İçeriğe geç
Anasayfa » İSLÂM’IN MİSAFİRLERİ

İSLÂM’IN MİSAFİRLERİ

Suffe ehlini ifade eden birçok isimlendirmeden yalnızca biri olan “İslam’ın Misafirleri” ifadesinin yazımıza başlık yapılması, taşıdığı derin manaya binaendir. Zira çoğunluğunu, Allah yolunda hicret eden ve gelmiş olduğu Medine-i Münevvere’de -sahibine nihayetsiz salât ü selâmlar olsun- bir yakını bulunmayan sahabîlerin oluşturduğu suffe topluluğu hem Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) tarafından hem de ashâb-ı kirâm (r.anhum) tarafından İslâm’ın misafirleri olarak görülmüş ve kendilerine böylece muamele edilmiştir. Bu muamele, herhangi bir geçim kaynağı olmayan ve Mescid-i Nebevî’nin misafirhanesinde misafirlik eden suffe topluluğu ile tam bir yardımlaşmayı ifade ediyordu. Akşamları yemek vakitlerinde Rasûlullah Efendimiz’in (s.a.v) suffe ehlini ashâb arasında paylaştırması ve geride kalan olursa onları da kendi hâne-i saadetlerinde ağırlaması, hem Rasûlullah Efendimiz hem de ashâbın sadakalarını vermede onları öncelemesi[1] gibi hâdiseler İslâm’ın misafirleri olarak görülmelerinin tezahürü olmaktadır.

Bu kıymetli misafirlerin, ashâb-ı kirâmın evlerine davet edilmelerine ve bu davetlerdeki berekete bir örnek olarak Riyâzu’s-Salihîn isimli hadîs-i şerîf kitabının “Evliyaullah’ın Kerametleri ve Faziletleri” bölümündeki şu hadisi zikredebiliriz:

Hz. Ebubekir Efendimiz’in oğlu Abdurrahman anlatıyor:

Ashâb-ı suffe fakir kişilerdi. Bir keresinde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:

“İki kişilik yemeği olanınız (suffe ashâbından) bir üçüncüsünü; dört kişilik yemeği olanınız da bir beşincisini ve hatta altıncısını yemeğe buyur edip götürsün!” Hz. Ebû Bekir (r.a), onlardan üç kişiyi evine götürdü. Rasûl-i Ekremde on kişiyi alıp götürdü.

Hz. Ebû Bekir (r.a), oğlu Abdurrahman’a;

– Ben Rasûlullah’ın yanına gideceğim. Gelinceye kadar misafirlerin hizmetinde bulunun, yemeklerini yedirmiş olun, diye tenbihte bulundu. Abdurrahman da misafirlere yemek getirdi, “Buyurunuz.” dedi. Onlar:

– Ev sahibi nerededir, dediler. Abdurrahman:

– Siz buyurun, yiyin, dedi. Onlar:

– Ev sahibi gelinceye kadar biz yemeyeceğiz, dediler.

Abdurrahman, “Yemeğinizi lütfen yiyiniz. Eğer babam geldiğinde siz yemek yememiş olursanız, bana darılır, kızar.” diye ısrar ettiyse de misafirleri yemeye ikna edemedi. (Abdurrahman diyor ki) babam geldiğinde bana fena halde çıkışacağını bildiğim için o gelince hemen savuşup bir yere gizlendim. Hz. Ebubekir gelince,

– Misafirlere ne yaptınız, diye sordu. Durumu haber verdiler. Bunun üzerine:

– Abdurrahman! diye bana seslendi. Cevap vermedim. Sonra yine:

– Abdurrahman! diye bağırdı. Ben yine ses vermedim. Bu defa:

– Behey anlayışsız çocuk! Sesimi duyuyorsan, Allah aşkına gel, dedi. Ben de yanına gelip:

– Benim kusurum yok, istersen misafirlere sor, dedim. Misafirler:

– Abdurrahman doğru söylüyor, bize yemek getirdi ama biz yemedik, dediler. Hz. Ebubekir (r.a) de,

– Demek beni beklediniz! Ben de bu gece bu yemeği yemeyeceğim işte, dedi. Onlar:

– Allah’a yemin ederiz ki sen yemezsen, biz de yemeyiz, dediler. Ebû Bekir:

– Allah iyiliğinizi versin! Size ne oluyor ki, yemeğimizi kabul etmiyorsunuz? Haydi buyurun yemeğe, dedi. Yemek geldi, babam elini koydu, besmele çekti, “Kızgınlığımdan ötürü başta ettiğim yemin şeytandandır.” deyip yemeği yedi, misafirler de yediler.

(Abdurrahman dedi ki), Allah’a yemin ederim ki, bizim her el uzattığımız lokmanın altından yemek daha artıyordu. Nihayet misafirler doydular. Yemek de  ilk getirildiğinden daha fazla olarak ortada duruyordu. Hz. Ebû Bekir yemeğe baktı, olduğu gibi duruyordu. Hanımına hitâben:

– Bu ne hal? Ey Benî Firâsın kızı, deyiverdi. O da:

– Gözümün nuru! Yemin ederim ki, yemek şimdi öncekinden üç misli fazladır, dedi.

Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a) yemekten geri kalanı Nebî sallallahu aleyhi ve sellem‘e gönderdi. Yemek orada sabaha kadar durdu. Bizimle bir topluluk arasında bir sözleşme vardı. Sözleşmenin süresi bittiği için o topluluk Medine’ye gelmişlerdi. İçlerinden sözcü olarak on iki kişi ayırdık. Her biri ile beraber kaç kişinin bulunduğunu Allah bilir. İşte onların hepsi de o yemekten yediler.[2]

***

“İslam’ın Misafirleri” isimlendirmesinin yanında zikrettiğimiz hadis-i şerifte de geçtiği üzere “Ashâbu’s-suffe” gibi “ehlü’s-suffe” ve “evfâd” gibi adlandırmalar aynı topluluk için kullanılmıştır. Bu topluluğun “alem”i haline gelen “ashâb-ı suffe” isimlendirmesindeki “suffe” lafzı sözlükte[3] gölgelik anlamına gelirken aynı lafız, “İslâm’ın misafirlerinin ağırlandığı ve Mescid-i Nebevî’de kendilerine tahsis edilen yer”i ifade için bu terkibin içerisinde kendisine yer bulmuştur. “Evfâd” isimlendirmesi ise İslam’ın misafirlerinin farklı farklı kabilelerden ve yerlerden gelmiş olduklarını belirtmek amacı ile kullanılmıştır.[4]

Suffe Ehlinin Sayısı ve Suffe Ehli Bazı Sahâbîler

Suffe’de misafir olan sahabîlerin sayısı hakkında yeni katılanlar, evlilik gibi bazı sebeplerden ötürü ayrılanlar olduğu için net bir şey söylemek çok mümkün olmamakla birlikte farklı zamanlarda burada misafir bulunan sahabîlerin sayısının dört yüze ulaştığı kaynaklarımızda zikredilmektedir.[5]

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere çoğunlukla Medîne’ye hicret eden Müslümanların oluşturduğu bu topluluk içerisinde birçok meşhur sahabî yer almaktadır. Onların zümresinden Ebû Saîd el-Hudrî (r.a), Abdullah b. Mes‘ûd (r.a) ve kardeşi Utbe b. Mes‘ûd (r.a), Selmân-ı Fârisî (r.a), Bilâl-i Habeşî (r.a), Ebû Hureyre (r.a), Habbâb b. Eret (r.a) ile Medine’de kalacak yeri olmasına karşın suffede kalmaya gayret eden ve kendilerini onlardan addeden Hz. Ömer (r.a) Efendimizin evladı Abdullah gibi sahabîleri de zikredebiliriz.[6]

Bir Eğitim Müessesesi Olarak Suffe

Başlangıç itibari ile bir konaklama mekânı hüviyetini taşıtan suffe, zikri geçen sahabîlerin ve benzerlerinin Rasûlullah Efendimiz’in şahsî ilgisi, alakası, terbiyesi ve eğitimine mazhar olduğu bir eğitim kurumuna dönüşmüştür. Herhangi bir dünyevî meşgalesi olmayan ve tüm vakitlerini mescitte ibadet, taat ve ilim talebi ile geçiren bu sahabîler, Peygamber Efendimiz (s.a.v) ile en fazla vakit geçiren kimseler olma bahtiyarlığına erişmişlerdir.

Peygamber Efendimiz’in sohbet ve ilim meclisleriyle müşerref olan bu sahabîler, Rasûlullah’ın bulunmadığı zamanlarda da ilmî müzakerelerine Abdullah b. Mes‘ud, Muaz b. Cebel ve Ebû Derda gibi ilim ehli sahabîlerin gözetiminde devam etmişlerdir. Hem öğrenen hem öğreten mevkiinde bulunan ve vahyin iniş sürecini bütünü ile müşahede eden bu sahabîler, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) vahyi tebyinine ve yaşayışına şahit olmuşlardır. Bu itibar ile “Doğrusu zikri biz indirdik ve muhakkak ki onu koruyacak olan yine biziz biz!”[7] mealindeki âyet-i kerîmede ifade edilen “vahyin korunması” olgusunun gerçekleştiği vesilenin ilk halkası olmuşlardır. Zira İslam’ı bizzat Peygamberimiz’in (s.a.v) tedrisatında öğrenen ve yaşayan bu topluluk, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) nebevî mirasının intikalinde hem en önemli zinciri oluşturmuş hem de yetiştirdikleri talebeler ile bu mirasın devamını sağlamışlardır. Daha sonraları tedvin edilecek hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, tefsir gibi İslâmî ilimlerin esası da onların “adaleti” ve “sahih nakledicilik” vasıfları sayesinde şekillenmiştir.


[1] Mehmet Baktır, “Suffe”,  TDV İslam Ansiklopedisi, htttps://islamansiklopedisi.org.tr/suffe (28.01.2019)

[2] Nevevî, Riyazu’s-Sâlihîn, Dâru’l-Minhâc, 2006, hadis no: 1523,  (Hadis-i Şerîf, eserdeki iki rivayet birleştirilerek zikredilmiştir.)

[3] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, Dâru Sâdir, Beyrut, t.y, c.9, s.195.

[4] Mehmet Baktır, a.g.e..

[5] Mehmet Abdullah Aksoy, Ashâb-ı Suffa ve İslam Hukukunun Oluşumuna Etkileri, Doktora tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, 2009, s. 50-52.

[6] İsmail b. Abdullah el-Üsküdârî, Risâle fî Ehli’s-Suffe ve Ahvâlihim, Ebû Ubeyde Meşhur b. Hasen Al-i Selmân, Dâru’s-selef li’n-neşri ve’t-tevzi’, Riyad, 1415, s. 333-334.

[7] Hicr, 15/9.