İçeriğe geç
Anasayfa » İSLÂM’IN GÖRÜNEN YÜZÜ EDEPLİ MÜSLÜMAN

İSLÂM’IN GÖRÜNEN YÜZÜ EDEPLİ MÜSLÜMAN

Edep kelimesi Arap dilinde أ د ب kökünden türemiştir. Manası terbiye etmek, eğitmek çerçevesinde dönmektedir. Bu minvaldeki manaların ise kelimenin kök anlamıyla yakından irtibatı vardır. Söz konusu kök anlam bir şeylerin belli bir düzen ve kurala bağlı olarak tanzim edilmesi/bir araya getirilmesi şeklinde ifade edilebilir.[1] Edep kelimesinin tarih içinde kazandığı anlam katmanlarını da bu kök anlam ile irtibatlı olarak anlamak mümkündür. Örneğin aynı kökten gelen edebiyat yerleşik ifade kurallarına uygun bir şekilde söz söyleme sanatına verilen addır. Yine âdâb-ı muaşeret toplumda yerleşmiş olan davranış kurallarını ifade eder.

İslam medeniyeti içerisinde dinimizin bir gereği olarak sözünü ettiğimiz edep mefhumunun oldukça önemli bir yeri olduğu herkesçe bilinen bir durumdur. Aynı mefhumun özellikle en dikkat çekici ve belirgin yansımalarıyla tanındığı da bir başka önemli noktadır. Bu bağlamda “Filanca edepli bir kimsedir.” dendiğinde genellikle akla halim selim oluşu, büyüklerine karşı saygılı oluşu ve hayâ duygusunu taşıması gibi olgular gelir. Öyle ki edep kavramı sanki bu davranışlar ile özdeş hale gelmiştir. Ancak İslam Dininde edep kavramının bahsi geçen güzel hasletleri de içine alan çok geniş bir kümeyi karşıladığı da bir gerçektir. Bu gerçeğin idrak edilmesi hem kavramın bütün yönleriyle anlaşılmasına hem de özdeşleştiği yönün anlamlandırılmasına katkı sunacaktır kanaatindeyiz.

İslam Dininde edep kavramının karşılığı olan manayı edebin kök anlamıyla irtibatlandırdığımızda işimiz daha da kolaylaşacaktır. Şöyle ki; belli bir kural ve düzenden kaynaklanan davranış demek olan edep, bir Müslüman açısından hayattaki tercihlerinin referanslarına karşılık gelir. Daha açık bir ifadeyle Müslümanın iradesine bağlı eylemlerinde çeşitli ihtimallerden hangisini niye tercih ettiği sorusuna vereceğimiz cevaptır edep. Namaz kılmak veya kılmamak, nâmahreme bakmak veya bakmamak, malını ve canını Allah yolunda feda etmek veyahut etmemek gibi benzerleriyle çoğaltabileceğimiz yol ayrımlarında tuttuğumuz yola bizi sevk eden kanun/kural İslam Dini ise davranışımız edepli demektir. Edebin olmadığı yerde ise kâinat boşluk kabul etmeyeceğinden ona karşılık gelen bir ihtimal o boşluğu mutlaka doldurmuş olacaktır. Eğer boşluklar doldurulurken “canım öyle istiyor” manası bizi sevk ediyorsa davranışlarımızın bir prensibi yok demektir. Prensibe dayanmayan bir davranışın da fıtraten insanı mutluluğa ve huzura götürmesi söz konusu olamaz. Ayrıca herhangi bir prensibin de insanı gerçek mutluluk ve huzura eriştirmesi mümkün olmaz. Zira bunun için belirlenen prensiplerin insanın fıtratına, onu yaratanın iradesine uygun olması lazım gelir. Bütün bunları bilen sadece Cenâb-ı Allah (cc.) olduğuna göre huzur ve mutluluk yolundaki prensiplerimizin de O’nun (cc.) belirlediği prensipler olması gerekir. Sonsuz hamd ve şükre layık olan Rabbimiz fazl u kereminden ihsanı ile gönderdiği peygamberleri aracılığıyla insanlığın bu ihtiyacını giderivermiştir.

Hz. Adem aleyhisselâm Efendimizden Fahr-i Kainat Efendimize (sav) kadar güzerân eden peygamberlerin tebliğ ettiği dinler inanç, hukuk ve ahlakın şaşmaz kurallarıdır. Ayrılmaz bir bütün olan bu kurallar ete kemiğe büründüğünde huzur ve saadet temim edilmiş olur. Peygamber efendilerimiz tebliğ etmiş oldukları dinin nasıl saadete ulaştırdığını yaşayarak etrafındakilere ispat etmişlerdir. Böyle olunca getirdikleri din bir lâf ü güzaf olarak kalmayıp Allah’ın irade ettiği ölçüde gönüllere işlemiştir. Bu vakıanın en mükemmel yansıması ise âlemlere rahmet olarak gönderilen iki cihan serveri Rasûlullah Efendimizin tebliğ ettiği İslam Dini ile onu en mükemmel surette tatbik eden zat-ı pür-nûrudur. Her anlamda insanlığı kemalâta götürecek güzel hasletleri bünyesinde barındıran Efendimiz (sav) hem yaşantısı hem de yetiştirdiği talebeler olan ashab-ı kirâm ile bu gerçeğin son ve en büyük kanıtıdır. O’nun (sav) dâr-ı bekâya irtihalinden bugüne dek İslam’ı yaşam biçimi haline getiren âlimlerimiz de aynı gerçeğin adeta birer şahididir. Yani önümüzde öyle bir edep var ki onunla gerçek manada edeplenen herkesi saadete götürmektedir. O halde İslam edebi bir Müslümanın Rabbine, kendisine ve çevresine karşı Müslüman gibi davranmasıdır desek herhalde yerinde bir ifade olur. Bu özdeşleştiği manasından edebi çekip almak anlamına da gelmez. Bilakis aslında özdeşleştiği manalar sebebiyle kişiyi edepli kılan da bu manaların ilahî kanunlardan olmasıdır. Ancak edebi sadece bu ve benzeri bazı noktalar veya şahıslar ile özdeşleştirmek asıl manayı yitirmeye sebebiyet verebilir. Bu tehlikeye düşmemek adına özdeşleşen manasıyla “edebin niçin edep olduğunu bilmek” şarttır.

Bu hususu biraz daha anlamlı kılmak için bir örnek vermek istiyoruz. Rasûlullah Efendimiz’in (sav), fethini müjdelediği İstanbul çok ilginç bir tarafıyla öne çıkmıştır. Bu da “İstanbul edebi”, “İstanbul beyefendisi” gibi olguları doğurmuş olmasıdır. Yani öyle bir şehir düşünelim ki içinde yaşayan insanlar yalnızca orada görebileceğiniz bazı kurallara göre yaşantılarını sürdürüyorlar. Ve bu kurallar orada yaşasın veya yaşamasın her insanı hayrete düşüren ve memnun eden bir keyfiyeti haizdir. Biraz düşünüp bu kuralların neden bu kadar kabule şayan olduğunu sorduğumuzda bunun cevabını da yine bu davranışların neden kaynaklandığı sorusuyla paralel olarak verebileceğimizi görürüz. Evet, doğru cevabı verdiğinizi duyar gibiyiz… İstanbul edebi İslam’ın İstanbul şehrindeki elbisesi, İstanbul beyefendisi de bu elbiseyi giyen kimsedir. Bunun haklı bir iddia olup olmadığını ehlince malum söz konusu adabın karşılıklarını Kur’an ve sünnette kendi gözlerimizle gördüğümüzde anlarız. Bu şehre ait hususi adabın diğer İslam şehirlerindeki yansımalardan en belirgin farkının “Zerafet ki bulunduğu yeri şâd eder bulunmadığı yeri berbâd eder.”[2] hadis-i şerîfinin merkezinde dönen bir edep sistemi olduğunu söylesek herhalde abartmış olmayız. Ama en nihayetinde adabın kaynağı ne İstanbul şehri ne de orada yaşayan insanların kendisidir. İslam’ın payitahtı ve onun sakinlerinin İslam Dinine olan engin bağlılıklarının neticesinde Allah Teâlâ’nın bahşettiği yüce bir nimettir. Kaynağı da dinimizin ta kendisidir.

Ne mutlu İslam’a sımsıkı sarılıp onun saadet kaynağı olduğunu hakka’l-yakîn görüp gösterenlere.

 Onlardan olmak duasıyla. Vesselâm.


* Arş. Gör., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi.

[1] İbn Fâris, Mu’cemu mekâyîsi’l-luga, Dâru’l-fikr, 1979, c.1, s. 74-75.

[2] Müslim, 2594.