İstikamet tek kelimeyle ifade edilemeyecek bir mefhumdur. Doğruluk ve dürüstlüktür diyerek meseleyi halletmiş olamayız. Lüğavî manası bile bu kadar dar çerçeve içerisine sığmaz.
Namuslu ve dürüst davranmak, hedef ve cihet gibi manalar ilk nazarda hatıra gelen sözlük anlamlarından bazı- larıdır işin bir de ıstılahî veçhesi vardır ki, bizim mevzu-u bahs edeceğimiz de zaten meselenin bu cihetidir.
Istılâhî manada “istikamet1‘; Hak’da sabır ve sebat edip, batıl karşısında zikzak çizmeden, taviz vermeden, tezada düşmeden ve eğilip bükülmeksizin dimdik tavır sergilemektir. Bu sebeple daha yazımızın başında ;“istikamet zordur ve er kişi kârıdır” dedik. Peygamber-i zîşan aleyhissalâtu vesselam Efendimiz’in : “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı.” buyurduktan sonra: “Hangi Ayeti?” sualine karşılık; Hûd Sûresi’nin I 12. Ayet’ine işaret buyurdular ki meâlen:”Emr olunduğun gibi müstakîm ol!” demektir. Demek ki,”istikamet” zor iştir vesselam. Fahr-i kâinat Efendimiz, kestirme bir kurtuluş yolu isteyen zâta : “Allah’a iman ettim de, sonra da müstakîm ol!”1 buyurarak, istikametin İslâmdaki yerinin Allah’a imandan hemen sonra gelecek derecede mühim olduğunu, Nebevî bir tarzda ifade buyurmuştur. Bu Hadîs-i Şerîf, tek başına düşünülse bile, meselenin ehemmiyeti gün gibi âşikâr olarak ortaya çıkmaktadır.
Konu bu kadar ehemmiyet arz edince; iyi anlaşılması ve eksiklerimizin müşahhas hâle gelmesi için bazı taksimattan sonra işin özüne girmek daha münasip olacaktır:
- Özde istikamet
- Sözde istikamet
- Fiil, hareket ve davranışta istikamet
Özde istikametten kasıt: Niyet ve maksadında halis ve samimi olmaktır. İbadetlerinden başlayarak, İçtimaî, ailevî, meslekî, ticarî, siyasî ve dünyevî-Uhrevî bütün konularda yola çıkış ve hareket noktasındaki niyetinde ihlâslı olabilmek, yani “kalb-i selim’’e malikiyettir. Kişi böyle midir; değil midir zaten söz ve davranışlarına bakıldığında, hakikat ortaya çıkacaktır. Demek oluyor ki, söz ve hareketler; insanın kalbinin aynası durumundadır. Şu halde insanoğlunun kalbini okumak şansımız yoksa da, amellerine bakarak niyeti ve samimiyeti hakkında kanaat sahibi olabiliriz.
Ayinesi işidir kişinin lafa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.
mısraları herhalde bu gerçeğin ifadesi için nazm olunmuştur.
“Özde istikamet”in ilacı ; her türlü hesabı “uhrevî gelecek” için yapmaktır. Bunun için de dünyanın ve dünyalıkların kalbe girmemesi şarttın Bunu temin için de Rabbimizin buyurduğu gibi: “…sâdıklarla beraber olmak.”2 kaçınılmazdır. Kişide bu prensip yer ederse bütün niyetlerinde otomatik olarak hâlis ve muhlis olur. Görüldüğü gibi sadece “özde istikamet” bile zordur. Lâkin bu başarılırsa ; “sözde ve fiilde” istikamet, büyük çapta kolaylaşacaktır.
“Sözde istikamet”e gelince, temel prensip; “sözü eğip bükmeden söylemek’tir.” Allah’tan korkun da sözü dosdoğru söyleyin.” şeklindeki tehdidli emir üzerinde ne kadar çok hassasiyet göstersek azdır. Zaten sözde bu İlâhî emre uyulursa; “amellerimizin Allah tarafından ıslah edileceği,” yukarıdaki Ayeti Kerîme’nin devamında yer alan Rabbanî teminattır.3
İnsanlar çeşitli sebeplerle “sözde istikamet”ten uzaklaşmış olurlar. Bunların başında; serveti, imkânı, makamı ve benzeri dünyalıkları koruma arzusu ve kaybetme endişesi gelirse de, şeytan çok kere; “hizmet” ve “cihad” gibi kavramların arkasına sığınarak bu yanlışı yaptırır. “İslâm’da meşru hedeflere meşru vasıtalarla ulaşmak” prensibi vardır. Öyleyse hizmet ve cihad yapmak düşüncesinde olanların, gayr-ı meşru vasıtalarla hedefe ulaşmaları meşruiyetten uzak bir harekettir. Gayr-ı meşrulukta da Allah’ın rızası olamayacağına göre adına; “hizmet” ve “cihad” demekle hiçbir şey değişmez. Bir şeyler elde edilmiş gibi görünse de bereketi yoktur ve “ebter”dir. Yani devamlılıktan mahrumdur. İnsanların pek çoğu “sözde istikamet”ten inhiraf ederek (saparak) netice alacaklarını ve hedeflerine varacaklarını düşünürler. Bu hareketleri zaten günah iken, bir de güzel kavramların arkasına saklanarak bu günahı işlemekle, ikinci bir günah kazanırlar ki bu, öncekinden de beter bir günah hareketi olmuş olur işte “din istismarı” bizatihi budur. Zavallı Müslüman, “sözü eğip bükmeden söyleyin” emrine kulak vermemek sebebiyle ne perişan hallere düşmüş olmaktadır: Allah’a isyan var; meşruiyet dışı davranmaktan medet umma var; dinî terim ve ıstılahların arkasına sığınarak din sömürücülüğü var… var da var. Bu sakatlığın temeline inildiğinde karşılaşacağımız gerçek, hiç tereddütsüz; “özde istikamet”ten mahrumiyettir. ” Vücutta küçük bir et parçası var ki, o salih olursa beden tamamen salih olur; onda bozukluk olursa beden tamamen ifsad olmuş olur; dikkat ediniz o “kalb”dir” buyuran Allah Rasûlü Muhammed aleyhisselam, şüphesiz dosdoğru söylemiştir. 4 “Fiil, hareket ve davranışta istikamet” ise, “sözde istikamet”i de ihtivâ edebileceğini düşünebileceğimiz çok büyük çaplı bir hadisedir. Dünya Müslümanları olarak da sınıfta kaldığımızı itirafa mecbur olduğumuz bir konudur. Fiilî ve amelî hayatta Ashâb-ı Kirâm’ı nasıl ve nice idiler; biz ne haldeyiz? sorusunun cevabı, pek az istisnalar dışında perişanlığımızın tam ifadesi olacaktır. İslâm dünyasının başının belası mesâbesinde ne varsa, cümlesinin kaynağı amelî hayatımızdaki istikametsizliğimizdir. Ne yazık ki bu hal bilgisizlikten kaynaklanmamaktadır.
Altmış-yetmişsene önce olsaydı, bilmemek ve konunun cahili olmak mazeretine sığınmak mümkün olurdu. Bugün geldiğimiz noktada, günahların en insaflı ifade ile “çok kere” bile bile işlendiği, maalesef kabule mecbur olduğumuz bir acı hakikattir.
İbadetlerimizdeki istikamet mahrumiyetinden yola çıkarsak, ilk göze batan; Saff tanziminde karşılaştığımız manzaradır. “Namaz’ın dosdoğru kılınması”, “Oruc’un hakkının verilmesi” ve “Zekât’ın tastamam hesaplanması” kaç müslümanın sınıfı geçtiği hususlardır? “Haccımız nasıl bir Hacdır ve gerçek Hacla alakası ne durumdadır? Kaç Müslüman böyle bir kaygı taşımaktadır dersiniz?
İbadetlerimizdeki hâlimiz böyle olunca, sosyal hayattaki ahvalimizin bundan daha iyi olabileceği, pek ihtimal dâhilinde değildir. Yapamayacağını bile bile; “yapacağım!” diyen siyasetçi, kullanmayacağı kalitedeki malzemeyi taahhüd eden inşaatçı, hammadde ve emek hırsızı imalatçı, ödeyemeyeceğini bildiği halde borçlanan kimse, malının ayıp ve noksanını saklayan tüccar; hastasını para tuzağı olarak gören doktor; mesleğinin gereğini yerine getirmeye üşenen öğretim üyesi ve öğretmen, bir yerlere şirin görünme uğruna Allah’ın gazabını göze alan ilahiyatçı, işverenin hukukunu hiçe sayan işçi, emrinde çalıştırdıklarının hak ve hukukunu gözetmeyen âmir ve işveren, sorumluluğunun idrakinde olmayan gazeteci, yayıncı ve benzerleri sadece istikametten ayrılmış olmazlar. Aynı zamanda “şirk” sınırını zorlamış olurlar. Çünkü böyleleri haram ve masiyette kurtuluş arama dalaletine düşmüşlerdir. Haram ve masiyetle neticeye ulaşmaya çalışmak; Allah’ın rızasının hilafında da kurtuluş vardır manasına gelir ki bu, “şirk-i hafî ‘nin tuzağına düşmektir. İstikamet’in hiçbir çeşidinden zarar gelmez. Bazen gelir gibi görünürse de bu, nefs ve şeytan işbirliğinin aldatmacasıdır. Hiç Yaratıcımız’ın emrettiği bir hususa sahip çıkmak, zarar sebebi olur mu? Allah’ın bütün emir ve yasaklan bizlerin menfaati içindir İlâhî emirleri îfâ edenler Allah’a bir menfaat sağlamış olmayacakları gibi, O’nun yasaklarını çiğneyenlerin de O’na bir zararı mevzu-u bahs olamaz. Çünkü “O, bütün âlemlerden müstağnidir”.5
Görüldüğü gibi “istikamet”, îfâsı zor ve hele günümüzde çok daha zor bir hadisedir. Çünkü vazgeçilmezlerin başında dünya ve dünyalıkların geldiği bir vasatta yaşıyoruz. Servet, para, diploma ve makam; istikametsizlikten doğan bütün ayıp ve günahları örtmektedir. İstikamet” çabası ise çok kere revaç bulmamaktadır. Bu durumda hâlâ ;”ben müstakîm olacağım!” diye direnebilmek, mezkûr ahval dolayısıyla, “her kişinin değil, er kişinin kârı olmaktadır. Ancak unutmayalım ki, “Çoğunluğa tâbi olmak, yoldan çıkmayı göze almaktır.”6 Gerçek Müslüman, tek kişi de kalsa fazilet mücadelesine yılmadan devam edecek, bir âbide şahsiyettir.
I-Müslim, iman 62 2-Tevbe, 9/119 3-Ahzâb, 33/70 4-Buharî, iman 39 5-ÂI-i imrân, 3/97 6- En’âm, 6/116