İçeriğe geç
Anasayfa » MEZHEP NEDİR? İHTİYAÇ MIDIR?

MEZHEP NEDİR? İHTİYAÇ MIDIR?

Mezhepler gerek itikâdî alanda gerekse amelî alanda, dini anlama faaliyetinin tabiî bir neticesidir. Kaynaklardan hüküm çıkarma ehliyetine hâiz bir fert hayat nizamı olan dinini anlamak ve öğrenmek gayesiyle dinin ana kaynaklarına belirli bir metod/usûl çerçevesinde yöneldiğinde karşısında, ya daha önce mezheplerden biri tarafından ifade edilmiş bir hüküm bulur veya o mezheplerin dile getirmemiş olduğu farklı bir hüküm ortaya koyar.

Her hâlükârda her iki hüküm de bir mezheptir. Zira mezhep, kelime anlamı itibariyle bir mesele ile ilgili ileri sürülen görüş demektir. Bazı mezhepler kendilerinden sonra gelen tâbîleri tarafından çok itibar görmüş ve kurumsallaşmıştır. Bazı mezhepler ise muteber bile olsa tâbîleri azaldığından kurumsallaşamamış ve günümüze kadar ulaşamamışlardır.

Şunu unutmamak gerekir ki ister itikâdî ister amelî olsun hak mezhep olarak günümüze ulaşan mezheplerin hiç birisi tevhit, nübüvvet gibi dinin asıllarında ihtilafa düşmemişlerdir. İhtilaf ancak dinin asılları dışında kalan fer‘î meselelerde olmuştur. İlim ehli arasında ihtilafların meydana gelmesini bizâtihi Şâri-i Zü’l-Celâl murad etmiştir. Bu tür ihtilafların çıkış sebeplerini özetle şu şekilde izah edebiliriz:

İçtihat ehliyetini hâiz bir âlim, çözüm bulması gereken itikâdî veya amelî bir meselede öncelikle Kur’an-ı Kerîm’e müracaat eder. Kur’an’ı başından sonuna kadar gözden geçirir. Çözümünü aradığı meseleyle ilgili doğrudan bir hüküm bulduğunda içtihat faaliyeti sona ermiştir. Bazı durumlarda çözümünü aradığı meseleyle ilgili Kur’an’da doğrudan açık/sarîh bir nas bulamaz. Fakat o meseleye dair umûmî bir ifadeye (âmm bir lafza) veya mutlak bir lafza yahut kapalı (mücmel bir lafza) rastlar. Bu noktada o umûmî hükmün kapsamına hangi meselelerin girdiğini, mutlak lafzın herhangi bir kayıtla kayıtlanıp kayıtlanmadığını, mücmel lafzın nasıl beyân edileceğini araştırır. Bunu yaparken diğer ayet-i kerimelerden ve dil kurallarından istifade eder ve sünnet-i seniyyede bununla ilgili bir izah olup olmadığını araştırır. Bu çaba da içtihadın bir parçasıdır (içtihâd-ı beyânî). Karşısına çıkan meseleyle ilgili bu yöntemle bir hüküm bulamamışsa mezkûr naslarda çözümünü aradığı mesele ile aralarında illet benzerliği bulunan başka bir meselenin olup olmadığını araştırır. Bulursa ona kıyas ederek çözüme ulaşmaya çalışır. Bulamadığı takdirde ikinci ana kaynak olan sünnet-i seniyyeye müracaat eder. Yukarıdaki faaliyetlerin benzerini sünnet-i seniyye içerisinde de gerçekleştirir.

Her iki ana kaynak üzerinde yapılan içtihadî faaliyetlerde müçtehitlerin ihtilafa düşmesine sebep olan hususlardan biri de nesih meselesidir. Bazen Kur’an nassında bazen de hadis-i şerifler arasında nâsih mensûhun tespiti, yani hangi ayet-i kerimenin veya hadis-i şerifin zaman bakımından diğerinden önce veya sonra olduğunun belirlenmesi de zaman zaman müçtehitlerin farklı görüşler beyan etmelerine sebep olmaktadır.

Müçtehit, Kur’an’da veya sünnette doğrudan veya kıyas yoluyla da olsa dolaylı olarak hüküm bulamadığında dinin ana ilkelerinden hareketle bir hükme ulaşmaya çalışır. Bunu yaparken hem ferdin hem de toplumun dünyevî ve uhrevî maslahatlarını gözetir. Bütün bu içtihat faaliyetlerini gerçekleştirirken ulaştığı hükmün dinin ana gayeleriyle çelişip çelişmediğini sürekli kontrol eder. Buna usûl literatüründe, istihsan denir.

Rasûlullah (s.a.v) Muaz b. Cebel’i (r.a) Yemen’e vali olarak ve oradaki Müslümanlara dinlerini öğretmek amacıyla gönderdiğinde kendisine sorar: “Sana bir dava getirildiğinde ne ile hüküm vereceksin?” Muaz b. Cebel (r.a): “Allah’ın kitabıyla hüküm veririm.” “Ya Allah’ın kitabında bulamazsan?” “Rasûlullah’ın sünnetiyle hüküm veririm.” “Ya onda da bulamazsan?” “O takdirde re’yimle içtihat ederim, hüküm vermekten imtinâ etmem.” der. Rasûlullah (s.a.v) Muaz b. Cebel’in bu cevabından memnun kalır ve göğsüne mübarek eliyle vurup: “Allah Rasûlünün elçisini, Allah Rasûlünün razı olduğu şekilde cevap vermeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun!” buyurur.[1]

İşte Muaz b. Cebel’in “re’yimle içtihat ederim” sözündeki içtihat, özet bir şekilde yukarıda anlatmaya çalıştığımız çabayı ve faaliyeti ifade etmektedir. Bu faaliyet bizatihi Allah’ın ve Rasûlünün razı olduğu bir faaliyettir.

Unutulmamalıdır ki Allah katında doğru ve hak olan hüküm bellidir. Müçtehidin bu faaliyeti Allah katında doğru olan hükmü bulma çabasıdır. Klasik literatürde “İçtihat muzhirdir, müsbit değildir.” sözüyle anlatılmak istenen de budur. Hadis-i şerifin ifadesiyle müçtehit isabet ettiği takdirde iki ecir, hata ettiği takdirde bir ecir alacaktır. Rasûlullah (s.a.v) zamanından beri bilinen ve uygulana gelen bu hakikat de mezheplerin varlığının ve ihtilafının tabiî ve Rızâ-i Bârî’ye uygun olduğunun isbâtıdır.

Din-i mübin-i İslam’ı ana kaynaklarından öğrenme ve içtihat etme kudreti bulunmayan insanların bu ehliyete sahip bir müçtehidin görüşlerine bağlı olarak kulluğunu sürdürmesi bir zorunluluktur. Aksi takdirde insanlar bilgisi ve ehliyeti olmadığı halde dini bir meselede kendi başına hüküm vermek zorunda kalacaktır ki bu Şârî Teâlâ’nın razı olmayacağı bir husustur. Kaldı ki günümüze kadar ulaşan hak mezhepler sadece bir müçtehidin görüşlerinin benimsenmesi şeklinde gelişmemiş, aksine o müçtehidin talebeleri ve talebelerinin talebeleri vasıtasıyla asırlar boyunca, tekrar tekrar, delilleriyle birlikte gözden geçirilmiş, tercihe şayan olanlar belirlenmiş, yanlış olduğu düşünülen hükümler tashih edilmiş ve insanlara hangi görüşle amel etmeleri gerektiği, hangi hükmün fetvaya uygun olup olmadığı belirtilmiştir. Mezhepler bu şekilde asırlar içerisinde kurumsal yapılar haline dönüşmüştür.

İnsanların itikâdî ve amelî hayatlarının tutarlılığı da bir mezhebe bağlı olmaktan geçer. Ehliyet sahibi olmayan kişilerin kendi arzu ve isteklerine uygun olarak farklı mezheplerden görüşler seçip onlarla amel etmeye çalışması kendi içerisinde bir tutarsızlığı barındırmaktadır. Zira her mezhep bir usûl ve metod çerçevesinde hareket etmiştir. Her insan gerek itikaden gerekse amelen kendi içerisinde tutarlı bir kulluk hayatı yaşamalı, ilâhî huzurda hayatındaki tutarsızlıkların hesabını vereceğini unutmamalıdır.

İslam tarihinin bazı dönemlerinde mezheplerden bazılarının kanunlaştırıldığına da şahit olmaktayız. Mezhep karşıtları, bunu da asılsız gerekçelerle tenkit etmektedirler. Hâlbuki hukukî hayat, istikrarı gerektirir. Bir şahsın toplumsal hayatta hangi kanun ve yönetmeliklere göre hareket edeceğinin belirlenmesinden daha tabiî ne olabilir. Kanunsuz suç olmayacağı hemen hemen bütün hukukçuların kabul ettiği bir ilkedir. Bir idarecinin hukukî hayattaki belirsizliği gidermek amacıyla böyle bir yola başvurması idarî bir zarurettir. İçtihat faaliyetinin duraksaması içtihat ehliyetine haiz kişilerin azalmasından kaynaklanmaktadır. Toplumsal düzen ve istikrarın sağlanması için atılan böyle bir adım, içtihat faaliyetinin duraksamasının gerekçesi olamaz. Kaldı ki hukukî hayat bir bütündür. Toplumsal yapı ne kadar hızlı değişirse değişsin insanın fıtratı değişmez. Ticarî, iktisadî, toplumsal gelişmeler ise şeklen değişiklik arz etmiş olsa bile özünde çok fazla değişikliğe uğramaz.

Netice itibariyle zamanımızda yaygınlaşmaya başlayan mezhep karşıtlığının teorik ve pratik açıdan haklı bir yanı bulunmamaktadır. “Mezhepler dinin anlaşılmasının önünde engeldir.” şeklindeki söylem, akıl ve mantık süzgecinden geçmemiş içi boş bir iddiadan ibarettir. Tenkit gerekçesi, İslam ümmetinin parçalanmış olması ve bir araya gelememesi ise bunun suçlusu mezhepler veya mezhep sahipleri değildir. Zira hiçbir mezhep, mezhep taassubu sebebiyle tefrikaya düşülmesine rıza göstermez. Ümmet olamamanın önündeki en büyük engel dinimizi hakkıyla anlamamak ve yaşamamaktır. Tefrikanın sebebini yanlış yerde aramak da maalesef bu yanlışa katkı sağlamaktadır.

 

[1] Ebu Dâvud, “Akdiye”, 11, (3592, 3593); Tirmizi, “Ahkâm”, 3, (1327, 1328).