İçeriğe geç
Anasayfa » KUR’AN-I KERÎM’İN PEYGAMBER (S.A.V)’E BAKIŞI

KUR’AN-I KERÎM’İN PEYGAMBER (S.A.V)’E BAKIŞI

  1. sayıdan devam

 

  1. Allah (c.c.)’ın, Kendisine Kitabı, Hikmeti ve Bilemeyeceğimiz Şeyleri Öğretmiş Olması:

Allah Teâlâ bu konuda da şöyle buyurmuştur:

            “Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi (şirk ve günah kirlerinden) temizleyen, size Kitap ve Hikmeti ve bilmediklerinizi (ve bilemeyeceklerinizi) öğreten bir Rasûl gönderdik.” [1]

Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisine bildirilmiş ve öğretilmiş, o da insanlara bildirmiş ve öğretmiştir. Fakat onun bilmesi kendi çabası ile veya birilerinden okuyarak olmuş değildir. Esas övülecek tarafı, peygamber oluşunun alâmeti ve diğer insanlardan ayrılan tarafı, bunların hiçbirisini bilmediği halde kendisine ya doğrudan doğruya Allah tarafından öğretilmiş veya Cebrâîl vasıtasıyla öğrenmiş olmasıdır. Bu durum âyet-i kerîmede şöyle belirtilmiştir:

              “Sen bundan önce herhangi bir kitap okumuyordun, onu sağ elinle de yazmıyorsun. Eğer öyle olsaydı, (hakkı) iptal (için gayret) edenler şüphelenirlerdi.” [2]

Okuma yazma bilmediğinden dolayı Rasûlullah’a “ümmî” denmiştir. Ümmî olduğunun delili de yine âyetlerdir.[3]

Allah bir kimseye ilim ve hikmet öğretmişse elbette o kimseye ancak teslim olunur. Çünkü Allah (c.c.)’ın ilmi ve öğretmesi zannî değil kesindir.

Hz. Peygamber; (s.a.s.), bu Kur’an âyetidir, bugün Kur’an’a yazılmak üzere şu âyetler indi, bu konuda Kur’an’da şu hükümler vardır, diyorsa, mutlaka onlar kendisine vahyolunan bir vahiydir. Zira bu durum ancak Allah Teâlâ tarafından kendisine vahiy ve tebliğ olunmak sûretiyle bilinip söylenebilir. İlmî gerçekler, özellikle istikbâlin karanlıklarını keşfederek verilecek hükümler, söylenecek haberler Hak tarafından bir ihbar ve bildirilmeye bağlıdır.[4]

Konu edindiğimiz bu âyet-i kerîme ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hayatının peygamber olarak gönderilişinden vefatına kadar olan kısmındaki görev ve faaliyetini üç bölüm olarak ele almaktadır:

  1. a) Allah (c.c.)’ın âyetlerini okuması, açıklaması, davayı ortaya koyması ve lâzım olan her şeyi içine alan Kur’an-ı Kerîm;’i açıklaması,
  2. b) Kalplerdeki küfrün ve şirk;in pisliklerini Allah’ın izniyle temizlemesi; kalpleri tezkiye etmesi/temizlemesi, nefsin, İslâm’ı tatbike müsait hale gelmesi için onu terbiye etmesi, kalpteki beğenilmeyen sıfatları beğenilenleriyle değiştirmeye çalışması,
  3. c) Kitabı ve Hikmet (Sünnet)i insanlara öğreten bir eğitimci; olarak onları amel etmeye sevk etmesi, insanlığa her şeyin hakîkatini öğreten ve hakîkate uyarlı ve duyarlı hale getiren bir terbiyeci olmasıdır.

 

  1. Hevâsından Konuşmaması:

Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

            “O (Peygamber), hevâdan konuşmaz. O(na inen Kur’an veya onun söylediği sözler), kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. O (Peygamber)’e, müthiş kuvvetlere sahip olan (Cebrail) öğretti.”[5]

Eğer Peygamber korunmuş, ilim ve hikmetle donatılmış olmayıp hevâsından konuşsaydı, Cebrail, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e Kur’an için geldiği gibi hadîsler için de gelmeseydi, din hevânın eseri olacaktı. Bu âyetlerde Peygamber’in hevâdan konuşmaz, kendisine vahyedileni konuşur diye ifade edilmesi ve kendisine öğretenin Cebrail olduğunun anlatılması, Dinin ve Hz. Peygamber’in hevâdan korunduğunun ilâhî bir teminatıdır. Rasûlullah (s.a.s.), hevâsının yönlendirmesiyle değil vahiyle emredip vahiyle yasaklıyordu. Kur’an olarak konuştukları zaten  vahiydi. Kendi hevâsından Kur’an-ı Kerîm’e bir şey katmıyor, hevâsından kaynaklanarak Kur’an-ı Kerîm’den bir şey de çıkarmıyordu. Kendisinden söylediği ve kendisinden yaptığı zaman isabet edemediği de oluyordu. İsabet edemediği durumlar da, olduğu gibi kalmıyor, derhal uyarılıyor ve düzeltiliyordu. Zira O (s.a.s.), daima ilâhî bir kontrol altındaydı. İsabet edememesi ile beşer olduğu ortaya çıkıyor, uyarılıp düzeltilmesiyle peygamber olduğu ortaya konmuş oluyordu.

Hz. Peygamber; (s.a.s.)’in sîreti, hükümleri, tavsiyeleri, nasihatleri, emirleri, nehiyleri Allah’ın bizim uymamızı istediği hususlardır. Zira bunlar da hevânın eseri değildir. Eğer hevânın eseri olsaydı “Rasûl’e itaat edin” diye emretmezdi. Âyette Allah Teâlâ : “Peygamber’in size verdiği şeyi alınız, size yasakladığı şeyden sakınınız!”[6] buyururken “mâ” harfi ile ifade etmesi genelliği belirtmek içindir. “Mâ” harfi ile genellik ifade edilen bu emir, âyeti de hadîsi de yani Kitabı da Sün-net’i de içine almaktadır.

Kur’an ile Hadîs, “O (Peygamber) hevadan konuşmaz. O (na inen Kur’an veya onun söylediği sözler) kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey  değildir.” âyetinin delâlet ettiği üzere Allah tarafından indirilmiş bir vahiy olmak bakımından birdirler. Ancak Kur’an-ı Kerîm’in, hadîsin aksine, mucize oluş farkı vardır. Kur’an, Levh-i Mahfuzda yazılıdır. Cebrâil’in ve Hz. Peygamber’in onda herhangi bir tasarrufa hakları yoktur. Cebrâil tarafından sırf mânâ halinde indirilen birtakım hadîsleri Rasûlullah’ın söz halinde ifade etmesi ihtimali vardır.[7] Böylece vahiy, kaynak itibariyle Allah’tan olduğundan dolayı iki kısım olduğu ortaya çıkmış oluyor:

  1. a) Tilâvet olunan vahiy: Kur’an,
  2. b) Tilâvet olunmayan vahiy;: Sünnet.[8]

Kur’an-ı Kerîm ile Hadîs-i Şerîf’in şu farkını da bilmek gerekir:

Kur’an-ı Kerîm’in hem manası, hem lafzı vahiydir. Hadîs-i Şerîf’in ise sadece manası vahiydir. Hadîslerin lafızları Hz. Peygamber’e aittir. Kaynağı vahiy olduğundan dolayı, Kur’an’a müracaat etmek nasıl emredilmiş ise, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e müracaat etmek de emredilmiştir.

i.Kur’an-ı Kerîm;, Allah Teâlâ tarafından korunmuş olduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.) de cinlerin ve şeytanların, kalbine âyet olmayanı âyet olarak atmalarından korunmuştur. Hz. Peygamber; (s.a.s.), ne Kur’an’a Kur’an’ın dışından bir şey katmış ne de Kur’an’dan bir âyet çıkarmıştır. Böylece Kur’an korunmuş olduğu gibi ve Kur’an’ın hadîsler tarafından yanlış yöne kanalize edilmesinden de korunmuştur. Hadîslerin uydurma olanlarının ortaya çıkarılması, onların; mütevâtir, meşhur, âhâd, sahîh, hasen, zayıf diye sened açısından ayrı ayrı ortaya konması[9] Kur’an’ın tefsiri, beyanı olması açısından Kur’an’dan yani vahiyden sayılmasını ve böylece hadîslerin de korunmuş olmasını ortaya çıkarmış oluyor. Dolayısıyla i.Kur’an-ı Kerîm;’in anlaşılması açısından korunmuşluğu tamamlanmış oluyor. Çünkü hadîs-i şerîfler olmasaydı  Kur’an-ı Kerîm açıklanmamış olacaktı. Açıklanmayınca da Kur’an’ın maksadı elde edilemeyecekti.

Netice olarak, Hz. Peygamber; (s.a.s.), kendi hevâsından uydurarak, bu Kur’an’dır, deyip iftira etmemiş olduğu gibi, hadîsleri söylerken, emrederken, yasaklarken hevâ ve hevesinden konuşmamıştır. Kur’an’ı açıklama, Kur’an’dan istinbat/hüküm çıkarma, hadîs-i kudsî olarak veya Cebrail’in Hz. Peygamber’e Kur’ ân dışında getirdiği şeyleri hevâdan konuşmamıştır. O halde ağzından çıkan her söz haktır. Nitekim bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.), Abdullah b. Amr’a:

              “Yaz! Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin olsun ki benden ancak hak olan çıkar” buyurmuştur.[10]

                Kur’an ve Sünnet’in vahiy olması üç kısımdır:

  1. a) Doğrudan vahiy: 1) Kur’an-ı Kerîm, 2) Manası Allah’dan lafzı Peygamberden olan hadîs-i kudsî, 3) Kalbine Allah’ın bir şeyi atması, Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılması bu yolla olmuştur.[11] Mescid-i Aksâ’dan Kabe’ye dönme emri ise Kur’an âyetiyle sabittir.[12]
  2. b) Vesile ile olan vahiy: Cebrâil (a.s.)in, Hz. Peygamber’e kavlî veya fiilî sünnet için gelip söylemesi veya uygulatmasıdır.[13]
  3. c) Vahiy hükmünde olan: Peygamber (s.a.s.)’in Allah Teâlâ’dan tebliğ kasdı olmayan sözleri ve uygulamalarıdır. Bunlar da ya Allah (c.c.) tarafından tasvip görüp tasdik edilmiştir veya bu durumda değildir.  Eğer Allah (c.c.) Peygamber’in bir fiilini tasvip etmişse -o fiil, vahiyle bildirilmemiş de olsa- vahiy hükmündedir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ âyet-i kerîmede: “Kim Rasûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur” [14]buyurmuştur.

Din, Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’ten oluşmuştur. Bunu şu âyetten çıkarmak  mümkündür:

                 “…Bugün kâfirler dininizden ümitlerini (tamamen) kestiler. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak İslâm’a razı oldum.” [15]

İslâm Dini, kaynak olarak Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’ten ibarettir, sadece Kur’an-ı Kerîm’den ibaret değildir. İslam sadece Kur’an olsaydı noksan olacaktı, kemal olmamış olacaktı. Çünkü her şey tafsîlatıyla Kur’an’da yoktur. Bu âyette ise kemâle erdirdim buyurmaktadır. Yani bu dini âyet ve hadîslerle kemâle erdirdim demektir. İşte bu âyet-i kerîme de gösteriyor ki İslâm’ın kemali, ancak Kur’an ve Sünnetle yani Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sözleri, fiilleri ve takrirleriyle gerçek-leşmiş oldu. Netice: Din = Kur’an + Sünnet

  1. Âlemlere Rahmet Olması:

Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:

               “(Ey Muhammed!) Biz seni ancak âlemlere RAHMET olarak gönderdik.”[16]

Hz. Peygamber elçiliği itibariyle âlemlere, özellikle akıl sahibi olan meleklere, cinlere ve insanlara rahmet olarak gönderilmiştir.

Kur’an-ı Kerîm, Peygamber’in şahsında kemâli ile görülmüş ve gösterilmiştir. Kendisiyle Kur’an uygunluk içinde olmuştur. Adeta Hz. Peygamber (s.a.s.) Kur’an’ın canlısı olmuştur. İşte bu da bir rahmettir. Böylece Kur’an’ın uygulanabilir olduğunu ortaya koymuştur. Hz. Peygamber’in şahsı da rahmete vesile olması itibariyle rahmet olmuştur. Biz de Kur’an-ı Kerîm’i, Hz. Peygamber’e uyarak ne oranda yaşarsak o oranda rahmete kavuşuruz.   

  1. Mü’minlere, Kendi Nefislerinden Daha Yakın ve Ümmetine Çok Düşkün Olması:

Bu konuda Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:

  “Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha yakındır…”[17]

Peygamber (s.a.s.)’in, mü’minlere nüfûzu yani hükmünün tesiri ve geçerliliği, ona itaatin vacip oluşu, onu terbiye edenin Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ olmasından ve Kur’an’da bunun ifade buyurulmasından anlaşılmaktadır.

Şayet Peygamber (s.a.s.), bir şeye davet ederse derhal ona uymak gerekir. O zaman böyle olduğu gibi şimdi de öyle olması gerekir. Zira çoğunlukla nefis, insanı helâke sevk edecek şeylere davet eder. Fakat Hz. Peygamber, kurtuluş yoluna ve sebebine davet ettiğinden dolayı elbette onun çağrısına uymak lâzımdır.

Peygamber bir şeye çağırıyorsa, mü’min kişinin, nefsine, ana-babasına veya bir başka kimseye danışmadan hemen uyması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber, ümmetine  daha şefkatli ve daha merhametli olduğu, “Andolsun, içinizden size öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü’minlere şefkatli (raûf) ve merhametli (rahîm)dir.”[18] âyetiyle sabittir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), sadece mü’minlere acımıyordu, bütün insanlara acıyordu. Zira o bütün insanlığa “ümmetim” diyordu. İnananlara icabet ümmeti, inanmayanlara davet ümmeti denir. [19] İslâm Dini de zaten merhamet edenlerin en merhametlisi Allah tarafından bütün insanlığa gönderilmişti. Çünkü İslâm, Allah’a tazim ve itaat, insanlara hizmet ve merhamettir. Tazim imanı, itaat da ameli ifade eder. İnsanlara hizmet, yeryüzünü imar etmekle, merhamet ise kalpleri imar etmeye vesile olmakla olur. Kalplerin imarı da iman iledir. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s.) bütün insanların iman etmesi için nerede ise kendisini helak etmekte idi. Bu durum şu âyet-i kerîmede şöyle belirtilmiştir:

             “Şimdi onlar bu söze (Kur’an’a) iman etmezlerse, onların peşinde (üzüle üzüle) kendini helak edeceksin (ha)!”[20]

Hz. Peygamber (s.a.s.), bütün insanlara özellikle de mü’minlere zamanı ve mekanı farklı da olsa çok merhametlidir. İslâm’ın gece gündüz tebliğine ve tatbikine uğraşması kıyamet günü de mü’minlere şefaat edecek olması onun merhametinin ve şefkatinin göstergesidir.           

  1. Gayba Ait Bazı Hususların Kendisine Bildirilmiş Olması:

Bu konuda şu âyetleri örnek olarak belirtebiliriz:

            “Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum, ben gaybı da bilmem…” [21]

            “İşte bunlar gayb haberlerindendir ki sana onları vahiyle bildiriyoruz. Bundan önce, onları ne sen bilirdin, ne kavmin! O halde sabret! Şüphesiz akıbet (kurtuluş) takva sahiplerinindir.” [22]

             “Bu kıssa, gayb haberlerindendir. Onu sana vahiyle bildiriyoruz. Yoksa Yusuf’un kardeşleri, işlerine karar verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin.” [23]

             “O, gaybın bütününü bilendir. Fakat gaybına dair ilmini razı olduğu rasûl müstesna hiç kimseye açmaz. Çünkü onun önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.” [24]

Birinci âyet-i kerîme, Peygamber (s.a.s.)’in gaybı bilmediğine, diğer âyetler de kendisine bildirilince bildiğini belirten âyetlerdir.

  1. Müjdeci, Uyarıcı, Aydınlatıcı, Davetçi ve Şâhit Olması:

Bu konuda Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:

              “Ey Peygamber! Biz seni şâhid, beşîr/müjdeci ve nezîr/uyarıcı olarak gön-derdik Ve izniyle Allah’a davetçi ve aydınlatıcı bir lamba olarak (gönderdik).” [25]

                “Andolsun, içinizden size öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü’minlere şefkatli (raûf) ve merhametli (rahîm)dir.” [26]

Bu âyetlerde:

Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, hak yolda olanı dünyada huzurlu, âhirette ebedî mutlu olacağına dair müjdeleyen, yanlış yolda olanı da dünya ve âhirette mutlu olamayacağı ve azaba düşeceği gerçeği ile uyaran, insanları insanlara ve başka şeylere kulluk etmekten kurtarıp yalnız Allah’a kulluğa davet eden, küfrün, şirkin, isyanın ve cehaletin karanlığından kurtarıp ilmin, imanın, tevhidin ve itaatin aydınlığına çıkaran, lazım olan her şeyin hakikatini aydınlatıcı bir lamba olduğu açıklanmaktadır.

  1.   Her Konuda Örnek Olması:

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

              “Yemin olsun, Allah’ın Rasûlü’nde sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzu edenlerle, Allah’ı çok ananlara güzel bir örnek vardır.”[27]

Bu âyet-i kerîme, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in her konuda her sahada ve herkes için yalnız sözleriyle değil, fiilleriyle ve halleriyle de rehber ve örnek olduğuna delildir.

 

[1]-   Bakara sûresi  (2), 191, (2), 129; Âl-i Imrân sûresi  (3), 164; Cum’a sûresi  (62), 2.

[2]-   Ankebût sûesi (29), 48.

[3]-   A’râf  sûresi (7), 157-158.

[4]-   Yazır, M. Hamdi., Hak Dini Kur’an Dili, VII, 4571, 4572.

[5]–   Necm sûresi (53), 3-5.

[6]–   Haşr sûresi (59), 7.

[7]-   Ebu’l-Bekâ, Külliyâtü Ebi’l-Bekâ, s. 288.

[8]–   Uğur, Mücteba, Hadîs Terimleri Sözlüğü, s. 414.

[9]–   Uğur, Mücteba, a.g.e., İlgili maddeler;  Salih, Subhi, a.g.e. s. 116 vd.

[10]–   Ebû Dâvûd, İlim, 3.

[11]-   Buhârî, Rikâk, 7; Müslim, Zekât, 123.

[12]-   Bakara sûresi (2), 144, 149-150.

[13]-   Buhârî, Bed’u’l-Halk, 6; Müslim, Mesâcid, 166; Ebû Dâvûd, Salât, 2.

[14]-   Nisâ sûresi (4), 80

[15]-   Mâide sûresi (5), 3.

[16]–   Enbiyâ sûresi (21), 107.

[17]–   Ahzâb sûresi (33), 6.

[18]-   Tevbe sûresi (9), 128.

[19]-   Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, s. 1356.

[20]–   Kehf sûresi (18), 6.

[21]–   Hûd sûresi (11), 31.

[22]–   Hûd sûresi (11), 49.

[23]–   Yûsuf sûresi (12), 102.

[24]–   Cin sûresi (72), 26-27.

[25]–   Ahzâb sûresi  (33), 45-46.

[26]–   Tevbe sûresi (9), 128.

[27]–   Ahzâb sûresi (33), 21.