Kur’ân-ı Kerîm’in Arap diliyle nâzil olması, öncelikle onun belli bir beşer dilinde indirildiğini ve anlaşılması için de Arapça’nın bilinmesinin gerekli olduğunu ortaya koyar.
Arapça’yı iyi bilmenin yanında kelimelerin hangi manada kullanıldıklarının da bilinmesi gereklidir. Meselâ Şuarâ Sûresi’nde, Firavun ve Hz. Mûsâ arasında geçen bir konuşmada Firavun, Hz. Musa (as)’ya: “Sonunda yapacağını yaptın. Sen nankör birisin.”[1] şeklinde hitap etmektedir. “Nankör” olarak tercüme edilen kelime, aslında “Allah’a inanmayan kişi” anlamına gelen “kâfir” kelimesidir. Ancak bu olayda Firavun, Hz. Musa’ya kendisini çocukken himâyesine alıp yetiştirdiğini hatırlatmayı amaçlamaktadır. Şu halde âyette iman çerçevesinde bir inkârdan değil bir iyiliğe karşı nankörlükten söz edilmektedir.
Unutmamak lazım ki Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan kelimelerin mânaları hakkında en sağlıklı bilgileri verecek olan kaynak, Rasûlullah (sav)’ın hadîs-i şerîfleridir.
Peygamber Efendimiz âyetleri tefsîr ederken, zaman zaman âyetlerdeki mânası kapalı kelimeleri izah ediyor ve ashâbın anlamakta zorluk çektiği yerler hakkında açıklamalar yapıyordu. Mesela: “İman edip de imanlarına bir zulüm karıştırmayanlar…”[2] meâlindeki âyette geçen “zulüm” kavramını “şirk” yani Allah’a şirk koşma olarak tefsîr etmiştir. Yine Efendimiz (sav) bir soru üzerine, İsrâ sûresindeki “makâmen mahmûden”[3] ibâresini “şefâat” olarak tefsîr etmiştir. Bir başka defa, imsak vaktinin bildirildiği âyette geçen “beyaz ip” ve “siyah ip”i[4], gece ile gündüzün birbirinden ayrılması vakti/fecr-i sâdık olarak açıklamıştır.
Bir müfessirin, sahîh bir tefsîr yapabilmesi için bilmesi gerekli olan ve “ulûmu’l-Kur’ân/Kur’ân ilimleri” diye isimlendirilen bilgiler vardır. Bunlar: Mekkî-Medenî sûreler, esbâb-ı nüzûl, nâsih-mensûh; Kur’ân’ın isimleri, toplanması, çoğaltılması ve tertîbi, sûre ve âyet bilgileri, münâsebâtü’l-âyât ve’s-süver, kıraat ve tecvîd bilgileri, fezâilü’l-Kur’ân, havâssü’l-Kur’ân, i’râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, vücûh-nezâir, emsâlü’l-Kur’ân, aksâmü’l-Kur’ân, üslûbü’l-Kur’ân, muhkem-müteşâbih, mutlak-mukayyed, mücmel-mübeyyen, îcâz, ıtnâb, hasr, kinâye, teşbîh ve istiâre, i’câzü’l-Kur’ân, tefsîr ve te’v’il ilmi, müfessirin âdâbı ve şartları gibi konulardır.
Bunlar, âyetlerin doğru bir şekilde tefsîr edilebilmesi için bilinmesi elzem/gerekli olan ilimlerdir. Meallerde ise bunlar yeterince dikkate alınamayacağından meal ve tercümenin eksikliği malumdur/âşikârdır. Yani âyetlerin sadece tercümelerini esas alan meallerin âyetlerin manalarını tam olarak sunması mümkün değildir.
Kur’ân meallerinde şu hususlara dikkat edilmeli ve gerektiğinde tefsîrî bilgiler ilave edilmelidir:
- Mensûh âyetlerin neshedildiğine dair bilgi verilerek, yanlış anlamalara engel olunmalı,
- Âyetlerin yalın tercümesiyle yetinilmeyip gerektiğinde -meselâ: amel imandan bir cüz değildir gibi- iman ve amel konusunda kesinleşmiş kurallar hatırlatılmalı,
- Kur’ân’da geçen bir kelimenin Peygamber Efendimiz (sav), ashâb-ı kirâm ve cumhûr-i ulemânın ittifak ettiği manası korunmalı, zorlama te’vîllerle manası çığırından çıkarılmamalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm başka dillere tercüme edilmiştir:
Kur’ân-ı Kerîm’de veya hadîs-i şerîflerde Kur’ân’ın başka dillere tercümesini açıkça emreden veya yasaklayan bir nass yoktur. Maksadını aşmamak kaydıyla, eskiden beri Kur’ân’ın değişik dillere tercümesi uygun görülmüş ve bilfiil tercüme edilmiştir. Tercümeden maksat; âyetlerin manasını yanlış anlamalara meydan vermeden, en kısa şekilde ifade etmek olmalıdır. Bununla birlikte, bir meali okuyanın mealle yetinip hüküm vermeye kalkışması asla doğru değildir.
Tercüme; nazmın nazma, tertîbin tertîbe, kelimelerin birbirine muvâfık olması şartıyla bir dildeki lafızları başka bir dildeki lafızlarla ifade etmek demek olan “harfî tercüme” ile asıl dildeki kelimelerin tertîbine, nazmına, sayısına vb. şeklî özelliklere bağlı kalmadan bir sözün anlamını başka bir dille açıklamak demek olan “tefsîrî tercüme” olmak üzere iki kısma ayrılır.
Tefsîrî tercümede esas olarak manaya itibar edilir; bazı tabirler atılabilir veya ilâveler yapılabilir. Bunda, tercümenin harf ve lafızlarında, cümle ve ibarelerinde, îcâz ve ıtnabında, hacim ve kapsamında asıl metne eşitlik şart olmadığı gibi her harf ve kelimesinin tercüme edilmesi de şart değildir.
Türkiye’de Kur’ân-ı Kerîm tercümesi yerine daha çok “meal” lafzı kullanılarak, böylece yapılan tercümenin eksik ve yetersiz olduğu öncelikle kabul edilmiş olur.
Pek çok hadîsinde, “kendisinden öğrenilenlerin, başkalarına ulaştırılması”nı emir buyuran Peygamberimiz; Bizans, İran, Habeşistan gibi ülkelerin hükümdarlarına tercüme edileceğini bilerek içinde âyetler bulunan mektuplar göndermiştir. Zeyd b. Sâbit (ra)’e yabancı dil (İbrânice, Süryânice) öğrenmesini emretmiş[5] ve Selmân-ı Fârisî (ra)’nin Fâtiha Sûresi’ni Farsça’ya çevirmesini men etmemiştir.
Yine, Ca’fer b. Ebî Tâlib’in, Necâşî’nin huzurunda okuduğu âyetler, saray mensupları için tercüme edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk Berberîce tercümesi 127/745 yılında yapılmıştır.
Sâmânî Hükümdarı Mansûr b. Nûh’un emriyle, Horasan ve Mâverâünnehirli âlimlerden meydana gelen bir heyet, Kur’ân’ın tamamını Muhammed b. Cerîr et-Taberi (311/923)’nin Câmiu’l-beyan adlı tefsîrinin özetiyle birlikte Farsça’ya çevirmiştir. Günümüze ulaşan ilk tercüme olması yanında, bu çalışmanın diğer bir özelliği Türkçe’ye yapılan ilk tercüme için model teşkil etmesidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme edildiği en eski dillerden biri de Türkçe’dir. Milâdî 950’li yıllardan itibaren topluca İslâmiyet’i kabul eden Türkler, Kur’ân’ın bazı kısa sûrelerini kendi dillerine çevirmişlerdir.
Müslümanlığı kabul ettikleri dönemlerde Uygur alfabesini kullandıklarından dolayı ilk Türkçe Kur’ân tercümelerini bu dille yapan Türkler, İslâmiyet’e girdikten kısa bir süre sonra Uygur alfabesini terkederek Arap harflerini kullanmaya başlamışlar ve Kur’ân-ı Kerîm tercümelerini bu alfabeyle kaleme almışlardır.
Selçuklular devrinde, ilim dili olarak Arapça’nın kullanılması sebebiyle dinî eserlerin Türkçe’ye çevrilmesi konusunda kayda değer bir ihtiyaç söz konusu değildi. Osmanlılar’ın ilk dönemlerinde bazı dinî eserler, bu arada Yâsîn, Mülk, Fâtiha ve İhlâs gibi daha çok kısa sûreler Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Anadolu’da Kur’ân’ın tam tercüme ve tefsîr faaliyetlerinin 14. yüzyılın sonlarında başladığı anlaşılmakta, gerek İstanbul gerekse Anadolu’daki kütüphanelerde bunların çeşitli nüshaları bulunmaktadır.
Basılan ilk Kur’ân tercüme ve tefsîri, Hıdır b. Abdurrahmân el-Ezdî’nin et-Tibyân fî tefsîri’l-Kurân adlı eserinin Ayıntablı Mehmed Efendi (rh) tarafından Tefsîr-i Tibyân adıyla gerçekleştirilen çevirisidir.
Osmanlı medreselerinde öğretim dili olarak Arapça’nın kullanılması Kur’ân’ın tercümesi faaliyetlerine ihtiyaç duyulmamasına sebep olmuş, daha sonra Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan “milliyetçilik” cereyânıyla Kur’ân’ın Türkçe’ye tercümesi çalışmaları yoğun ilgi görmeye başlamıştır. Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım Efendi, Ahmed Cevdet Paşa, Bereketzâde İsmail Hakkı gibi birçok zevât, Kur’ân’ın Türkçe’ye çevrilmesini gündemde tutmuşlardır.
Sırrı Paşa’nın Sırr-ı Furkân adlı iki ciltlik bir tercüme ve tefsîri, Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım Efendi’nin küçük bir ciltten ibaret Safvetü’l-beyân adında tamamlanmamış bir tercüme ve tefsîri vardır.
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ise, Mes’eletü tercemeti’l-Kur’ân adıyla Arapça bir risâle yazarak, özellikle hedef ve maksadı sahîh olmayan tercüme çalışmalarına karşı çıkmıştır.
Türkiye’de, Cumhuriyetin ilânından sonra kısa bir süre içinde, çoğu Arapça’ya vâkıf olmayan ve yeterli derecede dinî bilgisi bulunmayan hattâ aralarında hıristiyan olanların da bulunduğu kimseler tarafından Kur’ân tercümeleri yapılmış, daha doğru bir ifade ile yapılmaya çalışılmıştır.
Millet Meclisi’nin isteğiyle Diyanet İşleri Reisliği, ulemâ nezdinde tasvip görecek ve halk arasında itibar kazanacak bir tercümenin hazırlanmasını Mehmed Akif (Ersoy)’e teklif etmişti. Bu olmayınca, aynı maksatla daha önce Kur’ân tefsîri yazmakla görevlendirilen Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi, Hak Dini Kur’ân Dili adıyla bir meal ve tefsîr hazırlamıştır. Bunlardan başka tercümeler de vardır.
Gayri müslimlerin Kur’ân’la ve onu tercümesiyle ilgilenmesi, genel olarak onu reddedip hıristiyan kamuoyunda itibarsız hale getirmek maksadıyla olmuştur. Kur’ân çevirilerinin ilklerinden sayılan Süryânîce metinlerde bu yaklaşım hâkim olduğu gibi Batı dillerine milâdî 12. asırda yapılmış ilk Kur’ân tercümesi olan Robertus Ketenensis (Retinensis) ile Hermannus Dalmata’nın Latince tercümesi de aynı düşünceyle kaleme alınmıştır.
İlk Latince tercüme daha sonra İtalyanca’ya, bu dilden Almanca’ya çevrilmiş, Almanca tercümeden de Felemenkçe’ye aktarılmıştır. Ancak bu çalışmalarda genellikle Kur’ân’ın Allah kelâmı değil Hz. Muhammed’in düşüncelerinden ibaret olduğu, Hz. Muhammed’in vefatından sonra Kur’ân’ın toplanması ve istinsâhı (çoğaltılması) sırasında orijinalliğinin kaybolduğu, bazı kısımlarının çıkarıldığı gibi iddialarda bulunmuşlardır.
Bazı hıristiyan mütercimler karmaşık bir hale soktukları çevirilerinde açık bir isim kullanmaktan bile kaçınmışlardır.
Kur’ân, Latince’den sonra bu dilden Andrea Arrivabene tarafından İtalyanca’ya çevrilmiştir. İkinci İtalyanca çevirinin baskı tarihi 1847 olup 20. yüzyılın başından itibaren İtalyanca Kur’ân tercümelerinin sayısında artış meydana gelmiştir.
Almanca’da kırkın üzerinde Kur’ân tercümesi yapılmış olup bunların bazıları müslüman mütercimlere aittir.
İlk Almanca tercüme de, Der Arabische Alcoran adıyla 1641 yılında Felemenkçe’ye çevirilip Hamburg’da basılmıştır.
Fransa’nın Mısır konsolosu Andre du Ryer tarafından l’Alcoran de Mahomet adıyla doğrudan Arapça’dan yapılmıştır (Paris 1647). Müslüman âlimlerden Kur’ân’ı Fransızca’ya tercüme edenler arasında Muhammed Hamîdullah’ın ilk baskısı 1959’da Paris’te yapılan çevirisidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in, ilk İngilizce çevirisi 16. yüzyılın başlarında gerçekleştirilmiştir. Kâdiyânîliğin inanç, İbadet ve muamelât esaslarını, ahlâk ve felsefesini yaymak maksadıyla yapılmış İngilizce Kur’ân çevirileri de vardır.
Bazı kaynaklar ilk Rusça çevirinin tarihini 1776 olarak verir. Kur’ân-ı Kerîm’in Polonyaca’ya tam çevirisi de, bu ülkede yaşayan Tatar müslüman Selim Mirza Tarak Buczacki tarafından 1858 yapılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm bunların dışındaki dünya dillerinin hemen hepsine kısmen veya tamamen tercüme edilmiştir.
[1] Şuarâ; 26/19.
[2] En’âm; 6/82.
[3] Bkz. İsrâ; 17/79.
[4] Bkz. Bakara; 2/187.
[5] Bkz. İbn Hacer, el-İsâbe, I, 561; İbn Sa’d, Tabakât, II, 358.