İçeriğe geç

KUR’ÂN IŞIĞINDA PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZ’E HÜRMET ETMEK

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e hürmet, getirdiği mesajın tesirini arttıran, ona kuvvet kazandıran en önemli unsurların başında gelir. Zira hürmet; bir şeye veya bir kimseye konumu gereği değer vermekten kaynaklanan çekinme ve özen gösterme duygusu olarak tarif edilmiştir. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), konum bakımından Allah’ın elçisi olması hasebiyle hürmetin en yücesine layıktır.

Kur’ân-ı Kerîm’de Fetih Sûresi 8 ve 9. âyette Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in bu konumuna işaretle O’na saygı gösterilmesi emredilmektedir: “Rasûlüm! Şüphesiz biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Tâ ki ey insanlar, Allah’a ve rasûlü’ne iman edesiniz, O’nun dinine ve peygamberine yardım edesiniz, O’na ve peygamberine saygı gösteresiniz ve O’nu sabah akşam tesbih edesiniz!” Bu iki âyetin ardından da Allah Teâlâ, Rasûl-i Ekrem’e hitaben; “Rasûlüm! Sana bey’at edenler, gerçekte Allah’a bey’at etmektedirler” buyurmak suretiyle bizzat kendisi, peygamberinin şânını yüceltmiş ve O’nu şereflendirmiştir. Bu âyet mahiyet itibariyle tıpkı; “Peygamber’e itaat eden Allah’a itaat etmiş olur”[1] âyetine benzemektedir.

Nûr Sûresi 63. âyette Rasûlullah (s.a.v.)’a karşı Müslümanların nasıl saygılı davranmaları gerektiği bir emr-i ilâhî olarak yer almıştır: “(Ey müminler!) Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.” Yani Ondan bahsederken kemâl-i edeple; Rasûlullah, Nebiyy-i Muhterem, Habîb-i Ekrem, Peygamber Efendimiz gibi O’na hürmet ifadesi taşıyan sıfat ve unvanlar kullanın. Nitekim Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de diğer peygamberlere isimleriyle hitap ettiği halde, Rasûlullah (s.a.v.)’a yalnız risâlet ve nübüvvet sıfatlarıyla “Ey Nebî!”, “Ey Rasûl!” şeklinde hitapta bulunarak katında Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.)’in yüce makamına işaret etmiş olmaktadır.[2]

Aynı şekilde Hucurât Sûresinin 2. âyetinde de; “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün amelleriniz boşa gidiverir!” buyrulmuştur. Bu âyette Allah Rasûlü (s.a.v.)’ne gösterilmesi gereken edeplerden iki tanesine yer verilmiştir: Birincisi; Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in yanında başkalarıyla konuşurken, onun sesini bastıracak derecede yüksek sesle konuşmamak. Nitekim bu âyetin inmesine sebep olan hâdise bu durumu açıklar mahiyettedir: Temîmoğulları’ndan bir heyet, Peygamberimiz (s.a.v.) ile görüşme yapmak üzere gelmişlerdi. Görüşme esnâsında Hz. Ebûbekir ile Ömer (r.a.) de orada bulunuyorlardı. Bu iki güzîde sahâbî, söz konusu kabileye seçilecek başkan hakkında anlaşmazlığa düşüp, Efendimiz (s.a.v.)’in huzurunda seslerini yükselterek münakaşa yaptılar. Haklarında bu âyet inince çok pişman oldular, üzüldüler. Hatta Hz. Ömer gibi celâlli bir sahâbî, bu olaydan sonra Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.) yanında sanki gizli bir şeyi O’nunla paylaşıyormuş gibi o kadar alçak sesle konuşuyordu ki, çoğu kere Peygamberimiz (s.a.v.)’e işittiremediğinden Rasûl-i Ekrem dediklerini anlamayıp ondan tekrar anlatmasını istiyordu.[3] İkincisi ise; Allah Rasûlü (s.a.v.) ile konuşurken, sıradan bir insanla konuşur gibi yüksek sesle, bağırıp çağırarak konuşmamak.

Bu âyet nâzil olduğunda ashâb-ı kirâmdan Sâbit b. Kays (r.a.), evinde oturup ağlamaya başladı. Peygamberimiz (s.a.v.), Sâbit’i bir müddet göremeyince nerede olduğunu sordu. Orada bulunanlardan biri, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben onun yerini biliyorum!” dedi ve hemen gidip onu evinde oturmuş, başı önünde ağlıyor vaziyette buldu. “Neyin var, niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da, “Hiç sorma, şer var! Sesim, Rasûlullah (s.a.v.)’ın sesinin üstüne çıkıyordu, bütün amellerim boşa gitti, cehennemlik oldum.” cevabını verdi. Sahâbî, Sâbit’in bu sözlerini Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’e haber verdi. Efendimiz, “Ona git ve söyle, sen cehennemlik değil, bilâkis cennetliksin!” buyurdu.[4]

Bahsi geçen edep kaideleriyle, bizzat Efendimiz (s.a.v.)’in hayatında onunla beraber bulunma saadetine eren sahâbe-i kirâma, Peygamber (s.a.v.)’e göstermeleri gereken tazim ve hürmet öğretildiği gibi, onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olan mü’minlere de Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün bıraktığı Kur’ân ve sünnet emanetlerine karşı aynı tazim ve hürmeti göstermeleri gerektiği bildirilmektedir. Zira Âlemlerin Efendisi’ne gösterilmesi istenen hürmet, imanın bir gereğidir. Ona hürmetsizlik ise imansızlığın bir alâmetidir. Bu sebeple âyette yasaklanan hususlara dikkat etmeyenlere, “Allah’ın Peygamberi’ne karşı sergilenecek saygısız bir davranış yüzünden, farkında olmadan amellerinin boşa gideceği” ikazı yapılmıştır.

Peki, Cenâb-ı Hak, Peygamber’ine hürmet edilmesini niçin mü’minlerden istemektedir? Dikkat edilirse bu âyetlerde Allah Teâlâ, Peygamber’inin konumunu kuvvetlendirmektedir. Zira pek çok âyette O’na itaat ve ittibâ edilmesi mü’minlere defalarca emredilmişken, tazim ve hürmet emreden âyetlerle bu husus daha öte bir boyuta taşınmıştır. Bu âyetler, Rasûlullah (s.a.v.)’ın kutsiyetinin bir ifadesidir. Çünkü O, sıradan bir insan değil, Allah’ın Peygamberi; O’nun dininin mübelliği, müfessiri ve muallimidir. Elçiye gösterilen saygı, onu gönderene saygı anlamı taşır. Dolayısıyla Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e hürmet eden Allah Teâlâ’ya hürmet etmiş olur. Cenâb-ı Hakk’ın bu emrine uyup O’nun Peygamber’ine saygı duyan mü’min, O’nun getirdiği mesajı ciddiye alır, ona önem verdiğini gösterir, sünnetine uymak suretiyle kâmil Müslüman olur. Aksi ise dinde tam bir lakaytlık ve perişanlıktır.

Bir tevâzu âbidesi olan Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in bu tabiîliği ve samimiyeti, hiçbir zaman O’nu sıradanlaştırmaz. Bilakis bizden birisi olduğunu gösterir. Bu da O’na bakıp O’nun gibi dinimizi yaşamak içindir. Zira O, bir hadislerinde; “Ben ancak bir muallim olarak gönderildim”[5] buyurmuştur. Fildişi kuleden değil ümmetinin seviyesine inen, onunla buluşan, onunla konuşan, onunla kaynaşan mütevâzı bir muallimdir O (s.a.v.).

Günümüzde Kur’ân’la hareket ettikleri iddiasında hoca geçinen bazı zevatın, Peygamber (s.a.v.)’i kastederek; “Biz O’nun kıldığı namazı kılmıyoruz ki; biz Âdem (a.s.)’in kıldığı namazı kılıyoruz.” gibi bir Müslümanın ağzına yakışmayacak ifadeler kullanmaları karşısında “el-İnsâf” demekten insan kendini alamıyor. Bu, O’nun şahsından öte, getirdiği mesaja büyük bir saygısızlıktır. Bu da Hz. Peygamber’in şahsına gösterilmesi gereken hürmeti kaybetmenin bir sonucudur. Hâlbuki Nebiyy-i Zîşân (s.a.v.), bir hadis-i şeriflerinde; “Beni nasıl namaz kılar gördünüz ise; siz de öylece namaz kılınız”[6] buyurmuşken bir Müslüman olarak Hz. Âdem’in namazını kıldığını iddia etmek nasıl bir hâlet-i ruhiyedir ve nasıl bir zavallılıktır? Bir de bunlar Kur’ân ile hareket ediyorlar öyle mi? “Allah’ın Rasûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhirete kavuşmayı uman ve Allah’ı çok çok zikreden kimseler için her bakımdan uyulması gereken mükemmel bir örnek vardır”[7] ve “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının”[8] âyetleri başka bir kitapta mı yazıyor acaba?!

Yukarıda; “O’na hürmet imanın gereğidir” demiştik. Dolayısıyla O’na saygısızlığın ne anlama geldiğini varın siz düşünün! Ama yine de ben bunlara Ahzâb sûresi, 57. âyetle bir hatırlatma yapayım:

“Allah’ı ve Rasûlü’nü incitenleri Allah; dünyada da ahirette de rahmetinden uzaklaştırmış ve onlara pek alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.”

Rabbim hepimizi muhafaza buyursun. Âmîn!

* Yrd. Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Bölümü.

[1] Nisâ, 4/80.

[2] Kâdî İyaz, Şifâ, s. 37.

[3] Buhârî, İ’tisâm, 5.

[4] Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, İman, 187.

[5] İbn Mâce, Mukaddime, 17.

[6] (Buhârî, Ezân, 18.

[7] Ahzâb, 33/21.

[8] Haşr, 59/7.