhiyeleri hâriç olmak üzere her sıfat-ı ilâhiyenin tecellisine mazhar olmak dolayısıyla eşref-i mahlûkattır. Cenab-ı Hak melekleri sâdece hayır işlemek üzere ve o vasıfta yaratmış olmasına mukabil cinleri ve insanları Dünyâ hayatında bir imtihana tâbi tutmayı murad eylediğinden onları böylece zıd tecellilerle techiz buyurmuştur.

Allahu Azimüşşan ise sıfat itibariyle “câmiü’l ezdad” olduğundan her insanın benliğini aynen Kâinat’taki gibi “hayır” ve “şer”, “hüsün” ve “kubuh” ilh. zıdlıkların bir mübâreze sahası hâline getirmiştir. Bu mübârezede başarılı olabilmeleri için insanlar “akıl”, “iz’an” ve benzeri meziyetlerle techiz olunmaya ilâveten bir de ilk insandan başlanarak nebiler gönderilmek sûretiyle munzam bir yardıma mazhar kılınmışlardır. Bütün bu evsaf-ı mümeyyize ve yardımların kâmil neticesi ise, yaratıcının mâhiyetine “ehadiyyet” ölçüleri dâhilinde vukuf peyda etmektir ki, bunun adı “iman”dır. İmanın ilk meyvesi ise, sâhibindeki fıtrî diğergâmlık ve merhamet duygularını takviye etmektir. Zirâ, Kur’an-ı Kerim açıldığında karşımıza ilk çıkan sıfat-ı ilâhî “Rahman” ve “Rahim”dir. Bununla beraber “Hâdi” sıfat-ı ilâhiyesini gâlip getirerek bu kemale erişen her insanda onun zıddı olan “Mudill” sıfat-ı ilâhiyesi yok edilmiş olmaz, belki müessir olamayacak bir sûrette tahteşşuurda (şuur altında) mahfuz ve tesirsiz hâle getirilmiş olur. Bundan dolayı mü’minler âkıbetleri hakkında mutlak bir iddiada bulunmayıp “beyne’l-havfi ve’r-recâ” yâni korku ile ümid arasında yaşarlar.

Bir nimetin şükrü yâni onu nasip eden Cenab-ı Hakk’a karşı minnettarlık ifadesi sâdece ikrar ile gerçekleşmeyip ondan mahrumlarla bu nimeti paylaşmakla ifa edilir. Âlim ilminden, zengin servetinden infakla bu sebeple vazifelendirilmiştir. Lâkin nimetlerin en büyüğü iman olmak itibariyle bu nimetin mahrumlara sirayetine çalışmak bu husustaki mükellefiyetlerin en büyüğüdür. Zirâ imanın galebesini sağlamak mâhiyetindeki fiillerin şer’î adı olan “cihad” bir emr-i ilâhî olduğu bununsa nisabı hesap edilemeyen merhamet, cesâret ilh. gibi birer mevhibe-i ilâhiyeler ile gerçekleşebildiği cihetle bu vazifenin nisap ve nispet tâyini ile lâyıkıyla ifa edilmiş olduğundan asla emin olunamaz. Diğer taraftan insan müfekkiresinin geleceğe vukûfu geçmişe vukûf derecesinde mümkün olmadığından muhatapta imanın gerçekleşmesine sebep olunma ihtimali peşinde koşmanın bu mesâiden netice alınmasa bile bir emr-i ilâhî yerine getirilmiş olduğundan her hâl ü kârda mükâfatı düşünülerek bu husûsta gayret sâhibi olmak aklî ve vicdânî bir zarurettir. Bu zarureti ifâ zımnında gerçekleştirilecek faaliyet dinde “emr bil mâruf nehy anil münker” sûretinde ifade edilmiştir. Bu cümlede mârufun emri, münkerin nehyinden evvel zikredilmekle beraber evveliyet mârufun emrinde değildir. Zirâ İslâm’a girişte ilk kapı olan kelime-i tevhidin “lâ” kelimesi ile bir nefiy sûretinde başlaması bu hükmümüzü teyid eden gayr-i kabil-i itiraz bir keyfiyettir. Esasen Cenab-ı Hak Bakara Sûresi’nin 256. ayet-i kerimesinde “Artık her kim tağuta küfredip Allah’a iman eylerse o işte en sağlam tutamağa yapışmıştır…” buyurmuştur ki; burada “tağut”un yâni her nevi beşerî putların, yanlışların reddi Allah’a imandan evvel zikredilmiş olmakla da bu gerçek teyid edilmiş bulunmaktadır ki; bu da kelime-i tevhiddeki “lâ ilâhe” ibâresinin bir benzeridir. Zira kalbde imana yer açılmak için oradaki bâtılları tasfiye etmek gereği mantıkî bir zarurettir. Tıpkı bir bina yapılacak olan yerde mühendislerin önce bir hafriyat yapmaları lüzumunu hissetmeleri gibi iman davasında da önce yanlışları def etmek evveliyetle gerekmektedir. Her faaliyette olunduğu gibi iman telkininde dolayısıyla iman ve amel itibariyle insanları irşad edip müsmir bir netice elde edebilmek muayyen bir usul ve uslûbla hareket etmeye bağlıdır. Bu mesele karşımıza “hakkı tebliğ metodu” gibi ehemmiyetli bir mesele çıkarmaktadır. Bu husûsta da yolumuzu aydınlatan Kuran-ı Kerim, “Rasulullah (a.s.) sizin için bir numune-i imtisal yani üsve-i hasenedir.”1 buyurarak bize Peygamber aleyhisselâtüvesselâmın “ef’âl-i peygamberî” denilen davranışlarını miyar ittihaz etmemizi bildirmektedir. Zirâ o yüce varlığı kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığa bir hidâyet meşalesi olarak göndermiş olan Cenâb-ı Hak O’nu hayata bir cemiyet içindeki en aciz ferd olan “yetim çocuk”luktan başlatarak beşerî kademelenmenin her safhasına âid ideal davranışlar sergilettirmiş ve bu sebeple bize her türlü ahlâkî ve imânî davranışlar için fiilî kıstaslar ihsan buyurmuştur. Diğer taraftan merhamet-i ilâhîye icabı olarak Kuran-ı Kerim’in muhtevasının kıyamete kadar korunacağı taahhüdüne benzer bir sûrette ef’alî peygamberî de hadis-i şeriflerle en küçük teferruatına kadar nakledilmiş ve bu nakillerin zâyi olması yine ilâhî bir lütuf eseri olarak önlenmiştir. Bu itibarladır ki, her müminin canıyla ve malıyla memur bulunduğu “cihad” için o yüce varlığın ef’alinde mâkes olan davranış mükemmellikleri bizim için her türlü takdirin fevkindedir. Cenab-ı Hak bu husûsta sâir peygamberlerden de bize ölçü olacak tarihi beyanlarla ışık tutmuştur. Meselâ Hz. Musa’yı Firavun’a gönderdiğinde O’na “kavl-i leyyin” yâni yumuşak sözle dâvette bulunması emredilmiş olduğu gibi bu faaliyete dâir umûmî bir ölçü olmak üzere de, “Allah yoluna hikmetli ve güzel sözlerle dâvet ediniz.”2 beyânıyla bu türlü faaliyetler için yolumuzu aydınlatmış bulunmaktadır. Burada Peygamber aleyhisselâtüvesselamın ef’alinde zâhir olan mükemmelliklere sonsuz misal verilebilir. Biz yazımızın mahdud olan hacmi sebebiyle bir tek misal zikredelim:

Yeni müslüman olmuş iki şahsiyet, abdestin şekli hakkında ihtilâfa düştüklerinden Peygamber aleyhisselâtüvesselâma gelip doğrusunu öğrenmek istediler. O yüce varlık onlara:

-Ben bir abdest alayım da siz seyredin. buyurduktan sonra kemal-i tâzim ile bir abdest alıp:

– İşte abdesti doğru almanın şekli budur. Hanginizinki yanlışsa gitsin, düzeltsin. diyerek hatalı muhatabın hatasının zâhire çıkmasını önlemiştir.

İmanda veya amelde kusurlu bir insanı doğru yola sevk için bazen merhamet kadar cesâret de gerekli olabilir. Zirâ İslâmiyet’in gâlip olmadığı topluluklarda hak dâvete karşı direnenler hatta düşmanlığa kalkışanlar elbette ki eksik olmaz. Böylelerine karşı herhangi bir sâikle tekâsül yâni ihmalkârlık göstermek son derecede tehlikelidir. Zirâ insanlar fıtratlarındaki egoizm sebebiyle zarardan kaçındıkları için huzur-u ilâhîde bu tekâsüllerini mâzur göstermek için “Ya Rabbi, ben o kadar cesur değildim.” veya buna benzer bir mâzeretle kurtulabilecekleri zehâbında bulunurlar. Hâlbuki Cenab-ı Hak bir kulu onun kendisinden daha iyi tanıdığı için Dünyâ işlerinde gösterdiği cesâret ve dirâyetle mizan ederek bu mâzereti hemen ekseriya kabul buyurmayacaktır. Kaldı ki, imanın galebesi için çalışırken mâruz kalınan sıkıntılar Allah katında ebedî nimetlerle mükâfatlandırılacağından İslâmî cihadda bulunmakta asla zarar ihtimali yoktur. Zararın muhtemel olan en büyüğü öldürülmektir. Bu bile zarar değildir. Zirâ bu keyfiyet o şahsı, beşerî irtifada zirve olan peygamberlikten sonraki en yüce makam olan “şehidlik”le taçlandırır. Öyleyse akıllı ve vicdanlı insanlar iman şuuruyla İslâm’ın galebesi için çalışmakla kârı mutlak, garantili bir faaliyette bulunmuş olurlar.

Bu hususta dikkat edilecek bir nokta da şudur ki; Cenab-ı Hak her türlü mükellefiyet için insanları, kendilerine ihsan ettiği nimet-i ilâhiye derecesinde mes’ul tutacağını beyan buyurmaktadır. Kimseye vüs’atinden fazla bir teklif mevzubahis olmadığını her mümin bilir. Lâkin bu gerçeği ifade eden bu âyet-i kerime bir ferdin üzerinden tahakkuk eden nimetlerin kendisini muktedir kıldığı hadde kadar hak ve hayır olan işlerden mesul olduğunu gösterir. Buna “mefhum-i muhâlif yoluyla hüküm ihracı” denilir. Buna göre çoğumuzun gaflet ettiği gerçek ise; Âhiret’te karşımıza çıkacak olan en büyük hesabın yaptığımız kötülüklerden değil muktedir olup da yapmadığımız iyiliklerden olacağıdır. Üstelik o nimetlerin doğurduğu mükellefiyetin nisabı da nisbeti de meçhuldür. Cihad mâhiyetindeki faaliyetler faraza bir namaz, oruç veya zekât borcu gibi nisabı da nisbeti de belli olan bir mükellefiyet değildir. Bu takdirde ne kadar gayretli olursak olalım bu hususta hâlâ gerekeni lâyıkıyla yapamadığımız endişesiyle yaşamalıyız. Belki bu endişe sebebiyle Allahu Azimüşşan’ın eksiğimizi lütfen ve keremen bağışlayacağını umabiliriz.

Bir cemiyetin, bizim bugünkü cemiyetimiz gibi iman ve İslâm galebesini gerçekleştirememiş olması hâlinde bu gayret ve faaliyet daha da büyük bir ehemmiyet kazanmaktadır. Emr-i mâruf İslâm’ın galebesi zamanında bir “farz-ı kifâye” iken böyle zamanlarda farzlar üstü bir farz belki “farz-ı ayn” mesâbesinde bir ehemmiyet kazanır. Bugün televizyonlarda söylenen veya kitaplarda yazılan insanları idlal mahiyetindeki sözler maalesef düşman edinmekten çekinilmesi sebebiyle büyük ölçüde cevapsız kalmaktadır. Bunlara cevap verecek dirayet ve liyâkatte olanlar suskunluklarının mesuliyetinden kolay kolay kurtulamazlar.

Gerçekten iman buhranımıza sürüklenmemizden evvelki devirlerde neşredilen eserler hakkında sayısız makale yayınlanır ve o eser İslâmî prensipler önünde mizan edilerek fâil ikna edilmese de okuyucuların korunması gibi bir menfaat sağlanırdı. Bunu “münekkid” denilen insanlar yapardı. Bugün böyle bir meslek mevcud değildir. İnsanların çoğu yanlışları söylemekten düşman edinmek korkusuyla hazer etmektedirler. Hâlbuki hayatta düşman sâhibi olamamak ciddi bir dost sâhibi olamamaktan daha büyük bir mahrumiyettir.

İslâm hukukundan müdevven medenî hukukumuz demek olan “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye” yukarıda serdedilen gerçekleri muhtevi olmak ve aynen kelime-i tevhidin mantığını aksettirmek üzere “Def-i mefâsid celb-i menâfîden evlâdır.” tarzında bir madde ihtiva etmekteydi. Buna göre mefsedetleri yâni bozuk fikirleri def etmek İslâm hukukuna nazaran menfaat celbinden yâni mârufu emretmekten evveliyetle ifa edilmesi gereken bir mesele demektir. Aynı kanunda buna dâir başka maddeler de vardır.

Ancak yukarıda ifade edildiği gibi mefsedetin def’i muayyen bir usul dairesinde yapılmalı ve bu hususta nebevî ahlâka uygun bir sûrette hareket edilmelidir. Bunun için şu ölçüyü ihmal etmemek gerektir: Şeriatın kuvveden fiile çıkarılması evveliyetle devlete âid bir mesele olduğundan o, bu mükellefiyeti ifa ederken umumun vikâyesini mucib olacak şekilde ve ibret-i müessire teşkil etmek üzere suçluya ceza verir. Fakat biz ferdiz. Tasavvufî telâkki tarzında olduğu gibi, kusurlu insanlara merhamet ve acıma hissiyle yaklaşarak muhatabımızın bir günahtan hatta küfürden kendisini koruyamadığı düşüncesiyle hareket etmeli, onun bu husustaki acziyetini, muhatabın bu husustaki acziyetini, dikkate alarak kendisine tatlılıkla telkinde bulunulmalıdır. Sertlik sırf İslâm’la mücadele hâlinde bulunan “küfr-i inâdî” sahiplerine karşı olmalıdır. Bir Müslüman, kusurlu muhatabına aynen bir doktor mantığıyla muhatap olmalıdır. Hiçbir doktor, hastasını hangi yanlışı sebebiyle kendisini bir derde giriftâr kıldığına dâir beyanla tenkid etmez. O kendisini karşısındaki hastayı sadece elindeki imkânlarla tedâvi etmekle mükellef bilir.

Demek oluyor ki; iman nimetinin şükür borcu, ondan mahrum olanlara bu nimeti kazandırmak için peygamber ahlâkıyla icra edilecek fiillerle ifâ edilir. Bu işte başarılı olmak için Cenâb-ı Hakk’ın bize beyanı üzere; Rasûlulah aleyhisselâtüvesselâmın “ef’al-i peygamberî” denilen tavırlarındaki mükemmelliği kavrayarak O’ndaki ölçüleri imkân nisbetinde kullanmak gerekir. Mevlâ cümlemizi bu tarzda bu İslâmî ve imanî tebliğe muvaffak buyursun. Âmin.