İstanbul’un Müslümanlar eline geçişi, madde ve mananın birleştiği; iman ile dünyevi tedbirlerin atbaşı giderek sonuç alındığı bir fetihtir. Tam da bu özelliğiyle bir fetihtir; işgal ya da istila değildir. 850 senelik bir rüya, Efendimiz’in (s.a.v) gerçekleştirilmeyi bekleyen müjdesidir.
İstanbul, gerek tabii güzelliği gerekse stratejik ehemmiyeti sebebiyle nice kavimlerin hayallerini süslemiş, tarihte birçok defa muhasara altına alınmıştır. Gotlar, Avarlar, Ruslar, Peçenekler, Bulgarlar, Araplar, Latinler ve son olarak da Türkler… İstanbul 29 kuşatmadan iki tanesinde teslim olmuştur. İlki 1204 senesinde Venediklilerin başı çektiği IV. Haçlı Seferi, diğeri ise 29. ve son kuşatma olan “O mutlu kumandan ve mutlu askerlerin” hazır bulunduğu 1453/857 senesindeki Fetihtir.
Latinler şehri ele geçirince şehri yakıp yıkmış, kiliseler dâhil her yeri yağmalamış, “Kentlerin Kraliçesi”ni onarılamaz şekilde tahrip etmişlerdir. Osmanlılar ise; mahvolmuş, boşalmış bu harap şehri nice güzel eserlerle donatmış, dünyanın en güzel şehri haline sokmuştur. Bu iki misal, fetih ile işgalin; iman ile küfrün farkını çok net bir şekilde ortaya koymuştur.
Bu girişten sonra başlıktaki sorumuza gelelim. Evet, İstanbul ne ile fethedildi? Savaş aletleriyle mi? Yoksa iman kuvvetiyle mi? Yahut her ikisine de ehemmiyet veren, savaş için her tedbiri alan imanlı yüreklerle mi? Manevi güvenin ya da harp aletlerini hazırlamanın tek başına yetmeyeceği açıktır. Kur’an-ı Kerim’de Allah Teala bizlere bir yandan “Gevşemeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz”[1] diyerek mü’minlere moral verirken; diğer yandan da “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiğince kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın!”[2] ayetiyle harp için kuvvet ve tedbirlerde kusur edilmemesi emredilmiştir. Madde ve mana bir kuşun iki kanadı gibidir. Nasıl ki tek kanatla kuş uçmaz ise, insanoğlu da bu kanatlardan birini ihmal ederek asla başarıya ulaşamaz.
Genç sultan II. Mehmed ve ordusunun vaziyetine baktığımızda onlar, Efendimiz’in (s.a.v) müjdesine ulaşacaklarına tam bir bağlılıkla iman ediyor ve Allah (c.c) adına cihad için sabırsızlanıyordu. Genç Padişah azimle hedefe kilitlenmişti. “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni!” sözü bu azmin göstergesidir. Muhasaranın uzadığı, Macaristan’dan bir ordunun yaklaştığı söylentileri ayyuka çıktığı sırada dahi, başta Padişah olmak üzere Akşemseddin, Molla Gürani, Zağanos Paşa gibi âlim ve emirler tam bir kararlılıkla kuşatmaya devam etme arzusunda bulunup düşmandan zerre kadar korkmamışlardır. Kalplerindeki iman, hedefe giden bu zorlu yolda sebat etmelerine yardımcı olmuştur.
Tahta geçer geçmez Karamanoğlu meselesini çözen Sultan Mehmed, İstanbul’un fethi için gerekli hazırlıklara başladı. Devrin mühendislerinden Muslihiddin Ağa, Saruca Sekban ile Macar Urban Edirne’de top dökümü işiyle görevlendirildi. “Şâhi” adı verilen bu topların yanında, daha küçük çapta toplar, havanlar, mancınıklar ve tekerlekli kuleler de hazırlandı. 100 binden ziyade bir ordu vücuda getirildi.
Yıldırım Bayezid’in İstanbul kuşatması sırasında yaptırdığı Anadolu Hisarının (Güzelcehisar) karşısına, Rumeli Hisarı (Boğazkesen) inşa edildi. Muhasarayı deniz tarafından da sürdürebilmek için 400 parçalık bir donanma meydana getirildi. Ayrıca Turhan Bey, İmparator’un kardeşi Tomas’ın Despot olduğu Mora’ya gönderildi. Böylece İstanbul’a gelen yardımlar engellenmiş oldu.
Muhasara devam ederken 18 Nisan’da yardımcı bir kuvvet donanma tarafından engellenemeyerek Haliç’e girdi. Bu ilk başarısızlık moralleri bozsa da Fatih inanç ve çalışmaya müthiş bir emsal olan dehasını çalıştırdı. Gemiler denizden gidemiyorsa karadan gidecekti! İki gün sonra Osmanlı gemileri Haliç’te idi.
Fatih’in şahsiyeti ve İstanbul’u Fethi bizim için iman ve tedbire tevessül açısından müstesna bir örnektir. Bugün gerek iman gerekse çalışma bakımından dünyanın gerisinde kalmamız böyle bir ecdadın torunları olarak bize yakışmıyor. Hepimiz her ne vazifedeysek, Kur’an’ın bize emrettiği şekilde işimizi tam bir liyakatla yerine getirmeliyiz. Biz tedbirimizi alıp Allah’a da tevekkül etmişsek önümüzde yıkılmayacak duvar, açılmayacak kapı kalmayacaktır.
O, Benim Hocamdır
İstanbul fethedilmiş, şehirde asayiş sağlanmış Muzaffer ve mübeşşer kumandan II. Mehmed, Fatih-i Konstantıniyye olarak şehre gururla giriyordu. Yol boyunca Rumlar sıralanmış bu büyük kumandanı bekliyorlardı. Derken genç kızlar ellerinde çiçeklerle Fatih olduğunu tahmin ettikleri ihtiyarın yanına gittiler. Kentlerin Kraliçesini alan böyle tecrübeli biridir ancak diye düşünmüşlerdi. Çiçeği kendisine uzattıklarında Akşemseddin çiçeği kabul etmemiş ve Fatih’i işaret etmişti.
Kızlar bu sefer, biraz da mahcubiyetle gerçek kumandanın yanına gittiler. Çiçekleri kendisine uzattıklarında Fatih’in cevabı ibret vericiydi:
“Çiçeği yine ona götürünüz. Sultan Mehmed benim fakat o da benim hocamdır.”
Kılıcın Hakkını Unutma
İstanbul’un Fatihi Sultan Mehmed, fethettiği kutlu şehre girerken bir derviş aniden fırlayıp atının yularına yapıştı ve
“Padişahım! Unutma sakın, İstanbul’u biz dervişlerin duaları sayesinde fethettin.”
Bu cüretkâr söz üzerine Fatih Sultan Mehmed gülümsedi. Elini kılıcına atarak sıyırdı. Ardından dervişe çalışmanın değerini bildiren şu sözü söyledi:
“Bak a derviş doğru söylersin; lakin şu kılıcın da hakkını unutma!”
[1]. Al-i İmran 139.
[2]. Enfal 60.