İçeriğe geç
Anasayfa » KURTULUŞ VE SAÂDET YOLU EHL-İ SÜNNET

KURTULUŞ VE SAÂDET YOLU EHL-İ SÜNNET

Cenâb-ı Hakk, Âdemoğlunu en güzel surette yaratmış ve varlıkların en mükerremi kılmıştır.

Yeryüzü nimetleri kendisine ikram olunan insanoğluna Allah’ın en büyük lütfu ise; kendilerine Allah’ın Âyetlerini okuyan, onları temizleyen ve onlara Kitabı/Kur’an’ı ve hikmet’i öğreten bir Peygamber olarak Hz. Muhammed aleyhi’s-salât’ü ve’s-selâm’ı göndermesidir.[1]

Fahr-i Kâinât Efendimiz, biz ümmetine imanda, ilimde, amel ve ibadette, ahlakta tezkiye yollarını göstermiştir. Rabbimize varacak ve O’nun huzurunda bizi temize çıkaracak düsturları öğretmiş, cehennemden uyarmış, cennetin müjdecisi olmuş ve Hadis-i Şerifleriyle bizleri şöyle ikaz ve irşad buyurmuştur:

“Benim Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların hepsi cehenneme girecektir, ancak biri müstesna!

Ashâb-ı Kiram: O kimdir Yâ Rasûlallah! diye sordu.

Resûl-i Ekrem (s.a.v): “O fırka-i nâciye (Kurtuluşa erecek olan fırka): Benim ve Ashâbımın üzerinde bulunduğu yolda giden (bizim gibi iman ve itikat eden)lerdir.” cevabını verdi.”

Diğer bir rivâyet ise şu meâldedir:

“(Yetmiş üç fırkadan) yetmiş iki fırka Cehennemdedir, bir fırka Cennettedir, o da Cemaattir.[2]

Şüphesiz ki bu topluluk, Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin ve Hulefâ-i Râşidin’in izinden yürüyen, sünnetlerine tutunup sarılan, Rasûlüllah (s.a.v)’in Sünnetine uymak ve getirdiği dini hükümleri uygulamakta birleşen hidayete ermiş Mü’minlerdir ki, bunlar Âlimler ve Fukahâ’dır. Bunlara EHL-İ SÜNNET ve’l-CEMÂAT denir.[3]

Hadis-i Şerifte zikredilen yetmiş iki fırkanın cehenneme girmesinden murâd, azaba dûçar olmalarıdır. Yoksa kâfirlere mahsus olan ebedî cehenneme giriş değildir. Çünkü bu fırkaların cehenneme girişlerine sebep bozuk itikatlarıdır ve bid’at ehli denilen bu fırkaların kıble ehli olanlarını, zarûrât-ı diniyyeyi ve şer’i hükümleri inkâr etmedikçe tekfir mümkün değildir.[4] Ancak inançlarındaki çarpıklık kâfir olmalarını gerektiriyorsa –Allah saklasın- o takdirde küfrün cezası olarak ebediyyen cehennemde kalacaklardır. Böyleleri inkarları sebebiyle kâfir oldukları için İslâmî fırkalardan sayılmazlar. Bozuk itikatlarının gerektirdiği kadar cehennemde azap göreceklerdir. Bir fırka ise; onların aksine cehennem azabından kurtulan ve cennete girmeye müstehak olan bahtiyar Mü’minlerdir. Şu kadar var ki, bunlardan da günah işleyip, bu günahı tevbe veya şefaatle bağışlanmayanlar günahı kadar cehennem azabına giriftar olabilirler.

“Fırka-i Nâciye”den yani kurtuluşa erecek olan fırkadan olmanın yolu ise; İnançta, amelde ve ahlâkta Rasûlallah (s.a.v) Efendimiz’e ve O’nun seçkin Ashâbına uymaktan ve her konuda onları örnek alarak, Tevhid yolu olan Sırat-ı Mustakîme tâbi’ olmaktan geçmektedir.[5]

Nitekim Cenab-ı Hakk, Kitab-ı Mübîn’inde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki emrettiğim bu yol Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka Yollara uymayın ki, sizi Allah’ın yolundan ayırmasın. İşte (kötülüklerden) sakınasınız (sırat-ı mustakîme tâbi’ olup, tefrika ve ihtilaflardan kurtularak Allah’ın korumasında kalasınız) diye Allah size bunları emretti.”[6]

Birlikte rahmet ve İlâhi yardım, tefrikada/ayrılıkta ise azab vardır. Ancak hakiki kuvvet ve yardım, “Hakk”ta ittifak edenlere, sırat-ı müstakîm’e tâbi’ olup hayırda birleşenlere mahsustur. Bu birlik de ancak, Allah’ın Rasulüne tâbi’ olmak ve O’nun Allah katından getirip öğrettiği esaslara uymak, daima hakkı ve hayrı araştırıp birlik cihetini tercih etmekle gerçekleşir.

Yüce Rabbimiz’den her gün beş vakit namazda:

“Ancak Sana ibadet ve kulluk eder, yalnız Senden yardım dileriz. Bizi, o dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet (onda dâim ve sabit kıl)…”[7] diye bizi Sırat-ı Müstakîm’e hidayet buyurup ulaştırmasını, Zâtına kullukta dâim kılmasını niyaz ederiz.

Bu yol, Hz. Peygamber aleyhisselamın, Cenab-ı Hakkın nimet ve rahmetine mazhar buyurduğu Sahâbe-i Kiramın ve Selef-i Sâlihin gibi bahtiyar Mü’minlerin yoludur.[8]

Bizi kurtuluş ve saadete götürecek; fırkalara ayrılmadan, fitnelere düşmeden Rabbimiz’in rızasına erdirecek olan:  Kesin bir inanç, şüphesiz bir ilim, salih amel ve güzel ahlaktır.

Mü’minler olarak öncelikle üzerimize farz olan: İnancımızı Kur’ân ve Sünnet’e göre düzeltmemizdir. Çünkü itikattaki hata ve noksanlık İlâhi affa mazhar olmaz. İtikad/inanç dürüst olmadıkça da amel fayda vermez.

İnanç esaslarımızı açıklayan Âyet-i Kerîme ve Hadîs-i Şerîflerin ne şekilde anlaşılması gerektiğini Ehl-i Sünnet Âlimlerimiz beyan etmişlerdir. Bizim onlara uymamız gerekir. Çünkü onlar bu inanç esaslarını, Kur’an’ı bir bütün olarak görebilme seviyesine ulaştıktan sonra Kur’an ve Sünnet’in ruhuna uygun olarak ve onlara tamamen bağlı kalarak açıklamışlardır. Bizim anlayışımız da Peygamberimizin mirası olan Ehl-i Sünnet Âlimlerinin bu anlayışına uyduğu nispette, Hakk katında kabul edilecek, bizi karanlıklardan nura çıkaracak ve kurtuluşa götürecektir.

İkinci olarak; Helâl ve haram, farz ve vacip’ten ibaret olan şer’î/dînî hükümleri bilmek gerekir. Cenâb-ı Hakk, şer’î hükümleri öğrenmenin farz olduğuna şu Âyet-i Celîle ile işaret buyurmaktadır:

“Müminlerin hepsinin topluca savaşa katılmaları uygun değildir. Onların her kesiminden bir grup da, dini hükümleri ve âdâb-ı İslamiyyeyi iyice öğrenmeleri ve kavimleri savaştan döndüğü zaman, onları Allah’ın azabıyla korkutmaları, hakkı ve hayrı onlara öğretmeleri için geride kalmalıdır.”[9]

Bu konuda iki cihan serveri Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

“Her bir Müslüman erkek ve kadın üzerine dini ilimleri, İlâhi hükümleri öğrenmek farzdır.[10]

“Allah kimin için hayır dilerse o kimseyi dinde fakih/derin anlayış ve ilim sahibi kılar.”[11]

Üçüncü olarak; Bu ilmin gerektirdiği üzere amel etmek lâzımdır.

Hiç şüphesiz Rabb’imiz katındaki değerimiz, sâlih amellerimiz, duâ ve ibadetlerimizledir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur:

“De ki: Duâ (ve İbâdetiniz) olmasaydı Rabbim katında ne kıymetiniz olurdu?”[12]

Dünyanın huzur ve mutluluğu kâmil iman ve sâlih amelledir. Darlık ve sıkıntısı da Kur’an ve Sünnetten uzaklaşmanın, bilgisizlik ve bilinçsizlik sebebiyle inandığı gibi yaşamamanın bir neticesidir. Kur’an-ı Mübîn bu gerçeği şöyle açıklamaktadır:

“Erkek olsun, kadın olsun, her kim mü’min olarak salih amel işlerse, ona bu dünyada mutlaka hoş ve güzel bir hayat yaşatırız. Şüphesiz, onlara mükâfatlarını, yapmakta olduklarının en güzeliyle vereceğiz.”[13]

“Her kim benim zikrimden (Kur’an’a uymaktan)  yüz çevirirse, ona dar/sıkıntılı bir geçim vardır.”[14]

Bütün ulema şu üç özelliğin her Müslümanda bulunması gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Biri olmadan diğerleri noksan kalır. Hepsi beraber olduğunda tamam olurlar. Bu özellikler ise şunlardır:

1-Zulüm ve haksızlıktan, Allah ve Resûlü’nün razı olmayacağı her şeyden arındırılmış hâlis, tertemiz bir müslümanlık,

2-Temiz gıda, helâl lokma,

3-Amellerde sıdk u sadakat, ciddiyet ve samimiyet.[15]

İmanımızı tasdik edip kuvvetlendirecek, daima şahidi olup, kabule şayan kılacak ve bizi endişeden kurtarıp, haksızlıktan koruyacak olan hiç şüphesiz sâlih amel ve ibadetlerimizdir. Çünkü Yüce Rabbimiz Sözlerin En Güzelinde şöyle buyurmaktadır:

“Kim bir mü’min olarak sâlih ameller işlerse artık o, ne seyyi’atının artırılmasından ve ne de hasenâtının eksiltilmesinden endişe etmez.”[16]

“Erkek olsun, kadın olsun, her kim mü’min olarak salih ameller yaparsa, işte onlar cennete girerler ve kendilerine bir hurma çekirdeğinin oyuğu kadar haksızlık yapılmaz.”[17]

Âhirette sâlihlere kavuşmak, dünyada iken sâlih amelle yaşamaya bağlıdır. Sâlih amel ise Allah’ın kendisinden razı olduğu amel ve ibadettir. Rabbimizin muradı da kendisinden bu konuda bizi başarılı kılmasını dilememizdir:

Ey Rabbim! Beni, gerek bana ve gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın sâlih amel yapmaya muvaffak kıl! Rahmetinle, beni sâlih kullarının arasına kat!”[18]

Dördüncü olarak; Tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb lâzımdır.

Ehl-i Sünnet inanç esaslarını bilip inanmadıktan sonra Şer’i hükümleri öğrenmenin bir faydası olmaz. Bu iki esas gerçekleşmedikçe amel de fayda vermez. Bu üçü nasib olmadıktan sonra tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalp mümkün değildir.

Nefsin ve kalbin temizlenmesi Yüce Rabbimizin öncelikli emirlerinden ve kurtuluş vesilelerindendir. Temizliği emreden, temizlenenleri seven ve temizlik ölçülerini koyan da Allah’tır. Nitekim Kitab-ı Mübîni’nde şöyle buyurmaktadır:

Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem çok temizlenenleri sever.”[19]

Küfür ve ma’siyetten kaçınıp iyice temizlenenlerin kurtuluşa erecekleri de şöyle haber verilmektedir:

“Gerçekten iyice temizlenen ve Rabbinin adını zikredip de namaz kılan kimse kurtuluşa ermiştir.”[20]

Cenab-ı Hakk bizlere “kalb” denilen büyük bir nimeti vermiş ve onu hem vücudumuzun hem de ruhumuzun merkezi kılmıştır.

Muhabbet merkezi olan kalbin, nazargâh-ı İlâhi olduğunu bildiren Rabbimiz onu yalnız kendi muhabbetine tahsis buyurmuştur. Bunun için mü’minler gönüllerini yabani sevgilerden, kötü düşünce ve heveslerden temizleyip, Allah ve Resûlü’nün muhabbetine tahsis ederler. Bu sevgiyle yaşarlar, bu sevgiye gölge olacak her şeyden uzaklaşır ve temiz bir hayata ulaşırlar. Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

“Cenab-ı Hakk, sizin bedenlerinize ve mallarınıza bakmaz, kalplerinize ve amellerinize nazar eder/bakar.”[21]

Amel kalbin tercümanı, imanın şâhidi ve nişanıdır. Bütün azalar ise kalbe tâbidir. Kalbin ibresi Allah rızasını gösteriyorsa o kalp temizdir ve kalb-i selimdir. Kalb salih olursa amel ve ibadetler de kabule şayan olur. Sultan-ı Enbiyâ Efendimiz bu konuda bizi şöyle uyarmaktadır:

“Gözünüzü açınız, insanın vücudunda bir tutam et vardır ki, o salih/iyi olursa bedenden südur edenler salih olur, şayet o fâsid/bozuk olursa yapılan bütün ameller de fâsid olur. İşte o, kalptir.”[22]

Hiç şüphesiz zikir, kalbi ve nefsi temizler. Kul zikrullah ile günahlardan arınır. Nefsin ve kalbin temizlenmesi; taatleri yapmak, ma’siyetlerden kaçınmak ve zikrullaha çokça devamla gerçekleşir.

Peygamber Efendimiz kalbin temizliğinin Kelime-i Tevhid’le, nefsin temizliğinin ise nerede olursa olsun Allah’ın kendisiyle beraber olduğu inancıyla gerçekleşebileceğini bize haber vermektedir.[23]

Nefsini günahlardan arındırıp, ilim ve amelle eğitip, salâha götürenin kurtulacağı; aksine onu günahla kirletip, bilgisizlikle eksik ve kör bırakanın ise hüsrana uğrayacağı Kur’an-ı Kerîm‘de şöyle açıklanmaktadır:

“Elbette nefsini kötülüklerden arındırıp tertemiz yapan kişi kurtuluşa ermiş; onu kirletip fenalıklara gömen ise hüsrana uğramıştır.”[24]

Yüce Rabbimiz, nefsimizi değil de dinimizi ölçü alacağımızı, nefsin kötülüğü emredici olduğunu ve temize çıkarılamayacağını bize şöyle haber vermektedir:

“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin acıdığı bunun dışındadır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[25]

Kendimizi günahsız ve kusursuz sayarak övmemeliyiz. Çünkü farkında olmadığımız nice kusurlarımızın bulunabileceğini unutmamalı ve Rabbimizin şu ikazına kulak vermeliyiz:

“…Kendinizi beğenip temize çıkarmayın. Çünkü O (c.c), kötülükten sakınanın kim olduğunu çok iyi bilendir.”[26]

Allah Teâlâ kullarını temizlemek ve Kitabını öğretmek için biricik Habîbi’ni peygamber olarak göndermiş ve tertemiz bir hayatın örneği kılmıştır.

“Nitekim size kendi içinizden bir peygamber gönderdik ki O, size âyetlerimizi okuyor, sizi (Allah’a eş tutmaktan, günahlardan, maddi ve manevi kötülüklerden kurtarıp) tertemiz yapıyor. Size Kitabı/Kur’an’ı ve hikmeti (içinde bulunan hükümleri) öğretiyor, bilmediğiniz şeyleri size bildiriyor.”[27]

En önemli vazifemiz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in Allah ve Resulü’nün yolu olduğunu bilip ona sımsıkı sarılmak, bölünüp parçalanmamak, bu sayede kurtuluş ve saadete ermektir.

Ne Mutlu yağmur damlası kadar saf bir şahsiyet sahibi neslin özlemi ile; Kur’an-ı Kerim’i rehber edinen, iki cihan güneşi Peygamberimize bağlılık gösteren ve kendilerine;

“Selam size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedi kalmak üzere girin buraya (Cennete).”[28] diye hitap edilen bahtiyar Mü’minlere!

 

 

[1] bkz. Âl-i İmrân, 3/164

[2] bkz. Ebu Davut Sünen’inde 4596, Tirmizî: 2640, İbn-i Mâce, 3991; Mişkâtü’l-Mesâbih: 171-172 numaralı Hadis-i Şerifler ile Tâc Tercemesi: 1/71. Hadis-i Şerif

[3] bkz. Ekrem Doğanay, Selef Müdafaası, s:17

[4] bkz. Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s) Musâhabe–6 Fırka-i Nâciye, Erkam Yayınları

[5] bkz. Ekrem Doğanay, Selef Müdafaası, s:18-41

[6] En’âm, 6/153

[7] Fatiha, 1/5-6

[8] bkz. Nisâ, 4/69

[9] Tevbe:9/122

[10] Keşfü’l-Hafâ, Hadis nu:1665

[11] Buharî: İlim, 10; Müslim: Zekat, 100

[12] Furkan, 25/77

[13] Nahl, 16/97

[14] Tâhâ, 20/124

[15] İsmail Hakkı BURSEVÎ, Rûhu’l Beyân, 2/17

[16] Tâhâ, 20/112

[17] Nisâ, 4/124

[18] Neml, 27/19

[19] Bakara, 2/222

[20] A’lâ, 87/14-15

[21] Müslim: Birr 34.

[22] Buhârî: İmân 39; bkz. Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK, Kurtuluş Projesi SALİH İNSAN, Reyhan Dergisi 1. sayı

[23] bkz. Hakîm Tirmizî: Nevadir’ul-Usûl, s:225

[24] Şems, 91/9-10

[25] Yusuf, 12/53

[26] Necm, 53/32

[27] Bakara, 2/151

[28] Zümer, 39/73