Allah Teâla bizlere, sonsuz rahmetinin ve hikmetinin bir tecellisi olarak, üsve-i hasene olan Peygamberimizi (sav.) ve hayat rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerîm’i göndermiştir.
Allah Rasûlü (sav.) bizden biridir. Bizim gibi yiyip içen, konuşan, bizimle dertlenen bizimle sevinen bir peygamberdir. O (sav.) nasıl içimizden biri ise; Kur’ân-ı Kerîm de Allah Teâlâ’nın rahmetinin bir tecellisi olarak bizim dilimiz ile bizlere gönderilmiş bir hayat rehberidir. Birbirimizle iletişim kurmak için kullandığımız apaçık bir dil ile yeryüzüne indirilmiştir.
Rasûlullah (sav.) zamanındaki müşrikler nasıl Peygamberimizin kendileri gibi bir beşer oluşunu yadırgıyor, Allah tarafından kendilerine gönderilecek elçinin bir melek olması gerektiğini düşünüyor ve Onun (sav.) olağanüstü güçlere sahip, sıra dışı bir varlık olmasını arzuluyorlarsa; günümüzdeki bazı insanlar da Kur’ân-ı Kerîm’in bizim konuştuğumuz bir dil ile bize hitap etmesini yadırgamakta ve onun olağanüstü/sıra dışı bir hitap tarzına sahip olmasını arzulamaktadırlar.
﴿وَقَالُوا مَالِ هٰذَا الرَّسُولِ يَأْكُلُ الطَّعَامَ وَيَمْشِي فِي الْأَسْوَاقِ لَوْلَا أُنْزِلَ إِلَيْهِ مَلَكٌ فَيَكُونَ مَعَهُ نَذِيرًا (7) أَوْ يُلْقَى إِلَيْهِ كَنْزٌ أَوْ تَكُونُ لَهُ جَنَّةٌ يَأْكُلُ مِنْهَا وَقَالَ الظَّالِمُونَ إِنْ تَتَّبِعُونَ إِلَّا رَجُلًا مَسْحُورًا (8) اُنْظُرْ كَيْفَ ضَرَبُوا لَكَ الْأَمْثَالَ فَضَلُّوا فَلَا يَسْتَطِيعُونَ سَبِيلًا (9)﴾
“(İnkâr edenler) şöyle dediler: “Bu nasıl peygamber ki, yemek yiyor ve çarşı pazarda dolaşıyor? Ona bir melek indirilseydi de onunla birlikte uyarsaydı ya! (7) Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya (meyvelerinden) yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya!” O zalimler, inananlara “Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.” dediler. (8) Bak, senin için ne misaller getirip saptılar. Artık onlar hiçbir yol bulamazlar. (9)”[1]
﴿وَلَقَدْ صَرَّفْنَا لِلنَّاسِ فِي هٰـذَا الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ فَأَبَى أَكْثَرُ النَّاسِ إِلَّا كُفُورًا (89) وَقَالُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتَّى تَفْجُرَ لَنَا مِنَ الْأَرْضِ يَنْبُوعًا (90) أَوْ تَكُونَ لَكَ جَنَّةٌ مِنْ نَخِيلٍ وَعِنَبٍ فَتُفَجِّرَ الْأَنْهَارَ خِلَالَهَا تَفْجِيرًا (91) أَوْ تُسْقِطَ السَّمَاءَ كَمَا زَعَمْتَ عَلَيْنَا كِسَفًا أَوْ تَأْتِيَ بِاللّٰهِ وَالْمَلآئِكَةِ قَبِيلًا (92) أَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِنْ زُخْرُفٍ أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاءِ وَلَنْ نُؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتَّى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَابًا نَقْرَؤُهُ قُلْ سُبْحَانَ رَبِّي هَلْ كُنْتُ إِلَّا بَشَرًا رَسُولًا (93) وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَنْ يُؤْمِنُوا إِذْ جَاءَهُمُ الْهُدَى إِلَّا أَنْ قَالُوا أَبَعَثَ اللّٰهُ بَشَرًا رَسُولًا (94) قُلْ لَوْ كَانَ فِي الْأَرْضِ مَلآئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنِّينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَاءِ مَلَكًا رَسُولًا (95) قُلْ كَفَى بِاللّٰهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ إِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِهِ خَبِيرًا بَصِيرًا (96)﴾
“Andolsun ki biz bu Kur’an’da insanlar için türlü misaller vermişizdir. İnsanlardan pek çoğu ise inkârda ayak diretip dururlar. Derler ki: “Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe yahut altından bir evin olmadıkça; ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz.” De ki: “Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak rasûl olarak gönderilen bir beşerim. İnsanlara hidayet (Kur’an) geldikten sonra onların iman etmelerine ancak, “Allah, bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi?” demeleri engel olmuştur. De ki: “Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.” De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Doğrusu O, kullarını görür, onlardan haberdardır.””[2]
İnkârcılar Allah Teâlâ’yı hakkıyla tanımamaktadırlar. O’nun 9 cemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğu gibi celâl sıfatlarıyla da muttasıf olduğunu bilmemekte, isim ve sıfatlarının sonsuz olduğunu, herhangi bir zaman veya mekânla kayıtlı olamayacağını idrak edememektedirler. Bu sebeple Allah Teâlâ’nın haddini aşan zalim inkârcılar için kullandığı ağır ifadeleri de (hâşâ) yadırgamaktadırlar.
Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki; Kur’ân-ı Kerîm avâmıyla havâssıyla bütün insanlık tarafından apaçık anlaşılabilecek apaçık bir lisan ile gönderilmekle birlikte pek çok yönden mucizevî bir kitaptır. Onun mucizevî yönünün ilk aşaması edebî ve belâğî yönüdür.
Peygamberimiz (sav.) döneminden itibaren, tarih boyunca bütün edebiyatçılar onun belâgat açısından eşsiz bir şaheser olduğunu kabul etmişlerdir. Farklı teorilerden hareket etseler bile hepsi de insanoğlunun benzerini getirmeye muktedir olamayacağını itiraf etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm bu yönüyle hakikaten bir hazinedir. Kur’an-ı Kerim’i okudukça ve üzerinde düşündükçe onda insan aklını hayrette bırakacak inceliklerin olduğu görülür. Tarih boyunca âlimler tarafından bu mücevherler ortaya çıkarılmış ve hâlâ da çıkarılmaya devam etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerinin getirilemeyeceği meselesi üzerinde şu şekilde de düşünmek gerekir: Kur’ân-ı Kerîm Allah Teâlâ’nın kitabı olduğu gibi kâinat da Allah Teâlâ’nın kitabıdır. O’nun 9 kaleminin bir eseridir. Bir benzerini yoktan var etmek, meydana getirmek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm ile ilgili meydan okumanın bir benzerinin kâinat kitabı için de yapıldığını düşünelim. Örneğin; Allah Teâlâ, kullarına hitap edip onları binlerce kuş çeşidinden en azından bir tanesinin benzerini getirmeye davet etse ve bu davet üzerine bir mühendis çıkıp icat ettiği bir uçağı işaret ederek “İşte ben de bir benzerini ortaya koydum.” dese, -icat ettiği uçağın kuşlarla kıyası mümkün olmamasına rağmen- o mühendise şöyle denmez mi: “İcat ettiğini iddia ettiğin bu uçağın, yoktan var ettiğin herhangi bir parçası var mıdır? İcat ettiğin uçağın her bir zerresi Allah’ın yeryüzünde yarattığı malzemelerden müteşekkil değil midir? Üstelik bu malzemeleri Allah Teâlâ’nın sana ihsan ettiği akıl ile bir araya getirip yine O’nun 9 sana lütfettiği tasarım kabiliyeti ile şekillendirmedin mi? Ayrıca bu uçağın uçmasına vesile olan binlerce fizik kanununu vaz‘ eden Hâlik-i Zülcelâl değil midir? Bunları hiç idrak etmez misin? Allah’ın yarattığı kuşlara bakarak keşfettiğin o kanunlar olmasa, bu kanunlardan bir tanesi bile sistemli bir şekilde çalışmasa o uçak yere çakılmaz mı? Öyleyse bu nasıl bir meydan okumadır?”
İşte Kur’ân-ı Kerîm de böyledir. Harfler ve harflerden müteşekkil kelimeler, bu kelimelerin bir araya gelmesiyle kurulan cümleler, Allah’a ait olmasına rağmen, onları telif edip bir araya getiren akıl ve zekâ O’nun 9 tarafından kullarına ihsan edilmiş iken; o cümlelerden mana ortaya çıkmasına vesile olan kurallar da Allah tarafından vaz‘ edilmiş iken; üstelik Kur’ân-ı Kerîm’in bir benzerinin getirilemeyeceği tarih boyunca devâsâ edebiyatçılar tarafından ikrâr edilmiş iken bir benzerinin getirilebileceği nasıl iddia edilebilir? Bu, içi boş bir iddiadan ibaret değil midir?
Kaldı ki benzerini getirmek üzere yola çıkan bir şahsın karşısında iki seçenek söz konusudur. Ya hikmet dolu bir söz söyleyerek bu iddiasını gerçekleştirmek için yola koyulacaktır. Yahut da hikmetten yoksun tutarsız bir söz söyleyecektir. İkinci şıkla zaten iddiasını gerçekleştirmesi mümkün değildir. Birinci şıktan hareket ettiğinde ise varacağı yer, Allah’ın varlığını ve birliğini ikrâr ederek Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevî bir hayat rehberi olduğunu âyân beyan görmek ve ona teslim olmaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’in mucize oluşunun diğer bir yönü ise, içerisindeki bilgilerin günümüze kadar tespit edilmiş hiçbir bilimsel veri ile çelişmemesi hatta henüz yeni keşfedilmiş bilimsel verilere çağlar öncesinden işaret etmiş olmasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevi yönleri ile ilgili pek çok şey daha sıralanabilir ancak bu sıralamada ilk sırada ne gelir derseniz belki de şu yönünü ilk sıraya koymak gerekir:
Kur’ân-ı Kerîm, bir beşerin ve bir toplumun ihtiyaç duyduğu ve duyacağı maddî manevî bütün meselelerde yol gösterici bir kitaptır. Maddî veya manevî bir ihtiyacı olan, hak ve hakikati bulmaya niyet eden bir kimse için Kur’ân-ı Kerîm, kapılarını ardına kadar açar ve o kimsenin elinden tutup ihtiyaç duyduğu şeylerin cevabına ulaştırır. Günlük okuduğu virdinde, camide dinlediği bir aşr-ı şerifte, onun dertlerinin dermanı yer alır. Bunun için hâlisâne bir niyetle ona yönelmesi yeterlidir. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’i böyle bir hususiyetle kullarına göndermiştir. Ehl-i sünnet âlimlerinin “Kur’ân-ı Kerîm mahlûk değildir.” şeklinde ısrarla vurguladıkları, aksini söylemedikleri için türlü türlü işkencelere maruz kaldıkları ve hatta ölümü göze aldıkları hakikat belki de bir yönüyle bunu ifade etmektedir.
﴿إِنَّ هٰذَا الْقُرْآنَ يِهْدِي لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا كَبِيرًا﴾
“Hiç şüphe yok ki bu Kur’ân, insanları en doğru ve en sağlam yola iletir ve sâlih amel işleyen mü’minlere büyük bir ecir olduğunu müjdeler.”[3]
* Öğr. Gör., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
[1] Furkân, 25/7-9
[2] İsrâ, 17/89-96.
[3] İsrâ, 17/9.