Arapça’da “bilmek, tanımak, düşünerek kavramak” anlamındaki ‘irfan kökünden gelen “ma’ruf”, sözlükte “bilinen, tanınan, benimsenen şey” mânasına gelir. “Bir şeyi bilmemek, bir şey zor ve sıkıntılı olmak” gibi anlamlar taşıyan “münker” ise marufun zıddı olup tasvip edilmeyen, yadırganan, sıkıntı duyulan şey” demektir. Buna göre iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışma yönündeki tüm faaliyetler için dinî, ahlâkî ve hukuki bir tabir olan “emr bi’l-maruf nehy ani’l-münker” ifadesi kullanılır.
Kur’an’da ve hadislerde iyi ve doğru olarak beyan edilen inanç, düşünce ve davranışlara işaret edilmek istendiğinde en çok “ma’rûf” kelimesi; yanlış, İslâm dinine yabancı, Müslümanlar tarafından yadırganan inanç, düşünce ve davranışlar için de “münker” kelimesi kullanılmaktadır.
Râgıb el-İsfahânî, “Ma’rûf, akıl ve dinin iyi olarak nitelendirdiği fiilleri ifade eden bir isimdir; münker de yine aklın ve dinin benimsemediği, yadırgadığı şeydir.” der. İbn Manzûr, ma’rûfun iyi ve güzel fiiller için kullanıldığını ifade ettikten sonra der ki: “Hadislerde de sık sık geçen ma’rûf kelimesi Allah’a itaat sayılan, O’na yakınlaşmayı sağlayan, insanlar için iyilik olarak kabul edilen, dince değer verilen ve “mendub” diye bilinen bütün güzel tutum ve davranışları ifade eder.” Genellikle müslümanlar arasında iyi bilinen, iyi tanınan, benimsenen, görüldüğünde yadırganmayan tutum ve davranışlar da “maruf” diye bilinir.
Câhiliye döneminde bir eylemin ma’rûf veya münker sayılmasının temel ölçüsü bu fiilin kabile geleneklerine uygun düşüp düşmemesiydi. İslâmî dönemde ise İslâm dininin getirdiği hayat tarzına, görgü kurallarına uygun olan söz ve davranışlar ma’rûf, uygun olmayanlar da münker sayılmıştır.
Mu’tezile ulemâsının çoğunluğu, hüsün ve kubuh anlayışlarının bir sonucu olarak aklın iyi saydığı fiilleri ma’rûf, kötü saydığını da münker kabul ederken sünni ulema, akıl yerine nakli esas almışlar ve genellikle ma’rûfu “dinin iyi saydığı söz ve fiil”, münkeri de “dinin varlığını sakıncalı gördüğü şey” diye tarif etmişlerdir.
Fahreddin er-Râzî, ma’rûfu kısaca “dinen alışılıp benimsenmiş adetler” diye tanımlar, aynı müfessir “güzel söz”ün değerinden bahseden âyeti tefsir ederken buradaki “kavlün ma’rûfün” ibaresini “Müslüman vicdanın ürküntü ve tiksinti duymadan kabul ettiği, insanlara sevinç ve huzur veren, onları rahatsız etmeyen söz” şeklinde açıklar.
Ma’rûfun eski Arap edebiyatında “cömertlik ve ikram” anlamındaki kullanımı İslâmî dönemde de devam etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de ma’rûf ve münker kelimeleri dokuz âyette “ma’rûfu emretme, münkeri nehyetme” anlamına gelen ifade kalıplarıyla geçmektedir. Bu âyetlerde hangi davranışların ma’rûf, hangilerinin münker olduğu belirtilip bir tahsis yoluna gidilmemesi, ma’rûfun dinin yapılmasını vacip/gerekli gördüğü veya tavsiyeye şayan bulduğu/mendup, münkerin de bunların zıddı olan söz ve davranışların tamamını kapsadığını göstermektedir.
İslâmî kitaplar, iyiliğin hâkim kılınması ve yaygınlaştırılması, kötülüğün önlenmesi, bu şekilde faziletli bir toplumun oluşturulması ve yaşatılması için gösterilen faaliyeti, Kur’an ve hadislerdeki kullanıma uygun olarak “emir bi’1-ma’rûf nehiy ani’l-münker” şeklinde kullanmışlardır. Kitap, Sünnet ve icmâa dayanarak bu faaliyetin farz olduğunda birleşmişlerdir. İslâm toplumunda ortak şuurun meydana gelmesini sağlayan bu ilke bir bakıma İslâm’ın temel dinamiğidir. Bunun ihmali değerler sisteminin zayıflamasına, giderek yok olmasına ve anarşizme yol açarak din ve toplum hayatında telâfisi zor birtakım felâketlere sebep olur. Nitekim Gazzâlî, Allah’ın peygamberleri, “dinde kutb-i a’zam” diye nitelendirdiği bu prensibin tahakkuku için gönderdiğini belirterek bunun ihmal edilmesi halinde peygamberlik müessesesinin anlamını kaybedeceğini, dinin ortadan kalkacağını, fesat ve anarşinin yayılacağını, ülkelerin harap olacağını söyler.
Teorik olarak cihad da “emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker”in bir parçası sayılmakla birlikte uygulamada cihadın İslâm dinini gayri müslimler arasında yayma, müslümanları dış saldırılardan koruma ve bunun için gerektiğinde silâha başvurma faaliyeti için kullanılmasına karşılık, “emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker” içe dönük bir hareket, yani İslâm ümmetinin Kur’an ve Sünnet hükümlerine uygun, faziletli, sulh ve sükûnun hâkim olduğu bir hayat tarzını amaçlayan temel ilkelerden biridir.
İslâm âlimleri emir bi’1-ma’rûf nehiy ani’l-münkerin farz-ı kifâye olduğunda ittifak etmişlerdir. Bununla ilgili İslam tarihi boyunca uygulamalar, biri devletin sorumluluğunda resmî, diğeri müslüman fertlerin şahsî sorumluluklarına bırakılan gayri resmî olmak üzere iki şekilde gelişmiştir. Bilindiği üzere emir ve nehiy faaliyetlerinin ilk şekli, “hisbe” veya “ihtisab” adı altında kurumlaşmıştır.
İslâm âlimleri, “emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’i-münker” görevini yerine getirirken bilgilendirme, öğüt ve sözlü uyarıdan başlayıp duruma göre çeşitli yöntemler uygulanması gerektiğini belirtmişlerdir.
“Ehl-i hadîs” olarak da anılan kadîm ulema, İslâm ümmetini halife/idareci etrafında birleştirmek, sosyal barışı korumak, toplumun fitne ve fesat hareketlerine kapılarak parçalanmasını önlemek düşüncesiyle, yersiz ve fevri bir şekilde siyasî idareye karşı silâhlı mücadeleye girişmeyi doğru bulmamışlardır.
Bilindiği gibi “emir bi’1-ma’rûf nehiy ani’l-münker” bir ıslah faaliyetidir. Eğer bu faaliyet ıslah yerine fitneye ve fesada yol açacaksa bundan kaçınmak gerekir. Nitekim Allah, iyilere başka insanları zorla hidayete kavuşturma görevi yüklememiştir.
İslâmî kaynaklarda “emir bi’1-ma’rûf nehiy ani’l-münker”e geniş yer verilmesi ve bu ilkenin daha çok hükmü ve uygulanmasıyla ilgili olarak yapılan tartışmalar, konunun İslâm toplum hayatı açısından büyük önem taşıdığını göstermektedir. Kaynakların incelenmesinden çıkan sonuca göre emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker fert ve toplum hayatına din, akıl ve maşerî vicdan tarafından benimsenen inançların, değerlerin ve yaşama tarzının hâkim kılınması; dinin ve sağduyunun reddettiği her türlü kötülüğün önlenmesi yolunda ferdî ve toplu gayretleri, siyasî ve sivil önlemleri ifade etmektedir.
Konuyla ilgili çok sayıdaki âyet ve hadis yanında bilhassa, “Kim bir kötülük görürse eliyle, buna gücü yetmezse diliyle onu önlesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle kötülüğe öfke duysun; bu ise imanın en zayıf derecesidir” mealindeki hadis, İslâm’ın ortaya koyduğu dünya görüşü ve değer yargılarına aykırı tutum ve davranışlara karşı fiilî tedbirler almayı, sözlü uyarı ve psikolojik direniş şeklinde tepkiler göstermeyi gerekli kılmıştır. İslâm bilginleri bu tür nasların ferdî, sosyal ve evrensel planda önemini dikkate alarak davet ve cihad şeklindeki dışa dönük faaliyetler yanında içe dönük ıslâh çalışmalarının gerekliliğini de ısrarla belirtmişlerdir.
Vaaz, irşad ve nasihat gibi çalışmalar da her dönemde etkili bir şekilde yürütülmüş; özellikle dinî gayret ve hamiyeti güçlü kişiler şartların elverdiği ölçüde ferdî, ailevî ve içtimaî seviyede iyiliğin gelişip güçlenmesi, kötülüğün önlenmesi yolunda çaba harcamışlardır. Fertlerin dinî ve ahlâkî hayatın gelişmesine, kamu düzeninin sağlanmasına katkıda bulunmayı bir müslümanlık ve vatandaşlık borcu şeklinde telakki etmeleri İslâm toplumunun bir karakteristiği olarak görünmektedir. Bu telakkinin, özellikle XIX. yüzyıldan itibaren Batı’ya has anlamıyla gelişen ferdiyetçi ve liberalist düşünce ve anlayışların tesiri altında bir ölçüde zayıfladığı görülürse de geleneksel İslâm toplum yapısı bu husustaki etkisini hâlâ sürdürmektedir. Ayrıca İslâm dünyasının hemen her tarafında İslâmî kimliğe dönüş yolundaki ciddi çabalar da emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker kapsamı içinde değerlendirilebilecek olan önemli faaliyetlerin canlanmasına yol açmıştır. Vaaz ve irşad gibi kadim ıslâh faaliyetleri yanında basın yayın, konferans, seminer gibi modern usul ve araçlarla yürütülen çalışmalar bu yöndeki önemli gelişmelere örnek gösterilebilir.
Kur’an-ı Kerîm’den başlamak üzere bütün İslâmî kaynaklarda çocuklar, kadınlar, yaşlılar, sakatlar, kimsesizler, çalışanlar gibi kesimlerin haklarıyla dinî değerler, çevre, canlı ve cansız tabiat, halk sağlığı ve genel olarak insan hakları, ilim ve kültür, adalet, hürriyet, toplumsal barış gibi değerlerin ve ideallerin korunup geliştirilmesine özel önem verilmiş, bunlara yönelik her türlü zararlı ve yıkıcı eğilimlerin etkisiz kılınması ve genel olarak İslâm’ın fitne ve fesat saydığı kötülüklerin bertaraf edilmesi istenmiştir. Bütün bu hedeflere ulaşmak maksadıyla kurulan dernek, vakıf vb. teşkilâtların İslâmî ölçülere uygun çalışmalarının da toplum için farz-ı kifâye sayılmış olan emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker içinde değerlendirilmesi gerekir. Bu tür faaliyetlerin kurum planında arttırılarak sürdürülmesi hem İslâm’ın ruhuna hem de günümüz hayatının gerçeklerine uygun görünmektedir.