İçeriğe geç
Anasayfa » KANAAT EHLİ NASIL OLUNUR?

KANAAT EHLİ NASIL OLUNUR?

Kişinin azla yetinip elindekine razı olması, kendisinin ve sorumluluğu altında bulunanların ihtiyaçlarını asgari ölçüde karşılayabileceği maddî imkânlarla iktifa edip başkalarının elindeki şeylere göz dikmemesi, aşırı kazanma hırsından kurtulması şeklinde tarif edilen kanaat, mal ve dünya tutkusunun kalpten silinmesiyle kazanılan ahlâkî bir erdemdir. Bu da hırs, tamah, hazlara düşkünlük ve tûl-i emel gibi kötü arzuların insanın kalbinden temizlenmesiyle tahakkuk eder.[1]

Kanaat ile dünyaya buğz edip ondan yüz çevirme[2] şeklinde tarif edilen zühd arasında yakın bir alaka söz konusudur. Ancak bu yüz çevirme tamamen dünyayı terk etme anlamına gelmemektedir. Zira böyle yapmak dünyanın harap olmasına sebep olur ki bu da Allah Teâlâ’nın takdir ve tedbirine zıt bir durumdur. Onun için “Dünyaya zahid olan, âhirete râğib olur”[3] denmiş, bir başka yerde de zühd; “Ahiret rahatı için dünya rahatını terk etmek”[4] şeklinde ifade edilmiştir. Aslında bu, bir bakıma dünyaya hak ettiği değeri vermek, kanaatkâr olup ona rağbet etmemek demektir. Bu yüzden kanaat, hayata dolayısıyla dünyaya bakış açımızla alakalı bir durumu sergiler. Hayattan beklentilerimiz nelerdir? Bu soruya verilecek cevap kanaatkâr olup olmadığımızı ortaya koyar. Burada hayat felsefemizi gözden geçirip onu yüce Yaratıcımızın razı olacağı şekle getirmemiz gerekir ki kanaat sahibi bir mü’min olabilelim.

Dünyalık bir endişe taşımayan mütevekkil kişi aynı zamanda elindekiyle yetinen kanaatkâr bir kimsedir. Peki, dünyalık endişeleri gidermek ne ile sağlanır? Bu sorunun cevabı, iki sihirli kelimede saklıdır: Rıza ve teslimiyet. Bunun elde edilmesi de her türlü şek şüpheden arındırılmış tam ve kesin/yakîn bir imana bağlıdır.

Yeryüzünde hareket eden bir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmuş olmasın.[5] âyeti gereğince kul, Allah Teâlâ’nın rızka kefil olduğuna şeksiz şüphesiz tüm kalbiyle inanırsa kanaat sahibi olmaması için bir sebep görünmemektedir. Yani kişinin hiçbir endişeye kapılmasına gerek yoktur. Zira “Kendi rızkını (toplayıp, kazanmak suretiyle ertesi gün için bir şeyler yapıp kullanabilecek kapasiteden mahrum) nice canlı vardır ki Allah Teâlâ onlara da size de rızkı verir.[6] Değil mi ki Rasûlullah Efendimizin ifadesiyle: “Eğer siz Allah’a gereği gibi güvenseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde akşam dolu kursaklarla dönerler.[7]İşte insandaki bu kıvam yani Cenâb-ı Hakk’a gerçek manada tevekkül edebilmek, onda kanaati doğurur. Dolayısıyla tevekkülün, teslimiyet ve rızanın mekânı kalp olunca bunların neticesinde ortaya çıkacak olan kanaate ulaşmanın en önemi yolu da, kalbi kötü ve zararlı duygu ve vehimlerden temizleyerek manevî gıdalarla besleyip kuvvetlendirmektir.

İnsanoğlu elinde olanla yetinmeyip nefsinin kandırmasıyla açgözlülük yapar ve dünya menfaatlerini daha çok elde etmeye yönelik aşırı hırs gösterir. Böyle bir kimse bencil, hodkâm, sadece kendini düşünen menfaatperest bir insandır. Kanaatkâr kişi ise Allah’ın kendisine verdiği ile iktifa edip Cenâb-ı Hakk’ın takdirine razı olarak hayatını sadece kendisi için değil, başkalarına faydalı olmak suretiyle tam bir itminan hali içerisinde yaşar. Çünkü o, kalbini ifsat eden kötü huy ve seciyelerden temizlemiş ve huzura ermiş bir kimsedir. Tıpkı Osmanlı döneminde “Ben siftah yaptım, sen yan komşumdan alışverişini yap. O henüz siftah yapmadı.” diyen gözü ve gönlü tok kanaatkâr satıcı gibi. Veya muhacir kardeşini evine, işine, aşına ortak eden ensardan bir sahabi gibi davranır. Onun için ensar ruhlu olmak; kanaatkâr bir mü’min olmak demektir. “Suriyeliler memleketimize geldiler; bizi işimizden, aşımızdan ettiler.” demek asla değildir. Zira herkes ilahî kaderde kendisi için ne takdir edilmişse onu yer tüketir, başkasını değil. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Ey İnsanlar! Allah’tan korkun! Rızık talebinde itidalli davranın çünkü hiçbir kişi (kendisine takdir edilen) rızkının tamamını almadıkça asla ölmez. Her ne kadar ondan gecikse bile (mutlaka rızkının tamamını alır). Allah’tan korkun! Rızık talebinde itidalli davranın, helâl olanı alın, haram olanı bırakın.[8] buyurulmuştur. Dolayısıyla aksini düşünmek ve ona göre hareket edip ölçüsüz davranmak, zayıf imanlı insanların işidir. O halde imanımızı güçlendirmenin yollarını aramamız, buna vesile olacak imkânları elde etmeye gayret göstermemiz gerekiyor. Bunlar içerisinde ibadetlere düşkünlük, ilimle meşgul olup onunla amil olmaya çalışma, sâlih ve sadık insanlarla arkadaşlık yapma, ilim, sohbet ve zikir meclislerinde bulunma, helal-haram hassasiyetine sahip olma, haramları terk etme öyle ki harama götürecek şeylerden bile şiddetle uzaklaşma baş sırada yer alır.

Yine kanaatkâr olmak, sürekli sabır ve şükür halinde olmayı gerektirmektedir. Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır.[9]Böyle yapıldığı takdirde ancak, bulunulan konuma ve duruma şükredilip elde mevcut olana kanaat etmek söz konusu olabilecektir. Aksi ise kişinin fuzuli, anlamsız yarışların içine girmesi ve kendini helak etmesiyle sonuçlanacaktır ki bunların canlı misalleriyle günlük hayatımızda çokça karşılaşmaktayız.

Neticede “Kanaat; bitip tükenmez bir hazine[10] olarak karşımıza çıkar ki insan şu fâni hayatında onun kendisine istikamet kazandıracak ne büyük bir değer olduğunu ah bir bilebilse! Başka bir şey ister mi acaba?


[1] Çağrıcı, “Kanaat” md., DİA, XXIV, 289, İstanbul 2001.

[2] Cürcânî, Ta’rîfât, s. 115, Beyrut 1403/1983.

[3] Isfahânî, Müfredât, s. 37, Dımaşk 1412.

[4] Cürcânî, aynı yer.

[5] Hûd sûresi, 11/6.

[6] Ankebût sûresi, 29/60.

[7] Tirmizî Zühd 33; İbni Mâce, Zühd 14.

[8] İbn Mâce, Ticârât, 2.

[9] Müslim, Zühd 9; Tirmizî, Kıyamet 58, Libâs 38; İbn Mâce, Zühd 9.

[10] Beyhakî, ez-Zühdü’l-kebîr, I, 88, Beyrut 1996.