İçeriğe geç
Anasayfa » İSLAMÎ ŞUURU UNUTTURAN RAHATLIK

İSLAMÎ ŞUURU UNUTTURAN RAHATLIK

İdeal Müslümanın hayatına “bir bütün olarak” bakıldığında özellikle şu iki hususun öne çıktığı görülür: Sabır ve şükür. Müslüman, hayatın çeşitli anlarında ya şükür makamındadır, ya da sabır.

Söz gelimi, bir vefat haberi aldığında Müslümandan sabretmesi, bir doğum haberi aldığında şükretmesi istenir. Bir nimete nail olmak, hayırlı bir işte muvaffak olmak şükür sebebi; bela, musibet, hastalık gibi şeyler sabır sebebi arasında sayılabilir. Bu açıdan düşündüğümüzde hayatımızın her karesinde şükür veya sabrın bir şekilde yer ettiğini, imtihanımız boyunca ikisinden birinin bulunduğunu söyleyebiliriz.

Fani olan dünya hayatında imtihanımız, sabrı gerektirdiğinde sabrı kuşanabilir, nimete şükür olduğunda şükreden bir Müslüman olabilirsek, Efendimiz (s.a.v)’in, “her koşulda kazanan mü’min” diye bahsettiği insanlardan olabiliriz. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v), “Mü’minin durumuna hayret doğrusu! Çünkü onun her durumu kendisi için hayırdır ve bu yalnız mü’min için böyledir. Eğer sevindirici bir durumla karşılaşırsa şükreder, bu onun için hayır olur. Eğer üzücü bir durumla karşılaşırsa sabreder, bu da onun hesabına hayır olur.”[1] buyurmuşlardır.

Bununla beraber Müslüman, selamet ve huzur içinde yaşamayı arzu eder/etmelidir. Allah’tan afiyet içerisinde yaşamayı istemeli, şükür makamında olmayı temenni etmelidir. Ancak sabredilmesi gereken bir hususla karşılaştığında metin ve dirayetli davranmayı da bilmelidir. Sabredilmesi gereken hususlarla karşılaşmak talep edilmez lakin vâki olduğunda sabretmek icap eder. Ayrıca bela, musibet, meşakkat gibi şeyler gelsin de geçmişteki insanların yaptığı gibi biz de sabredelim ecrimiz büyük olsun gibi bir arzunun İslam’da olmadığını söyleyebiliriz.

Genişlik içerisinde olmak, dinimizi daha iyi yaşayabilmek için arzu edilen şeyler arasında sayılabilir. Zira psikolojisi güçlü, kendinden emin, özgüveni yerinde bir neslin yetişmesi büyük ölçüde imkânlarla da orantılıdır. Gelecek kaygısı enerjisini tüketmemiş, dünyevî endişeleri heyecanını bitirmemiş, hayalleri iğdiş edilmemiş bir Müslüman karakterini genellikle böyle bir ortam meydana getirir. Her türlü güce sahip fakat fani olana tenezzül etmeyen bir neslin, genellikle dünyalığa hasret insanlardan çıkması zordur.

Karar vermek ve harekete geçmek için neticeyi bekleyen, tavrını galiplerin hükmüne ipotekleyen değil; etki eden, etkisini hissettiren bir azmin sahibi, girdiği ortamı şekillendiren, yeşerten ve kendinden sonraki düzene rengini veren bir neslin yetiştirilmesi, manevî boyutun yanında, maddî boyutu da olan uzun soluklu bir emek gerektirir. Buradan hareketle söyleyebiliriz ki, İslam’ı daha iyi yaşamamıza vesile olan, dinimize hizmet fırsatı veren dünyalık, mübarektir. Temini yolunda gösterilen çaba takdire şayandır.

Müslümanın dünyevî nimetlerle olan ilişkisine böylece temas ettikten sonra dünyalıklara, çeşitli makamlara, geniş imkânlara ulaşmanın, şükrü gerektiren bir durum olduğunu söylemeye ihtiyaç kalmadığı kanaatindeyim. Ancak sahip olduklarımızın şükür sebebi olmasıyla birlikte, aynı zamanda imtihan sebebi olduğunu da unutmamak gerekir. Nimete şükür imtihanı, mihnete sabırdan daha kolay görünse de hakikatte muvaffakiyet hiç de basit değildir. Nimetlerin şükrünü îfâ etmek ayrı bir gayret gerektirir.

Kaldı ki genişlik anında gerçekten “eğniyâ-i şâkirin” (şükreden zenginler) den olmak, fakirlik zamanında “fukara-ı sâbirin” (sabırlı fakirler) den olmak kadar şuur ve hassasiyet gerektiren bir vaziyettir. Zenginlik ve imkân sahibi olmak, insana geldiği yeri çok çabuk unutturabilir. Elde edilen güç, insanı cazibesiyle sarmalayabilir. Bu yüzden olsa gerek, imkânın ve gücün çekim kuvvetinden kendisini koruyarak nimeti ahiret sermayesi olarak kullanabilen azdan da azdır.

Bolluğun, geniş imkân sahibi olmanın, dünyevî rahatlığa ermenin çoğu zaman insanı şımartan, nefsi azdıran bir yanı vardır. Nimeti, İslam’ın hizmetinde kullanmak hedefi şöyle dursun, bu şımarıklık ve azgınlık, Müslümanı günaha, isyana ve dolayısıyla helâke de sürükleyebilir. Fakat biz burada bolluk anındaki gafletin harama hatta nifaka götüren yönüne değil, ideal olandan alıkoyan yönüne dikkat çekmek istiyoruz. Yani harama götüren genişlikten değil, hizmetten geri bırakan rahatlığa vurgu yapmak istiyoruz.

Rahatlığın büyüsü vardır. Yavaş yavaş tesir eder insana. Anestezi gibi farkında olmadan uyutur adamı. Unutturur geçmişi, amacı ve hedefleri… Hep ilk günkü heyecanı taşıyarak yaşamaktan alıkoyar. Vücuttaki kanser mikrobu gibi davranışlara tesir eder.

Oturulan koltuğun rahatlığına, ulaşılan makamın konforuna aldırmadan “iyi şeyler” peşinde koşmak, “iyi şeyler” in neşv ü nema bulması için çalışmak… Kazanılan paranın ayartıcılığına kapılmadan, elde edilen zînetin süsüyle büyülenmeden ilk günkü azimle ayakta durmak güçlü bir irade gerektirir.

Araçları amaç yapmadan ilerlemek, dünyevî nimetleri dine hizmet yolunda kullanmak her yiğidin harcı değildir. Yıllarca çeşitli makam sahiplerini eleştirip, “Falan mevkiye geldiğimde şu hizmetleri yapacağım, şöyle davranacağım, dinime böyle hizmet edeceğim…” şeklindeki hedefleri, o makama gelindiğinde unutmamak sanıldığı gibi kolay bir iş değildir.

Bekârken evliyi, gençken ebeveyni, talebeyken hocayı, memurken amiri eleştirmek kolay. Lakin ilk fırsatta, elimize imkânların geçtiği anda, yetki alanımızın genişlediği bir noktada eleştirdiğimiz yanlışlara düşmek ve unutmak geçmişi… Ve erimek gün be gün… Yitirmek hassasiyetleri bir bir… Kendisinden sığınılası bir durum bu.

Nimetler içerisinde yüzerken kalbimizin, aklımızın, şuurumuzun zamanla hissizleşmesini önleyebilmenin ilk yolu, belki de sahip olduğumuz her imkânı “emanet” bilmekten geçiyor. Çünkü bizden istenen, “emanet”i tevdi edeceğimiz zamana kadar emaneti en güzel biçimde omuzlamaktır. Nimeti vazife şuuru ile karşılamak, yetkiyi rıza-i ilahi doğrultusunda kullanmaktır. Belki bu sayede mesuliyetimizi bir nebze yerine getirebilmiş olacağız.

Ufku büyük, gönlü geniş, idraki derin bir kavrayış ancak Müslümanı her koşulda heyecanlı kılabilir. Sağlam bir bakış açısı, gönül sıcaklığını taze tutabilir. Bu yüzden düşünme tarzımızı ciddiyetle korumak gerekir.

Mesela, bir mesuliyet sahibi, bu makam bana verildiyse benim yetki ve tesir alanım genişliyor, genişledikçe hizmet alanım arttığı gibi sorumluluk alanım da artıyor, bu vazifenin hakkını verebilmem için gayretimi artırmam gerekir şeklinde düşünmeli. Rehaveti bedenden, ataleti zihinden, gafleti yürekten atarak kaldığı yerden yola devam etmeli.

Zenginlik arttıkça benim kendilerine ulaşmam gereken fakir sayısı artıyor, birçok insanın yükünü Rabbim benim omuzlarıma yüklüyor. Dolayısıyla bu insanlara el uzatması gereken kişi benim, birçok öğrencinin ihtiyacı beni bekliyor, demeli.

Geçmişte büyük hedeflerin adamıyken, geniş imkânlara sahip olduktan sonra rehavete kapılmanın sebepleri arasında arkadaş ortamı da gelmektedir. Arkadaş, felakete de selamete de sebep olabilir. Çalışan arkadaş çalıştırır, uyuyan uyutur. Hedefleri olan ufuk açar, küçük düşünenler bizi de küçültür. Bu yüzden en selametli yol, rehavete ve şuursuzluğa sürükleyen arkadaşlıklardan yangından kaçar gibi kaçmaktır.

Elde ettiğimiz her nimetin sorumluluk yanı olduğu gibi bu nimet, sahibi için aynı zamanda fırsattır da. Çünkü fakirlerin ulaşamadığı nice sevaplara infakıyla zenginler ulaşabilir. Memurun ulaşamadığı nice fırsatlara kararlarıyla âmirler ulaşabilir. Cahilin hayal edemediği nice mertebelere ilmiyle âlimler varabilir. Ayet-i kerimede ifade buyrulduğu gibi “Yeryüzünde ne kadar kaldınız?…” sualine “Bir gün ya da bir günden daha az kaldık…”[2] şeklinde cevap verileceği güne hazırlanabilmek adına, sahip olduğumuz bütün imkanları rızâ-i Bârî uğrunda seferber etmek/edebilmek en akıllıca iş olsa gerek.

Rabbimiz, nasip ettiği nimetlerle dünya ve ahiret saadetini kazanma fırsatını bize vermişken, gaflet dehlizlerinde yüzerek asıl maksadı, yani rızâ-i ilâhiyi unutmaktan hepimizi korusun. Amin…

 

[1] Müslim, Zühd, 64.

[2] Mu’minûn Sûresi, 112-114.