İçeriğe geç
Anasayfa » KUR’ÂN’IN APAÇIK BİR ARAPÇA İLE İNDİRİLMESİ ONU BİZATİHİ ANLAŞILIR MI KILMAKTADIR?

KUR’ÂN’IN APAÇIK BİR ARAPÇA İLE İNDİRİLMESİ ONU BİZATİHİ ANLAŞILIR MI KILMAKTADIR?

Her peygamberi kendi kavminin lisanı ile gönderen Allah Teâlâ’ya hamd ü senalar, Habîbi Hz. Muhammed Mustafa’ya salât ü selamlar olsun…

Yüce Rabbimizi tanıma yolunda sahip olduğumuz en kıymetli değerimiz Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamberimiz’in şahsında teayyün edip Onun ahlâkı haline geldiğinde Arap lisanı ile ifade edilen kelâm-ı ilâhî o saadet asrında gökteki yıldızlar mesabesindeki ashâbın dünyalarına ışıklar saçan bir kandile dönüşüyordu. İlk muhatapları olan Araplar Kur’ân’la, kendi içlerinden seçilmiş, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamberimiz vasıtasıyla tanışıyorlar, böylece Rahmân isminin tecellisi bütün semalarını kaplıyordu. Arap bir toplum, Arabî bir peygamber, Arap lisanı ile indirilmiş kelâm-ı ilâhî…

Mütekellim ile muhatap arasında anlam aktarımını mümkün kılan müşterek zeminin dil olduğunda şüphe yoktur. Konuşanın zihnindeki anlamı taşıyan sözcüklerin karşılıklarının dinleyenin zihninde de aynı ile vücut bulmasının doğru anlamayı temin ettiği söylenebilir. Ne var ki dil-anlam ilişkisi kapsam sorunu etrafında ele alındığında sözcüklerin taşıdıkları anlamların belirli ve tek olduğunu belirtmek güçtür. Bununla birlikte sözcükler ile bu sözcüklerin oluşturduğu dizgilerin arasındaki ilişkiler incelendiğinde nazmın anlamının, sözcükleri bağımsız bulunduklarında taşıdıkları anlamlardan uzaklaştırabildikleri ve tayin edebildikleri de görülmektedir. Çok daha geniş bir çerçevede incelenme gereksinimi duyan bu husus dilde çok anlamlılık, hakikat-mecaz, teşbih, kinaye, mesel gibi olgularla birlikte ele alındığında dilsel ifadelerin delalet keyfiyetlerinin sıradan olmadığı ve basite indirgenecek bir hüviyet arz etmediği anlaşılmaktadır. Dahası mesele sözcük/lafız-dizge/nazım bağlamından kasd-ı mütekellim-murad düzlemine taşındığında dil-anlam ilişkisi çok daha ileri bir düzeyde, dilin delaletindeki ihtimaller etrafında ele alınacak, aklın delaleti ile tevsik edilmeyen dilsel delaletlerdeki zanniyat boyutu gündeme taşınacaktır. Dolayısıyla bırakın hakikat düzeyini murad düzeyinde bile anlamın tayini, bu kelime şu kökten müştaktır, bu kökte şu manalar vardır, o halde ifade şöyle anlaşılmalıdır, şeklindeki tespitlerle halledilecek kadar basit değildir. Nitekim murad tespit edilmeye çalışılırken lafzın çok anlamlılığı, hakikat-mecaz anlamları nazmın belirleyeceği anlamın içerisinde lafzî değil aklî delaletlerle tayin edilecek, örneğin hakikat değil de mecaz manada anlaşılması zorunlu olduğuna aklen hükmedilen bir lafzın mecaz manaları arasında tercih yapılırken yine zan ifade eden lafzî delaletlerden hareketle bir sonuca varılacaktır. Bu söylediklerimiz dilsel ifadelerin, kastedilen manayı aktarmada tamamen yetersiz olduğunu değil, bunların anlaşılmasında farklı düzeylerin, dilsel yapıtın mahiyet ve muhtevasının bunun da ötesinde mütekellime ait belirleyici unsurların göz ardı edilmesinin anlam arayışlarındaki yüzeysel yahut taraflı yaklaşımlardan kaynaklandığını düşündürmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in apaçık Arapça bir dil ile (bi-lisânin arabiyyin mübîn) indirildiği müteaddit âyetlerde ifade olunmuş bir husustur.[1] Kur’ân’ın Arapça indirilmiş olması ilk muhataplarının kendilerine indirilen kelâmı anlamalarını, düşünmelerini ve ibret almalarını mümkün kılan bir hüviyet arz etmektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.v), kavmini Kur’ân ile hak yola çağırması ve inzâr etmesi de ancak Kur’ân onlar tarafından anlaşıldığında anlamlı olacaktır. Dolayısıyla Kur’ân’ın, “mübîn” bir lisan ile indirilmesi muhataplarının muhtemel bütün bahanelerinin önüne set çekmekle, “Anlamamıştık ki, tâbi olalım.” itirazının hiçbir zaman vakıaya taşınamayacağını garanti etmektedir. Kur’ân’ın açık bir Arapça ile indirildiğini bildiren âyetler incelendiğinde ilâhî kelâmın bu hususiyetinin, dil-toplum ilişkisi ve teklif prensibi çerçevesinde anlaşılma gerekliliği açığa çıkmaktadır. Şu halde Kur’ân’ın apaçık bir Arapça ile indirilmesi onun her bir âyet ve lafzındaki muradı anlamada, Arapça bilmenin yeterli olduğu manasını taşımamaktadır. Böyle bir iddia Kur’ân’ın elfâzındaki muhtemel manalar, mecaz, mübhemât, mücmel ve müşkil ifadeler, tahsis, takyid, nesih ihtimalleri gibi birçok hususun göz ardı edilmesi anlamına gelmektedir. Üstelik Âl-i İmrân Sûresi 7. âyette muhkem âyetlerin mukabilinde zikredilmiş müteşabihâtın yukarıda saydığımız hususların dışında Kur’ân’da hakikatini sadece Allah’ın bilebileceği âyetleri muhtevi olduğu anlaşılmaktadır. -Özellikle Mütekellimenin mesele edindiği Kur’ân’da, manası bilinemeyen âyetlerin bulunabileceği/bulunamayacağı hususunda- manası bilinemeyen ile hitap ve teklif imkânı farklı bir bağlamda ele alınmalıdır. Ancak burada elfâz-anlam ilişkisinde âyetin “maksad”ı ile “hakikat”inin ayrıştırılmasının gerekliliği, dolayısıyla Kur’ân’ın “anlaşılmasında” (ya da anlam bulmasında) gerek literal düzeyde gerekse muhatap düzleminde kategorik anlam seviyelerinin varlığı hatırlatılmalıdır.

Kur’ân’ın anlaşılması, daha doğru bir ifade ile İslam’ın anlaşılması ve yaşanmasında Kur’ân’ı yeterli ve biricik kaynak olarak gören yaklaşımların, sayıları belirli olan sûre ve âyetlerden kıyamete kadar geçerli olan bu dinin bütün ilkelerini “istinbat” etme girişiminde Arap dilini merkeze konumlandırmalarının -kendileri açısından- ne denli vazgeçilmez bir anlam ifade ettiği açıktır. Bu yaklaşımların, Kur’ân’ın Arapça bir dil ile beyan amacına matuf indirildiğini ifade eden mezkûr âyetleri Hz. Peygamber’in (s.a.v) tebyîn misyonunun karşıtı olarak konumlandırdığı görülmektedir. Öyle ya, Arapça olarak indirilen ve Allah tarafından tafsil edilen (Hûd, 11/1) âyetler Araplar tarafından ve Arapça bilmekle anlaşılmalı, kendinden açık olmalıdır. Muhatabın yapması gereken ise dili kullanarak, kendisini tebyîn eden Kur’ân’ın bütünlüğü açısından üslûp ve tebyîn keyfiyetini keşfetmektedir.

Evet, Kur’ân apaçık bir Arapça ile indirilmiş, âyetleri muhkem kılınmış, Hakîm ve Habîr olan Allah tarafından tafsil edilmiş bir kitaptır. Ne var ki, onun Arap dili ile indirilmiş olması, beyanı ve tafsil edilmesinin keyfiyeti mezkûr âyetlerden hareketle varılan sonuçlar açısından değerlendirildiğinde Arapça bilmenin, âyetin manasının anlaşılması noktasında bi-zatihî yeterli olmadığını ispata hacet bırakmamaktadır. Nitekim Arapça bilmek daha bu âyetlerin manaları üzerinde ittifak etmeyi bile temin etmemiştir.

Kur’ân’ın anlaşılmasında ve dinin yaşanmasında Hz. Peygamber’in (s.a.v) teşri‘ ve tebyîn misyonunu görmezden gelme ve ekarte etme girişimlerinde bulunanların, ilgili âyetleri ümmetin kahir ekserisinden bambaşka bir şekilde anladığı ya da anlamaya çalıştığı ortadayken “delaleti açık olan ve muhatap tarafından Arapça bilmekle anlaşılacak olan Kur’ân’ın” beyanı nasıl anlamlandırılacaktır? Kur’ân’ın, Arap dilini konuşmayanlara beyan olmaması bir yana Araplar içerisinde dile hâkimiyet, bilgi ve kültür seviyelerindeki farklılıklar düşünüldüğünde Kur’ân’ın Arapça lisan ile indirilmekle beyan olma keyfiyetinin genele şâmil olduğu nasıl düşünülebilir? Eğer Kur’ân’ın beyan keyfiyetinin Arapça bilen herkese teşmil edilebileceği söylenirse bu durumda Arap dilinin sadece en seçkin lehçeleri ile inen ve okunan Kur’ân’ın, toplumun kültür seviyesi düşük ve ahlâkı yozlaşmış kesimlerinin, dillerinden düşürmedikleri yöresel ve çirkin ifadeleri ile argo kullanımlarından uzak olması nasıl anlaşılabilir?

Kur’ân ile sünneti tefrik etme çabaları Kur’ân ile Kur’ân’ın dış dünyadaki vücudunu ayrıştırmaya matuf, Kur’ân’ı yalın ve sadece Allah’ın istediği şekilde anlama değil Hz. Peygamber (s.a.v) ve ashâbın hayatından uzaklaştırılmış Kur’ân’ı istediği gibi anlatma ve tahrif etme yönünde atılmış ilk adımlardır. Kendinde açık olduğu söylenilen Kur’ân-ı Kerîm’in gökten bizzat muhataplarına iki kapak arasında inmeyip âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamberimiz’e indirilmiş olması bu şartlanmış zihinlere hiçbir şey ifade etmese gerektir. Bu hususta -Kur’ân’ın Allah tarafından tafsil keyfiyetine ışık tutan- Fussilet Sûresi 44. âyetteki ifadeler ne denli dikkate şayandır:

“Eğer biz onu başka dilde bir Kur’ân yapsaydık onlar mutlaka, “Onun âyetleri tafsil edilmeli değil miydi? Başka dilde bir kitap ve Arap bir peygamber öyle mi?” derlerdi. De ki: “O, inananlar için bir hidayet ve şifadır. İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’ân onlara kapalı ve anlaşılmaz gelir. (Sanki) onlara uzak bir yerden sesleniliyor (da anlamıyorlar).”

Arapça olmayan bir dille indirildiği düşünüldüğünde, “Tafsil edilseydi ya.” diyeceklere Arapça olarak indirilen Kur’ân karşısında artık böyle bir itiraz hakkı kalmamıştır. Ne var ki, Arapça olarak indirilen Kur’ân’ın onlarla müşterek bir dil kullanması Kur’ân’ı anlamalarında teminat olmamış, Kur’ân onların anlam dünyalarına girmemiş, ondan bîhaber ve gafilane yaşamışlardır.

Kur’ân’ın dil özelliklerinden yola çıkarak anlaşılması hususunda ortaya atılan görüşlerin onu sıradan ve dünyevî bir hitap-kitap olarak algıladıkları görülmektedir. Kur’ân’ın aidiyetinin göz ardı edildiği bu düzeyde mütekellim-murad ilişkisi dünyevî boyutlarda kurgulanmakta, beşerî söz ve eserler için geçerli olan hususlar Kur’ân’a adeta dayatılmaktadır. İki kişi arasında iletişimin olumsuz sonuçlanmasını, muhatabına söylemek istediğini anlatamayan bir şahsın mesajını iletmedeki başarısızlığı ile açıklayan algıların bu kusuru bertaraf etme adına Kur’ân’ın, onun dilini bilen herkes tarafından başka bir beyana ihtiyaç duymadan anlaşılacağını savunmasının altında yatanlar artık şerhe ihtiyaç bırakmayacak derecede aşikârdır.

Kur’ân mübîn bir Arapça ile indirilmiş, Hz. Peygamber (s.a.v) de onu kavmine tebliğ etmiş, mücmel manalarını tebyîn, mutlak manalarını takyid, umum manalarını tahsis etmiş, Kur’ân’ı yaşamış, anlatmış ve ahlâkı haline getirmiştir. Kur’ân’ın Arapça indirilmesi, Hz. Peygamber’in (s.a.v), kavmini Kur’ân’a davet etme, Kur’ân ile hak yola çağırma, inzâr ve tebşir etmesi için gerekli olan dil vasatına işaret etmektedir. Yoksa Kur’ân ifadelerinin hepsi manaya delalet bakımından aynı seviyede değildir. Manası kapalı olan, birçok manaya muhtemel olan, mecaz manalar içeren lafızların yanında sadece âlimlerin kavrayacağı düzeyde ifadeler içeren Kur’ân’ımızdaki bazı âyetlerin tevili ise sadece Allah tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla Kur’ân’ı anlamak, literal bir çabanın çok daha ötesinde, Hz. Peygamberimiz’in sünneti üzere yaşamanın gaye edildiği bir fikir ve cühd dünyasında, rahmet-i Rahman’ın tecellisi ile tahakkuk edecektir.

Ya Rabbi, kalplerimizi Kur’ân ile tenvir eyle, onu anlamayı, yaşamayı ve anlatmayı nasib eyle, bizi Hz. Peygamberimiz’in sünneti üzerine sabit kıl..

“Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Ruh (Cebrail) Senin kalbine apaçık Arapça bir dil ile indirmiştir.” [2]

Şuarâ Sûresi’nde Kur’ân’ın apaçık bir Arapça ile indirildiğini bildiren âyetlere bakıldığında “bi lisânin arabiyyin mübîn” ifadesindeki ba’nın tealluku ile ilgili iki ihtimal düşünülebilir. Birinci ihtimal ba’nın, “münzirîn” kelimesine müteallık olmasıdır. Bu durumda Hz. Peygamber’in (s.a.v), Arapça ile kavimlerini uyaran peygamberlerin zümresinden olduğu anlaşılır. İkinci ihtimale göre ise ba, “nezele” fiiline muteallıktır. Bu durumda da Hz. Cebrail’in, Kur’ân’ı Hz. Peygamber’in (s.a.v) kalbine apaçık bir Arapça ile indirmesi, Hz. Peygamber’in (s.a.v) kavmini inzâr etmesi içindir. Kur’ân’ın Arapça bir beyan olmasının mahiyeti bu bağlamda anlaşılmalıdır. Dilsel ifadelerin, duyulmakla bellenmesine karşın 194. âyette Kur’ân’ın, Hz. Peygamber’in (s.a.v) kalbine indirildiğinin belirtilmesi Hz. Peygamber’in (s.a.v) kalbinde dilsel ifadelerin büründüğü anlam alanına uzanmaktadır.


* Yrd.Doç.Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı.

[1] Yûsuf, 12/2; Ra‘d, 13/37, Tâha, 20/113; Şuarâ, 26/195; Zümer, 32/28; Zuhruf, 43/3.

[2] Şuarâ, 26/193-195.