Sevdiğimiz, değerli kabul ettiğimiz tanış ve arkadaşlarımızın iyi hallerini, üstün meziyetlerini sohbet meclislerimize taşıdığımız çok olmuştur. Onlardan övgüyle bahseder, gıyaplarında da olsa onları medhederiz. Bazen de tam aksine nice insanlar tarafımızdan zemmedilirler.
Fakat bu medih ve zemlerimizin amel defterimizde bir karşılığının olduğunu da asla unutmamalıyız. Dilimizden dökülen bu medih ve zemler kimi zaman günaha sebep olurken kimi zaman da sevap vesilesi olmaktadır. Mesela; İslam’a hizmetlerinden dolayı sahabi efendilerimizin ve salih kulların övülmesi bizler için sevap vesilesiyken, İslam düşmanlarının medhedilmesi imanımızı dahi tehlikeye düşüren büyük bir günah sebebidir.
Anlaşıldığı üzere medih hem sevaba hem de günaha götüren bir durumken kişinin, medhi sebebiyle günah mı yoksa sevap mı kazandığının ölçüsünü belirtmeye çalışacağız.
Medh ahlak kitaplarında dil afetleri[1] başlığı altında incelenmektedir. Âlimlerimizin böyle bir taksimatta bulunmasının sebebi medhin az bir kısmının faydalı, çoğu kısmının ise hem medhedene hem de medhedilene zararlı olmasındandır. Yazımızın genel çerçevesini İmam Gazzâlî Hazretlerinin İhyâu Ulûmi’d-dîn isimli eserinde çizilen esaslar belirleyecektir.
İmam Gazzâlî, eserinde medhin dördü methedene, ikisi ise hem methedene hem de methedilene olan altı zararından bahsetmektedir.
Bunlardan birincisi; metheden kişinin methinde aşırıya kaçması sebebiyle yalancı durumuna düşmesidir.
İkincisi; metheden kişinin, methettiği insanın gözüne girmek için zaman zaman hakikatin aksine sevgi gösterisinde bulunması sebebiyle riyaya düşmesi, münafıklık ahlakına bürünmesidir.
Üçüncüsü; methedilen kişinin yaşamadığı veya hakkıyla yerine getiremediği şeylerle övülmesi sebebiyle methedenin boş konuşan durumuna düşmesidir. Örneğin; bir kimsenin tam manasıyla takva ve zühd sahibi olmadığı halde zâhid veya muttaki sıfatlarıyla övülmesi böyle bir durumdur. Zühd ve takva gibi manevi halleri, hakkıyla ancak Allah Teâlâ bileceğinden “Ben onun muttaki veya zâhid olduğunu düşünüyorum.” gibi ihtiyatî ifadeler daha doğrudur. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin yanında bir kimse övüldü. Bunun üzerine Efendimiz “Yazıklar olsun sana! Arkadaşının boynunu koparttın!” buyurdu ve sonra ifadelerine şöyle devam etti: “Şayet sizden biri kardeşini övecekse ‘Ben falancanın şöyle olduğunu zannediyorum, Allah Teâlâ karşısında hiç kimseyi temize çıkarmıyorum.’ desin”.[2]
Dördüncüsü; zalim veya isyankâr kimselerin övülmesi onların gönüllerini rahatlatırken zulüm ve isyanlarının devamına da teşvik etmektedir. Böyle bir övgü Allah Teâlâ’ya isyan sayılmıştır. Zira Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu hususta; “Allah, fâsık bir kimse övüldüğünde öfkelenir.”[3] buyurmuşlardır. Yine başka bir hadis-i şeriflerinde buyurduğu üzere; “Kim fâsık bir kimsenin ömrünün ve hükümranlığının uzun olması için dua etmişse o kimse Allah Teâlâ’ya isyan edilmesini istemiştir.”[4] Bu sebeple zalim ve fasığın hata ve günahlarından vazgeçmesi için yeri geldiğinde yüzüne karşı zemmedilmesi gerekmektedir.
Beşincisi; methedilen kişinin kibir ve böbürlenme gibi kendini beğenecek hallere bürünmesidir. Bu iki nefsî hastalık ise başlı başına kişiyi helâke götürmektedir. Methin böyle bir sonuca ulaşması hem övene hem de övülene zarar verir.
Altıncısı; methedilenin bulunduğu manevî makâmın/hâlin ve yapmış olduğu ibadetlerin kendisine yeterli olacağı vehmine kapılıp yaptığı ibadeti sekteye uğratması ve nefsî mücâhedesini terk etmesidir. Bu durum da yine hem övene hem de övülen kimseye zarar vermektedir. Bu hususu Hz. Ömer (r.a) “el-medhu huve’z-zebh” (Medih kesmektir/koparmaktır) ifadesiyle veciz bir şekilde özetlemiştir.
Bazı şârihlere göre “Arkadaşının boynunu koparttın.” hadis-i şerifi anlamca bir kimsenin medih sebebiyle amellerinin yeterli olduğu vehmine kapılıp hayırlı amellerini terk ederek manevi ölümünün gerçekleştiğini ifade eder. Çünkü böyle bir kimse büyük hayırlardan mahrum kalmıştır.
Güzel Olan Methin Sınırı
Methetmek, methedene veya methedilene zarar vermediği takdirde caizdir. Bu sebeple kişi öncelikle kendi nefsini gözden geçirmeli sonra samimi duygularıyla karşıdaki insana zarar vermeyecek şekilde onu methetmelidir. Methetmek, methedilen, övülen kimseyi daha fazla hayır yapmaya teşvik ediyorsa bu medih mendup görülmüştür. Bu minvalde Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bazı sahabîleri methettiği görülmektedir. Mesela Efendimiz; “Şayet Ebû Bekir’in imanı bütün cihânın imânı ile tartılsa Ebu Bekir’in imânı daha ağır basar.”[5] buyurmuşlardır.
Methe Karşı Dikkatli Olmak
Bir kimse istemediği halde methediliyorsa hemen nefsini hesaba çekmelidir. Yapmış olduğu kötülükleri düşünerek bu övgülere layık olmadığını, yapmış olduğu kötülüklerin bilinmesi halinde kendisini öven kimsenin de övgüsünden vazgeçeceğini düşünmelidir. Bunlarla birlikte medhi hoş görmediğini muhatabına hissettirmesi ve kalbiyle de bu işin aleyhine olduğunu kabul etmesi gerekmektedir. Peygamber Efendimizin “Meddahların yüzüne toprak serpiniz.”[6] hadis-i şerifinin muktezasınca meddahlara gerekli uyarıların yapılması gerekmektedir.
Bütün bunlara karşı methedilmeye devam ediliyorsa Hz. Ali (r.a) Efendimizin okuduğu şu duayı çokça tekrarlaması gerekmektedir:
”اللَّهُمَّ؛ اغْفِرْ لِي ماَ لاَ يَعْلَمُونَ، وَلاَ تُؤَاخِذْنِي بِماَ يَقُولُونَ، وَاجْعَلْنِي خَيْراً مِمَّا يَظُنُّونَ “
“Allah’ım onların bilmedikleri kötülüklerimi bağışla, dedikleri şeyler için kusuruma bakma, beni onların zannettiklerinden daha hayırlı kıl.”[7]
Medhin Sebepleri
İnsanların yapıp ettikleri işler bir takım maksatlara binaen meydana gelmektedir. Yani her insan bir amacı güderek işe koyulur. Bu anlamda methin de bazı sâikleri söz konusudur. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
İnsanın mizacında bir şeyi sevme ve bu sevgi neticesinde sevdiği şeyin meziyetlerini dile getirme ihtiyacı bulunmaktadır. Bu sebeple kişi sevdikleri hakkında övgü dolu cümleler sarf eder. Özellikle toplumumuzda, kişilerin bağlılık hissettikleri hocalarını, üstatlarını sürekli övmelerindeki sebep budur. Bu övgü her ne kadar samimi bir dille ifade edilse de insanlar arasında ayrılıklara sebebiyet verdiği için doğru görülmemiştir.
Sevginin diğer bir vechesinde insanoğlunun kendini sevmesi söz konusudur. Sevginin muktezâsı gereği insan bu sefer de başkalarına kendinden bahsetmeye çalışacaktır ve yeri geldiğinde kendini övecektir. Kişinin kendini övmesi ise; böbürlenme ve kibir gibi hastalıkların temel kaynağı olduğundan böyle bir övgü kesinlikle caiz değildir.
Dünyalık arzular insanı övgüye sevk eden diğer unsurlardır. Dünyalık bir meta elde etme arzusuyla zenginleri veya makam sahiplerini övmek bu minvalde değerlendirilebilir. Bu övgü samimi olmayıp dünyalık meta içindir ki kişiyi yalana ve ikiyüzlülüğe sevk edeceğinden günah sayılmıştır.
Methin sâikleri arasındaki diğer bir husus; kişinin başkasını övmesiyle kendi nefsini tatmin etmesidir. Bu, insanların başkaları üzerinden kendi büyüklüklerini ve değerlerini göstermek için tutulan gizli bir yoldur. Örneğin; kişinin irtibatlı olduğu hatırı sayılır bir kimseyi övmesiyle övdüğü kimsenin kıymeti artarken dolaylı olarak kendi kıymeti de artmaktadır. Çünkü övdüğü kimseyle aralarında var olan irtibat herkesin kolayca kuramayacağı bir irtibattır. Bu ise öven kişinin değerini, büyüklüğünü gösterir. Yani kişi aslında kendini büyütmek için başkalarını kullanmaktadır.
Özetlememiz gerekirse; övgü ancak kimin ne için övüleceği sorusuna tatmin edici bir cevap bulunduktan sonra yapılmalıdır. Şayet övgünün neticesinde her iki taraftan birinin zarar görmesi söz konusu ise bu övgüden vazgeçmelidir. İnsan, övülmenin her zaman masum olmadığını, bu övgüler sebebiyle tehlikeye düşebileceğini de sürekli gündeminde tutması gerekir.
[1] İnsanın diliyle işlemiş olduğu günahların toplamına kadîm kültürümüzde dil afetleri denmiştir. Yalan, gıybet, tartışma, mizah dil ile işlenen günahlardan bazılarıdır.
[2] Buhârî, Şehâdât, 16; Müslim, Zühd, 14.
[3] Beyhakî, Şu‘abu’l-îmân, VI, 509
[4] Beyhakî, Şu‘abu’l-îmân, XII, 41.
[5] Ahmed b. Hanbel, Fezâilu’s-sahâbe, I, 418; Beyhakî, Şu’abu’l-îmân, I, 143.
[6] Ahmed b. Hanbel, II, 94.
[7] Buhârî, Edebü’l-müfred, 407; Beyhakî, Şu’abu’l-îmân, VI, 504.