İçeriğe geç
Anasayfa » KUR’ÂN-ı Kerîm TASAVVURUMUZ

KUR’ÂN-ı Kerîm TASAVVURUMUZ

Söz, mütekellimin zihinsel düzeyde gerçekleştirdiği tasavvurları dilbilim kurallarına uygun bir şekilde kurguladığı ve dışa vurduğu andan muhatabın, zihninde bu kuruluma ait tasavvurları ayrıştırdığı ve yeniden kurduğu ana dek gerçekleşen süreçte mütekellim ile muhatap arasında anlam aktarımını mümkün kılan bir olgudur. Dil müştereğinde birleşemeyen mütekellim ile muhatap arasında anlam aktarımı mümkün değildir. Kur’ân’ın, ilk muhatapları tarafından anlaşılması da Arapça indirilmesiyle mümkün olmuştur. Dil durağan, gelişime kapalı izole bir yapıda değildir; aksine değişken, dinamik ve gelişime açıktır. Şu halde Kur’ân bütün bileşenleri ve karmaşık bağlantıları ile dil ve dile ait olanların “keşfedilmesi” ile muhatabın anlam alanına girecektir…

Modern dönem ifadeleri ile kaleme aldığımız hemen yukarıdaki paragrafın bilimsel verilerden hareketle kendi içerisinde tutarlı tespitler yaptığı söylenebilir. Ne var ki, bu paragrafın mesele edindiği anlamın mahiyeti, bahsettiği muhatabın kimliği-benliği ve vahye başka bir deyişle Kur’ân’a ait tasavvurları başlı başına konuşulma gereksinimi duymaktadır.

Öz değerlerinden uzaklaşması, geçmişinden tevarüs ettiği muazzam ilim geleneğinden kurtulması için sürekli baskı gören ve bunun karşısında gardını indirmekle kalbini istila edecek şüphe tohumlarına en azından hasad vaktine değin ekim fırsatı veren modern dönem Müslümanlarının, belli bir zaman sonra 21. yüzyılın göz alıcı ışıklı caddelerinde gezerken içerisinde bulundukları savaşın vahametini unutup “İslam kimliğinden vazgeçmeksizin” anın tadını çıkarmayı tercih ettiklerini esefle izlemekteyiz. Bu kaçamaklarda daha dün kendisini körleyen, yaşam tarzı, şekli, kıyafeti ve ailesi ile dalga geçen “modern insanların” içerisinde bulunabilme ayrıcalığını hissettiren bir haz damarlarına şırınga edildiğinde kendisinden geçenler artık, sorguluyorum, anlamaya çalışıyorum, hür irademi kimsenin iradesine bağlamıyorum, naralarını attığına şaşırmamak gerekir. Dün kulaklarımıza fısıldananları ve bugün artık bazılarımızın “cesaretle” savunduklarını hatırlayalım: “Müslümanlar, bizler neden bu haldeyiz? Bu eziklikten, bu zilletten ne zaman nasıl kurtulacağız? Kur’ân gibi eşsiz bir kitaba sahip olup bu kadar acınacak bir halde olmamız nasıl izah edilecek? Kur’ân hiç teknolojinin, bilimin, ilerlemenin karşısında olabilir mi? Bu gerileme, Batı karşısındaki acınacak halimiz elbette İslam’dan ve Kur’ân’dan değil bizim Kur’ân’ı anla(ya)mamızdan kaynaklanmaktadır? Kur’ân’ı anlayamadık, çünkü yanlış anlattılar ve hatta yanlış anlamanın usûlünü yazdılar. Şu halde Kur’ân’ı anlamamız ancak bu taklit dönemini geride bırakmak, bizi gittikçe Kur’ân’dan uzaklaştıran kaynaklarımızdan kurtulmak ve tekrar ashab gibi Kur’ân ile yalın bir şekilde irtibata geçmekle mümkündür…”

Kulak verenlerimiz, inananlarımız oldu. Öyle ya, Kur’ân’ı anla(ya)mama bir sorunsa bu sorunu muhataba/bize değil de, kaynaklara ve usûle yıkmak içimizi rahatlatmanın en kolay yoluydu. Üstelik usûlden ve kaynaklardan kurtulup Kur’ân ile doğrudan muhatap olmak üstümüzden büyük bir yükü kaldırıyor, her birimize Kur’ân hakkında rahatlıkla konuşabilme sertifikası dağıtıyordu. Mesele burada da kalmadı, dün başkaları bizlere bunları dikte ederken bugün aramızdan birileri çocuklarımıza usûlü yıkmayı misyon edinen bu usûlsüzlüğü usûl diye okutmaya başladı.

Evet, içinde bulunduğumuz durumu ve bir şeyleri düzeltme gereksinimimiz olduğunda şüphe yok. Ancak gözden kaçırılmaması gereken nokta, problemin ne olduğunu tespit etmeden problemin çözülemeyeceği. Sorun yanlış tespit edildiğinde yanlış bir usûl izlenecek ve elbette önerilen çözüm de meselenin halline katkı sunmayacaktır. Dikkat çekilmesi gereken diğer bir husus da yargılarımızdan önce tasavvurlarımızdır. Nitekim yargılarımızı belirleyen sahip olduğumuz tasavvurlarımızdır. Müşterek tasavvurlar ve kavramlar üzerinde birleşemeyen tarafların olumlu veya olumsuz aynı konu üzerinde konuşabilme ihtimalleri yoktur. Örneğin Batının bir insan sözü olan Kur’ân’ı ile benim Allah Kelamı olan Kur’ân’ım çok farklı olgulardır. Dolayısıyla bir müsteşrikin, benim Kur’ân’ım üzerinde konuştuğu her cümle benim açımdan geçersizdir. Bu durumda onun Kur’ân ile ilgili görüşlerine cevap vermek bile gereksizdir.

Şu halde Kur’ân’ı anlama sorunumuz, Kur’ân tasavvurumuz üzerinden yeniden düşünülmeli; bütün modern dönem dayatmalarına, bilimsel ve ansiklopedik bir kitap olarak kurgulanan Kur’ân tasavvurlarına kulaklar, kapılar ve gönüller kapatılmalıdır. Artık gerçekten Kur’ân’ı tanımak isteyen nefsin önünde, kapısında hakikat yazılı ulvî bir yol vardır.

Kur’ân-ı Kerîm… Karanlıklar ve buhranlar içerisinde,  şirk elbisesini giymiş, zulüm kılıcını çekmiş, üzerindeki kara bulutlar altında gördüğü kâbuslardan buram buram terler döken bir toplumu huzur ve itminanın kapladığı semada, Muhammedî nurun huzmeleriyle parıldayan ve etrafına ışıklar saçan yıldızlara dönüşmesini temin eden yüce kelam… Eşsiz inkılabın başyapıtı… İslam ümmetinin benliği, varlık sebebi, var oluş teminatı… Müttakîlere bir hidâyet, mü’minlere bir rahmet ve yol gösterici…

Kur’ân’ı anlamaktan önce onu tanımak isteyen kul gönülden yakarış ve münacaatlarla rahmet-i Rahman’a taliptir. Bu istek bile onu Rabbine giderek yaklaştırmakta münacaatları acziyet gözyaşlarına karışmakta, Rabbini tanıma isteği onda bitmek tükenmek bilmeyen bir gayeye dönüşmektedir. Her duyduğu ve her gördüğünde, Rabbini aradığında Kur’ân’ın varlığını sanki ilk defa farkına varmışçasına hatırlamakta, Kelâmullâh’a muhatap olabilmenin ayrıcalığını idrak etmekte, Kur’ân’a dokunamama ve onu okuyamamayı tahayyül ettiğinde kan beynine sıçramakta ve yerinde duramamaktadır. Bu gerçekleşen, Kur’ân ile tekrar ve gerçek olan bir buluşmadır. Bu buluşmada kalp hıçkırıklara boğulmakta, beden tir tir titremektedir. Hamd cümleleri istiğfarlara karışmakta, bunca zamandır Kelâmullâh’a muhatap olabilme, onu okuyabilme nimetine küfran sebebiyle af dileyen kul, bağrına bastığı mushafla sevinç tebessümlerine boğulmaktadır ve İbn Mesud’un rivâyet ettiği “Elbette bu Kur’ân Allah’ın (c.c), kullarına bir ziyafetidir. Gücünüz yettiğince onun ziyafetini kabul ediniz. Muhakkak bu Kur’ân, Allah’ın sapasağlam ipi, apaçık bir nur ve fayda saçan bir şifa kaynağıdır. Kendisine sarılana bir korunak, ona tâbî olana bir kurtuluştur…”[1] hadisi kulaklarında yankılanmaktadır.

“Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidâyet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.”[2]

Kulun Kelâmullâh ile gerçekleşen bu buluşması onu anlamasının ön şartıdır. Nitekim onu anlayabilmek Arapça bilmeye, sebeb-i nüzûl rivâyetlerine vakıf olmaya, Kur’ân elfâzı üzerinde uzmanlaşmaya ve hatta usûl ilminde derinleşmeye indirgenemeyecek derecede ulvî ve amaçsal bir hüviyet arz etmektedir. Kur’ân’ı anlamak Kur’ân’ı yaşamaktır. Kur’ân’ı yaşamak onunla etin kemikle bütünleşmesi gibi bütünleşen ashâbı anlamak onlar gibi ani, bilinçli, içsel ve sürekli bir dönüşümü gerçekleştirebilmektir. Kur’ân’ı anlamaya çalışmak ona heryöneldiğinde, her âyetine kulak verdiğinde onun hidâyetine talip olabilmektir. Onun hidâyetine talip olmak ise Kur’ân’ı anlamak, “entelektüel bir aktivite” olarak algılandığı zaman değil, âyetlerin kalpleri titrettiği, tüyleri ürperttiği, gönlün ve aklın zikrullaha meyledip ilahî sekinete gark olduğu anda gerçekleşecektir.

Modern dönem insanının kendisine biçtiği Kur’ân’ı anlama rolü her ne kadar Kur’ân’ı yaşamanın sebebi gibi gözükse de çıkılan yolda bir amaç haline dönüşmekte, sözde Kur’ân uzmanlarının Kur’ân üzerinde konuşabilmenin, daha doğrusu herhangi bir konu hakkında konuşurken Kur’ân’dan birkaç âyet mırıldanabilmenin verdiği gurur ve kibirle söylenmeyeni söylediği/söylettiği ve geçmişine muhalefet ettiği için böbürlendiği bir anı yaşamadan esef duymamak elde değildir. . Bugün Kur’ân’ı anlamanın Kur’ân’ı yaşamak olduğunu vurgulama ihtiyacı belki her dönemden daha çok kendisini hissettirmektedir. Elbette zımnında anlamı barındıran yaşamak anlamaktan sonra gerçekleşecektir. Ancak anlamak peşinden gelecek bir yaşamı garanti etmemektedir. Hayata ait her şeye aklın öncülüğünde ve bilimsel gerçeklik ilkeleri ile bakmaya alışanların aynı Kur’ân’ın iki farklı muhatap kitlesi için iki farklı hüviyete büründüğünü tekrar düşünmeleri gerekmektedir. Mü’minlere hidâyet, şifa ve rahmet olan bu Kitab’ın, zalimlerin hüsranını artırmasındaki sebep nedir? Arapça bilmek midir hidâyete ulaşmanın kaynağı, yoksa aydın olmak mı, ya da entelektüel bir bakış açısını yakalayabilmek mi?

“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.”[3]

Artık modern dönemde Kur’ân’ı anlama sorununun literal anlam sorunu olmaktan öte bir iman ve yaşam sorunu olduğunu söylemekte bir beis yoktur. Bu sorun başlangıçta Kur’ân, dil ya da usûl ile alakalı değil bizzat muhatapla ilgilidir. Muhatabın Kur’ân tasavvuru, Kur’ân’ı algılayış biçimi, yaşantısı, sünnetin hayatındaki yeri ve takvası Kur’ân’ın anlaşılmasını belirleyen temel dinamiklerdir. Sanırım burada Zerkeşi’ye kulak vermek yerinde olacaktır:

“Şunu bil ki, kalbinde bidatler, günaha ısrar arzusu, kibir ve hevâ olan, imanı tahkîki olmayan veya zayıf olan, sadece zâhirin bilgisine sahip olup bir müfessirin görüşüne dayanan yahut da manayı aklına göre yorumlayan kimseler için vahyin manalarının hakikatini anlamak ve gayb âleminden bahşedilecek esrarını kavramak mümkün olmaz…”[4]

Bugün Kur’ân’ı anlamamamızın faturalarını, ürettiğimiz sanal sebeplere kesmeyi bırakmamız, Kur’ân’a muhatap olabilmenin hazzını idrak etmemiz, ilâhî lafız ve manalara kendimizi hazırlamamız gerekmektedir. Bu bir “tezkiye” hareketidir. Hz. İbrahim de soyundan gelecek kimselerin sahih iman ve salih amel ile idame ettirecekleri hayatın bu şekilde temin edileceğini idrak etmiş ve Rabbine, رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ” “وَيُزَكِّيهِمْ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ۟ duası ile yakarmıştır. Bu duayı kabul buyuran Allah (c.c) Peygamber Efendimiz’i (s.a.v) bizlere Kitab’ı ve hikmeti öğreten, bizleri tezkiye eden bir elçi olarak göndermiştir. هُوَ الَّذِي بَعَثَ فِي الْاُمِّيِّنَ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۗ وَاِنْ) (كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُب۪ينٍۙ Hz. İbrahim’in duasının kabul olunduğunu bildiren âyetlere baktığımızda dikkatlerimizi teksif etmemiz gereken bir husus bulunmaktadır.[5] Hz. İbrahim duasında Rasûlullah’ın (s.a.v) talim mesuliyetini tezkiye yönünden önce zikretmişken, duanın kabul olduğunu bildiren âyetlerde tezkiye talimden önce zikredilmiştir. Nefislerin tezkiyesi, akabinde Kur’ân’ı anlama ve öğrenme… Huzeyfe’den (r.a) gelen, إِنَّا قَوْمٌ أُوتِينَا الْإِيمَانَ قَبْلَ أَنْ نُؤْتَى” “.الْقُرْآنَ، وَإِنَّكُمْ قَوْمٌ أُوتِيتُمُ الْقُرْآنَ قَبْلَ أَنْ تُؤْتَوَا الْإِيمَانَ “Bizler Kur’ân’dan önce imanı öğrenen bir topluluğuz. Sizler ise hakiki imana kavuşmadan Kur’ân ile muhatap olan topluluklarsınız.”[6] rivâyeti meselenin vuzuha kavuşmasında ek bir söze mahal bırakmayacak derecede açıktır. Kap pisliklere bulanmışsa, içine koyulan çorbanın lezzeti ne ifade eder… İç kaldırır mı? Tadı, kokusu aynı kalabilir mi?

Allah’ım! Bizleri Kur’ân’a muhatap olabilmenin ehemmiyetini idrak edip onu yaşayabilmek için nefsini tezkiye eden ve Rasûlullah’ın (s.a.v) yaşadığı hayatı yaşama gayretin olanlardan eyle… Marifet ve hakikat yolunda bizleri nimetlerine boğduğun kimselerden eyle…

“Muhakkak ki Kur’ân’ın bir ucu Allah’ın elinde diğer ucu da sizin elinizdedir. Öyleyse ona sımsıkı sarılın. Zira ondan sonra ne sapıtır ne de helak olursunuz…”[7]

[1]  Dârimî, Sünen, nr. 3358; Taberani, Mu‘cemü’l-Kebîr, 9/130; Beyhaki, Şuabül-İmân, nr. 1985.

[2]  Zümer, 39/23.

[3]   İsra, 17/82.

[4]   Zerkeşî, Burhân, II, s. 197.

[5] Âl-i İmrân, 3/164; Cumâ, 62/2.

[6] Beyhakî, III, s.171 nr: 5291.

[7]   Taberâni, Mu’cemü’l-Kebir, 2/126; İbn Hibban, Sahih, nr. 122; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1/412.