İçeriğe geç

Kibrin Kalbine Yolculuk

Tekebbür Tekbirin Reddidir

Din, “Rab-Kul” ve “Kul-Kul” olarak iki münasebete dayanır. Kur’ân-ı Kerîm’de sekelân denen İns ü Cinn, Rabbine İslâm, bir kul olarak Peygambere İman ile kulluk mertebesini kazanır. İslâm, Allah’ı “tevhid”, İman, Rasûl’ü “tasdik”tir. İslâm=tevhid’in şartı tezellül, İman=tasdikin şartı tevazu, tezellülün zıddı taazzüz, tevazunun zıddı tekebbürdür. Yani ancak tezellül sahibi olan, İslâm ile tevazu ve İman’a erişebilir; tezellül ile Rabb/‘Abd, Rubûbiyet/‘Ubûdiyet münasebeti kurulur. Nitekim ibadet, lügatte “tezellül, itaat” demektir; “zelil kılınmış, çiğnenmiş yol” mânâsında “tarik-i mu‘abbed” dendiği gibi. Tezellülün zıddı taazzüz, kökü zilletin zıddı izzettir.

Hz. Âdem yaratılmadan önce Allah’a çok ibadet ettiği ve üstün ilmiyle meleklere hocalık yaptığı rivayet edilen cinin (şeytan) adı, lafzen “Allah’ın azizi” mânâsına gelen Azâzîl  idi. Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimizin meleklere verdiği Hz. Âdem’e secde emrine sadece Şeytan’ın uymadığı bildirilir: “Hani Biz meleklere demiştik ki: «Âdem’e secde ediniz.» Onlar da hemen secde edivermişlerdi. Yalnız İblis kaçınmış, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu” (Bakara, 2/34; A’râf, 7/11; Hicr, 15/28-33; İsrâ, 17/61; Kehf, 18/50; Tâhâ, 20/116; Sâd, 38/72-73). Melekler, Hz. Âdem’e secdeden başlarını kaldırdıklarında, Azâzîl diye bilinen cini secdeden kaçınmış ve sûreti çirkinleşmiş, şeytanlaşmış olarak gördüler.

Âyette İblis’in Allah’ın emrine karşı çıkışı “taazzüz” yerine “ibâ” kelimesiyle anlatılır; Rabbe karşı “ibâ”nın (kaçınma) sonucu Kula (Âdem’e) karşı “istikbar” (büyüklenme) olmuştur. Cennetteki bu “taazzüztekebbür/tezellültevazu” sırası, insanın sürüldüğü, ahiret yurduna dönüşü sağlayacak dini getiren bir peygambere muhtaç olduğu dünya hayatında “tekebbürtaazzüz/tevazutezellül” sırasına döner. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de de geçtiği gibi, lafzen iman, tasdik, yani “birinin sâdık olduğunu, doğru söylediğini kabul etmek” demektir: “Ey babamız! Biz hakikaten bir yarış ederek gittik. Yusuf’u da eşyamızın yanında bıraktık, hemen O’nu kurt yemiş ve sâdıklar olsak da sen bize mümin değilsin (inanmazsın)” (Yûsuf, 12/17).

Yani biri, önce peygamberin Allah tarafından gönderilmiş bir “muhbir-i sâdık” olduğunu kabul etmeden onun getirdiği “haber-i sâdık”a ve dolayısıyla Allah’a iman edemez. Peygamberi tasdik=iman ise tevazuya bağlıdır. İblis’in Hz. Âdem’e karşı büyüklendiği gibi Peygambere karşı tekebbür gösterenler de İman ve İslâm nimetinden mahrum kalırlar. Bu hususta Bâyezid Bistâmî’den bir rivayet, ibret vericidir. Bir seferinde Ebü’l-Hasen Harakânî, “Bâyezid Bistâmî’nin “Kim beni gördü, şekavet nişanından kurtuldu.” buyurduğunu söyleyince Sultan Mahmûd Gaznevî itiraz etmiş: “Bu sözden Bâyezid Bistâmî’nin Nebî ‘aleyhi’s-selâm Efendimiz’den efdal olduğu sonucu çıkmaz mı? Çünkü Ebû Cehl, Ebû Leheb ve diğer kâfirler, Nebî ‘aleyhi’s-selâm Efendimiz’i gördükleri halde şekavetten kurtulamadılar.” Bunun üzerine Harakânî hazretleri açıkladı: “Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allah Teâlâ’nın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan Muhammed ‘aleyhi’s-selâm olarak görmediler. Ebû Tâlib’in yetimi, Abdullah’ın oğlu Muhammed olarak gördüler. Ebû Bekr Sıddîk gibi bakarak, Rasûlullah olarak görselerdi, şekavetten, küfürden kurtulurlar, onun gibi hidayet bulurlardı” (el-‘Attâr 2009: 580).

Yani Mekkeli kâfirler, kibirlerinden dolayı Peygambere iman etmediler. Dolayısıyla kibir, küfre giden köprü, açılan kapıdır. Nitekim Arapça “kibir, küfür, şirk” kelimelerinin hepsinde iki “r-k” harflerin ortaklığı etimolojik kadar semantik irtibatı gösterir. Küfür ve şirkin kapısı veya köprüsü olduğu içindir ki kibir, “rezilet” denen kötü huyların zirvesidir. Çünkü yalancılık, cimrilik gibi bütün kötü huylar, insana hastır, beşeriyet dairesinde kalır. Ancak kibir, beşeriyetten ulûhiyet alanına tecavüz etmektir. Bu, “ekber” kelimesine bakarak daha iyi anlaşılır. Arapçada “ism-i tafdil” sığasına göre “ekber”, hem muzâf veya mutlak olarak “en büyük”, hem -min=-den edatıyla “daha büyük” mânâsına gelir. Dolayısıyla birinin hâliyle veya kâliyle “Ene ekber (min fülanin)” (Ben (filancadan) daha büyüğüm) demesi, “Allahü ekber” (Allah en büyük) demek gibi, Allah’a ortak koşmak (şirk) ve iman nimetine karşı nankörlük (küfür) demektir. Zira Rabbimiz kitabında bütün kibriyâ ve izzetin kendisine has olduğunu vurgular: “Onlar ki, mü’minleri bırakarak kâfirleri dost tutarlar. İzzeti onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki bütün izzet Allah Teâlâ’nındır (…) Ve göklerde ve yerde büyüklük O’na mahsustur ve azîz, hakîm olan da O’dur” (Nisâ, 4/139, Câsiye, 45/37). Yani tekebbür, tekbirin reddidir. Kibir ve hased, bütün günahların kaynağıdır. Hased, amelleri yediği gibi kibir de imanı yer bitirir.

Kibirden İlhada

Kibir, küfre sebep, dine girmeye engel olduğu gibi, belki de ondan daha kötü olan bid‘ate, dinden çıkmaya da sebeptir. Bir kâfir, her zaman Hakk’ı bulabilir, hidayete erebilir; ancak kibirli, kibrinden dolayı Hakk’ı daha zor bulur ve daha kolay kayb eder. O yüzden evliyâullâh, kibirlide felah ümidi pek görmemiştir. Büyük velî Osman Bedrüddîn Erzurûmî (1994: I/128) hazretleri, bunun sebebini şöyle açıklar:

“Üç kimse Cenâb-ı Hakk’a yol bulamaz: Korkan, utanan, kibirli olan. Çünkü korkak âdem: “Bu işi yapamam, uhdesinden gelemem, sonra çarpılırım” felân der, Allah’a gitmek istemez. Hâlbuki bu, nefsin bir hîle ve desisesidir.

Utanan âdem, halktan sıkılır. “Herkes bana, bu da şeyh olmuş derler” diye düşünür. Halk böyle demesin diye Allah’tan dûr ve uzak kalır.

Kibirli olan kimse ise kendisi gibi bilip gördüğü birine nasıl tenezzül etsin, bir şahsın elini nasıl öpsün? Husûsiyle kendisine ehl-i tarîk diyecekler. Ehl-i tarîk ise halk nazarında menfurdur. Kendisinin bu gibi nefret erbâbı arasına karışmasına kibri kat’iyyen müsâit değildir. Binâenaleyh bu da, mümkün değil, Hakk’a yol bulamaz ve gidemez.”

Bu yüzden Kütahyalı Sun’ullah Gaybî, “Ene (ben) tahtına oturanı irşâd mümkin değildir”, Abdülaziz Bekkine de “Bana kâfiri getirin, kibirliyi getirmeyin, çünkü kibirli ruhunu şeytana satmıştır” derler (Doğan 2001: 102).

Küfür, peygamberi tekzib, ilhad ise hükmen tasdik ettiği halde peygamber ve varislerine meydan okumak demektir. Kibir, ilim, mal, soy, makam gibi kudret vesilelerinden gurura kapılarak kendini başkalarından “büyük görmek”, ilhad ise ilmi ve aklı sandığı hevâsına aldanmaktan kaynaklanan “Hümü’r-ricâl nahnü’r-ricâl” (Onlar adamsa biz de adamız) iddiasıyla kendini dinin imamlarından (peygamber ve varislerinden) “haklı görmek”, hakka boyun eğmemektir.

Müslümanlar, “ehl-i sünnet ve cemaat” tabirinin belirttiği İslâm’ın ana, hak yolu olarak Peygamber ve ashâbının yolunu tutarlar. Bu yüzden “ehl-i sünnet ve cemaat”e “ehl-i hak” denir. Âlimler, ümmetin üzerinde birleştiği bu dinin aslî alanı dışındaki ictihadî görüşlerini ise “Vellâhu e‘lemü bi’s-savâb” (Ve Allah doğruyu en iyi bilendir) sözüyle bağlayarak mutlak haklılık iddiasında bulunmazlar. Buna karşılık kibir ehlinin “Allahü ekber”e (Allah en büyük) karşı “Ene ekber min fülanin” (Ben filancadan daha büyüğüm) demesi gibi, ilhad ehli de zımnen “Ene e‘lemü bi’s-savâb” (Ben doğruyu en iyi bilenim) der. Yani ilhad, dinde otoritenin inkârı, anarşi demektir. İlhadın sonucu ibtidâ‘dır (bid‘at çıkarmak). İlhad, “hakka karşı hak” iddiası, bid‘at ise “dine karşı din” ihdasıdır.

İlhad/tekebbür ayırımı, ilim/amel ve ikan/iman ayırımlarına bakarak daha iyi anlaşılır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Kendilerine ilim ve iman verilmiş olanlar da dediler ki…” (Rûm, 30/56) buyurulduğu gibi din, ancak akıl ve hissin merkezi beynin ve kalbin vazifesi ilim ve imanın izdivacıyla tamamlanır. İmanla bütünleşen ilim, insanı kemal ve tevazuya götürür. İnsan ne kadar öğrenirse aslında ne kadar bilmediğini öğrenir, sonsuz ilim sahibi olan Allah’a imanı artar. Yani tevfik, “ilimde iddia, amelde tevazu” formülünde, hüsran, bunu tersinden uygulamakta yatar; Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinden çıkarılan “Rabbim, ilmimi ve fehmimi ziyade eyle ve beni salihlerin arasına kat” duasında olduğu gibi (Tâhâ, 20/114; Yûsuf, 12/101).

İlim ve imanın izdivacını bilhassa dinin direği namazda görmek mümkündür. Mü’min, namazın hükümlerini ne kadar iyi bilirse o kadar iyi namaz kılar ve namazın rükünlerine de yansıyan şekilde Allah’a imanı pekişir. Dinde ilmin gayesi amel, namazda kıyamın gayesi sücûddur. Kıyam, ilim (kıraat), sücûd, ameldir, rükû‘ ikisi arasında köprüdür. Bu, belagatin kolu beyan ilmindeki mecâz-ı mürsel sanatı uyarınca namazı anlatan tabirlerde görülür. Kur’ân-ı Kerîm’de hakkı verilen namazı anlatan “ikâmetü’s-salât” tabiri “kıyam”dan, “mabed=musalla” mânâsındaki “mescid” ise “sücûd”dan gelir.

Eski belagat kitaplarındaki tarife göre “Mecâz-ı mürsel oldur ki ma‘nâ-yı mecâzî ile hakîkî arasında vech-i şebeh ve müşâbehet olmaksızın ‘alâka tamâm ola. (Bunun türlerinden) zikr-i cüz’ irâde-i küll, ma’nâ-yı cüz’îye mevzû‘ bir kelimeyi zikr idüp de ol kelimenin müte‘allik olduğu ma‘nâ-yı küllîyi matlûb etmekdir.” Yani “sabah” kelimesiyle “gün”ü kasd etmek gibi. Bu misalden de anlaşılabileceği gibi, küllün irade edildiği cüz’, herhangi bir cüz’ değil, cüz’-i ehem ve rükn-i azam, yani en önemli parçadır. Dolayısıyla kulun Rabbine en yakın olduğu secde namazın gayesi ve özü olduğu gibi, ilmin gayesi ve özü de tevazudur. Kulun namazda kıyamdan Rabbine en yakın olduğu secdeye gitmesi, nihaî seyrinin tekebbürden tevazuya doğru olduğunu gösterir. Başak, olgunlaştıkça boynunu eğer.

Buna karşılık “İlmi az olanın itirazı çok olur” , sözünün ifade ettiği gibi, az ilim, çok itiraza, Mutezile misalinde olduğu gibi, imanla tamamlanmayan çok ilim ise tekebbür, ilhad ve bid‘ate yol açar. Mamafih, Ahmed Cevdet Paşa’nın hocası Mustafa Vidinî Efendi misalinde görüldüğü gibi, ilhad, tekebbürün lazımı, her mütekebbir illa mülhid değildir; munsif de olabilir.[1] Bid‘at çıkaran sadece hevaî görüşünü savunmakla kalmaz, başka insanları da onu benimsemeye çağırır. Dolayısıyla bid‘atin küfürden daha kötü olması, taaddisinden dolayıdır. Küfür ve fısk lazımdır (geçişsiz), yani son nefesine kadar tevbe kapısının açık olduğu günahı failini bağlar. Ancak bid‘at müteaddidir (geçişli); bid‘atçinin kendisi tevbe etse bile başkaları üzerindeki saptırıcı tesiri devam eder. Bu yüzden İslâm âlimlerince bid‘at, küfürden daha kötü görülmüştür. Mesela İbrahim Nehaî (-96/-715), devrinde ortaya çıkan fırkaları, bilhassa Mürcie’yi kasd ederek “Bunlara, ehl-i kitabdan daha çok kızıyorum” dediği nakl edilir (Ulu 2006: 141).

Osman Bedrüddîn Erzurûmî (1994: I/375-376) hazretleri bunun sebebini şöyle açıklar: “İnsana varlık, ‘ucb, kibir, dört şeyden gelir: Haseb ve nesebden, ilimden, ibâdât ve tâ‘atten ve nihayet maddî zenginlikten. Şeytân, insanı altı şeye sevk eder: Şirke, Küfür ve İnkâra, Ma‘sıyete, Günâh-ı kebâire, Bid‘ate, İbâdât-ı şakîye (yapılışına güvenilerek Ma‘rifetullâh’dan sahibini alıkoyan ibâdet)… Hele bid‘ate sevkden şeytânın duyacağı memnuniyet sonsuzdur. Çünki mü’min, olur ki işlediği günâhın hiç olmazsa günâh olduğunu bilir ve bundan dolayı tevbe ve rücû‘ eder. Fakat mü’min, bid‘atin bid‘at olduğunu ne düşünebilir, ne de ondan tevbe ve rücû‘ edebilir.”

Kibrin Maskeleri

Rasûlullâh sallallâhü ‘aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Kalbinde hardal tanesi kadar iman olan kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete giremez”          (el-Müttakî 2004: III/211). İnsana en yakışan haslet tevazu, en yakışmayan kibirdir. Mütevazı birinin her kötü huyu hoş görülebilir, aksine mütekebbir birinin her iyi huyu göze batar. Kibir bu kadar tehlikeli, kibrin farkında olmamak ise daha tehlikelidir. Zira Allah bir kuluna hayır murad ettiğinde ona nefsinin ayıplarını gösterir. Cahile cahilliğini anlatmak için biraz bilgi gerektiği gibi, kibirliye kibrini anlatmak için de biraz kibrin farkındalığı ve tevazu gerekir. Kibir, tab’an münker, müstekreh bir şey olduğu için kimse, kibirli de kendine yakıştırmaz, “Ben kibirliyim” demez, kibri kötüler; ama farkında olmadan kibir gösterir. Çünkü tevazu gibi güzel huyları kazanma, kişinin kendi kendine telkiniyle olacak bir şey değil, bir eğitim ve ortam işidir.

Kibir, faili tarafından nadiren fark edildiği gibi, başkaları tarafından bile kolaylıkla fark edilemeyecek kadar sinsi olabilir. Kibir, bazen izzetinefis, bazen kerem, bazen vakar, bazen kayıtsızlık, hatta bazen tevazu maskesi altında kendini gösterir. Toplumda çok cömert, eli açık görünen insanlara rastlarsınız. Bu zâhirî keremin altını kazıyınca kibrin sırıttığını görürsünüz. Keza ağırbaşlı görünen birine bakarsınız, zâhirî vakarıyla aslında kibrini gizlemektedir. Bazılarında tevazu maskesi altında derin bir kibir yatar.

Osman Bedrüddîn Erzurûmî (1994: II/39) hazretleri bunu şöyle açıklar:

“Diğer bir hadîs-i şerifte de: “Kim Allah için tevâzu‘ ederse, Allah onu yükseltir. Ve kim tekebbür ederse, Allah onu alçaltır” buyurulmuştur. Fakat buradaki tevâzu‘ sun’î ve yapmacık bir tevâzu‘ değildir. Eğer öyle ise bu tevâzu‘ ve mahviyyet, ‘ayniyle kibir ve enâniyettir, bu ise rezalettir. Zîrâ bir kimsenin halka karşı sahte ve yapmacık bir tevâzu‘ ve mahviyyet göstermesi, onların da kendisine tevâzu‘ ve hürmet göstermelerini temin içindir. Bu ise ‘ayniyle kibir, enâniyyet ve rezalettir. Mahviyyet ve tevâzu‘ ancak Hakk için ve Hakk’a karşı olduğu zaman makbûldür. Yâni insan, kendisindeki Sırr-ı İlâhîyi bilir, bulur ve bunun neticesi olarak artık halka karşı değil, onlarda da mevcut bulunan o Sırr-ı İlâhîye tevâzu‘ eder ki, işte bu tevâzu‘ hakîkî tevâzu’dur ve mûcib-i rif‘at olan tevâzu‘ da işte bu tevâzu‘dur. Bu sûretle Hakk’a tevâzu‘ usûlünü bilmeyen ve etmeyenler, halka karşı tevâzu‘da mübâlağa ederler ki, bu tevâzu‘ tevâzu‘ değil, tabasbus’dur, müdâhanedir, riyâkârlık’dır, hulâsa rüsvaylık’dır.

Bir büyük zât: “Kibriyâ ve ‘Azamet Hakk’a yarar, kul olanda bu sıfatlar ne arar?” diye buyuruyor. Evet, kul kendi sıfât-ı asliyye ve zâtiyyesiyle tahakkuk ederse, Mevlâ-yı Müteal hazretleri de o kuluna Sıfât-ı Bâkiyye-i Sübhâniyyesinden ihsan buyurur ve belki onu kendisiyle bâkî ve dâim kılar. Kulluk sıfatı ise zillet, fakr, ‘acz ve yokluktur. Bu sıfât-ı asliyye-i beşeriyyeyi bilip, haddini tecâvüz etmeyen ve bu sıfatlarla ittisâf ve tahakkuk eden zevâtı, Cenâb-ı Hakk kendi sıfât-ı celîle-i İlâhiyyesinden olan ğınâ, izzet, kuvvet ve kudretiyle muazzez ve mükerrem kılar ve kendisiyle var eyler.”

Şüphesiz tevazu maskeli kibir, açık kibirden daha tehlikelidir. Bunu fark etmenin daha basit bir yolu vardır. Tevazu, muhataplara, hâl ve şartlara göre değişmez. Eğer bir insanın tutumu, astı, emsali ve üstü olarak gördüğü muhataplara göre değişiyorsa bu kibirdir; astına ve üstüne karşı mütevazı, ama emsaline karşı mütekebbir; veya zayıfken mütevazı, güçlüyken mütekebbir.

Çok daha sinsi, sofistike şekillerde tezahür edebilen kibir, bazen muhatabına önem/değer vermeme şeklinde kendini gösterir. Mütevazı biri, özünde herkese aynı, eşit değeri verir; ayırım yapmaz; yeni tanıştığı bir öğrencinin bile telefon numarasını kayd eder. Diğer taraftan yıllardır tanıştığınız, güya ahbap olarak gördüğünüz “önemli” biri vardır; yılların tanışıklığına rağmen telefon numaranızı kayd etmeye tenezzül etmediği için her telefon açtığınızda kendinizi tanıtmak zorunda kalırsınız. Bu, onun gizli kibrinin, aslında size önem-değer vermediğinin göstergesidir.

Kibrin İlacı

İmam Gazâlî gibi âlimler, kötü huylar ve günahları teşhis ettikten sonra tedavi yolunu da ele alırlar. Allah bilir, kibrin ana ilacı da dünyanın fânî olduğunun şuuruna varmaktır. Zira beşerî kibirde Allah’a has kibriyâ ve bekâya özentiyle O’na ortak koşma esprisi vardır. Bu dünyada ister on, ister on bin yıl yaşasın, insanın son ânlarında arkasına dönüp bakınca hissettiği aynı ömürdür: Hayatının bir film şeridi gibi gözünün önünden geçtiği on saniye. İşte insanlar hakikaten bunun şuuruna varsalardı dünyevî bütün emel, hırs ve kibirlerini terk ederek toprak gibi olurlardı.

KAYNAKÇA

Ahmed Cevdet Paşa (1986) Tezâkir, I–IV. Cavid Baysun (yay.), Ankara: Türk Tarih Kurumu.

el-‘Attâr, Ferîdüddîn (2009) Tezkiretü’l-Evliyâ. Muhammed el-Asîlî el-Vestânî (trc.), Muhammed Edîb el-Câder (yay.), Dımaşk: Dâru’l-Mektebî.

Doğan, Abdurrahman (2001) Kütahyalı Sunullah Gaybî Hayati, Fikirleri, Eserleri. İstanbul.

Erzurûmî, Osman Bedrüddîn (1994) Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler. İstanbul: Marifet.

el-Müttakî, ‘Alâeddîn ‘Alî (2004) Kenzü’l-‘Ummâl fî Süneni’l-Akvâli ve’l-Ahvâl, I–XVIII. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyyye.

Ulu, Arif (2006) “Cerh ve Ta’dil Kriteri Olarak Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bid‘at,” Dinî Araştırmalar 8/24: 133-142.

[1] Vidinli Hoca, gâyet mütekebbir ve muta‘azzım bir zât idi. Fakat insâfı dahî pek ziyâde olup kibri hakkâniyyetine hâil olamazdı. Hattâ bir gün bir bahisde ziyâde ısrâr edip dayandım. Canı sıkıldı, beni fena tekdîr eyledi. Bu tekdîri bana güç geldi. Bir kaç derste ağzımı açıp bahse girişmedim. Ba‘dehû bir gün derse çıktı. Beynimizde muhtelefün-fîh olan bahsi açtı. Pek güzel tafsil etti ve: “Hak Lofça’lının yedinde imiş” dedi. Evvelki tekdirinden ne kadar dilgîr oldum ise bu mu‘âmelesinden dahî ol kadar memnûn ve müftehir oldum ve bu keyfiyyet bir kat daha derse devâm u ikdâmıma sebeb oldu” (Ahmed Cevdet 1986: IV/10-11).