İçeriğe geç

Muhabbet Yolu Olarak Sünnet

Sözde Peygamber Sevgisinden Özde Peygamber Sevgisine

Bu yazının konusu, kulluğun nihaî gayesi Muhabbetullâhın Habîbullâh’ı sevmeye, O’nu sevmenin de O’nun sünnetine uymaya bağlı olduğudur. Ümmetin sünnetten tamamen uzaklaştığı modern çağda, son yıllardaki Kutlu Doğum programlarında görüldüğü gibi, yuvarlak sözlerle soyut, içi boş bir peygamber sevgisi yayılmakta, “Peygamberimiz açlıktan karnına taş bağlardı” gibi rivayetlerle avunan Müslümanların çoğunluğu, maalesef bu sevgiyi hayatlarına yansıtmak için hiçbir kaygı duymadan yaşamaktadırlar. Hâlbuki ebedî saadet, sözde peygamber sevgisinden özde peygamber sevgisine geçmeye bağlıdır. Kanaatimizce bunun için peygambere ittibâ ve muhabbetin ebedî saadet yolunu, dinin özünü oluşturduğunu keşfetme ve bu sevgiyi ete-kemiğe büründüren Nevevî ve Hacıveyiszâde gibi eski ve çağdaş salihlerin hayatlarından ibret alma ihtiyacındayız.

Varlığın Kaynağı Muhabbet

Sevgi, şiir ve hamaset konusu mücerret bir kavram değildir. Varlığın kaynağı hubb=sevgidir. Zira Arapça “hubb” (حُبّ) sevgi, aynı kökten gelen “habbe” (حَبَّة) (Bakara, 2/261) ise “tane, kök” mânâsına gelir. Demek ki bir ağaç, tohumdan vücut bulduğu gibi bütün varlık da sevgiden vücut bulmuştur. Allah, mutlak gayb, sırf zât, zâtiyyet, ehadiyyet mertebesinde, istiğrak halinde, kenz-i mahfî iken tanınmayı sevdi. Hadîs-i kudsîde buyurulduğu gibi: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim de kâinatı yarattım” (كُنْتُ كَنْزاً مَخْفِياً فَأحْبَبْتُ أنْ اُعْرَفُ فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِاُعْرَفَ).

Sohbet, birinin yanında yer almak, hemdem olmak, muhabbet ise birine altı yönden meyl demektir. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin Dîvân-ı İlâhîyât’ında buyurduğu gibi:

Hakk’ı koyup bâtıla meyl ü muhabbet neden

Tâbi‘-i şeytân olup fitne vü şirret neden

 

Tasavvufî literatürde hadis olarak zikredilen “Ben Allah’tanım, mü’minler de bendendir” sözünün belirttiği üzere Rabbimiz, “muhabbet-i zâtiyye”sinden “taayyün-i hubbî” olarak Habîbi Muhammed ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın nurunu ve onun nurundan bütün mahlûkâtı yarattı (Ceylânî 2007: 20, 75, Avcı 2004: 245). Kâinatın varlık sebebi, Allah’ın zâtına duyduğu “muhabbet-i asliyye”den kaynaklanan Habîbine duyduğu bu “muhabbet-i fer’iyye”dir. Süleyman Çelebi (1990: 117), Mevlid’inde:

Gel habîbüm sana âşık olmuşam

Cümle halkı sana bende kılmışam

Ben sana âşık olunca ey şerîf

Senin olmaz mı dü ‘âlem ey latîf

 

beyitleriyle bu muhabbeti aşk olarak tavsif eder. Sultan II. Mahmud’un hanımı ve Sultan Abdülmecid’in annesi olan Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın kullandığı mühründe kazınmış ibare de bu muhabbeti şiirleştirir:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl,

Zuhûrundan bezm-i âlem oldu vâsıl.

Kâinat, ilahî muhabbetten kaynaklanan rubûbiyet/‘ubûdiyet münasebetine dayanır. Geniş mânâda ‘ubûdiyet, Türkçede canlı/cansız dediğimiz bütün âlemlere şamildir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Âlemlerin Rabbi” yanında, “İnsanların Rabbi” ve “Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi” (رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا) tabirleri bunu ifade eder. ‘Ubûdiyet, “‘ubûdet ve ibadet” olarak ikiye ayrılır. ‘Ubûdet=‘abdiyet, ilim=marifetullâh, ibadet=‘âbidiyet, amel=tâatullâhtır. Arapça ‘ubûdet, itaat demektir; bunun faili ‘abd’e, itaati eğer iradî ise kul, değilse köle denir. Buna göre ‘âkıl âlemler kul, gayr-i ‘âkıl âlemler ise köledir. Ancak âyet, bu ayırımın bile mecazî olduğunu ifade ediyor:

ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ

“Sonra göğe, o bir duman halinde iken teveccüh etti. Sonra ona ve yere buyurdu ki: «İsteyerek veya istemeyerek geliniz». Onlar da, «İsteyiciler olarak geldik» dediler” (Fussilet, 41/11). Emanet âyeti de Rabbimizin gökler, yer ve dağlarla konuşmasına işaret eder: “Evet, biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik; onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O cidden çok zâlim, çok câhil bulunuyor” (Ahzâb, 33/72).

‘Ubûdiyetin ‘ubûdet ve ibadet denen marifetullâh ve tâatullâh işlevleri, âlemlere göre umumî ve hususî, tesbih/hamd, zikir/şükür olarak ayrılır. Canlı/cansız, ‘âkıl/gayr-i ‘âkıl bütün âlemlerin marifetullâhı tesbih, tâatullâhı hamd; akıl sahibi insan ve cinnin marifetullâh ve tâatullâhı ise zikir ve şükürdür. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen, “Onun için yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol” (Zümer, 39/66) âyeti, ibadetin özel adı olarak zikir/şükür münasebetini ifade eder. Arapçada aynı kökten gelen muhabbet (h-b-b) ile tesbih (s-b-h) kelimeleri arasında iştikak, iki kavram arasındaki mânâ münasebetini gösterir: “Arşı taşıyanlar ve çevresindekiler, Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na inanırlar ve müminler için istiğfarda bulunurlar: “Rabbimiz! İlim ve rahmetle her şeyi kuşattın; tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve onları Cehennem azabından koru” (derler)” (Mümin, 40/7). Diğer varlıkların devrevî muhabbet hareketi de “tesbih”in türediği “sebh” kelimesiyle ifade edilir: “O ki geceyi ve gündüzü ve güneşi ve ayı yarattı. Her biri bir felekte sebh ederler (yüzer, devr ederler)” (Enbiyâ, 21/33).

‘Ubûdet işlevi olarak zikir, insanın tabiatından kaynaklanır. Arapça insan kelimesi, zikrin zıddı nisyan kökünden gelir; sadece insan, unutan ve hatırlayan bir varlıktır. Abdullah İbn Abbas’a atfedilen, “İlk unutan, insanların ilkidir” (أَوَّلُ ناسٍ أوَّلُ النَّاسِ) sözünün ifade ettiği gibi. Bu söz, Hz. Âdem’in ontik hikâyesinin ifadesidir. Hz. Âdem ile Havva, ilahî imtihan uyarınca şeytanın iğvâsıyla Rabbimizin “Sakın bu ağaca yaklaşmayın” tembihini unutarak yasak ağacın meyvesinden yiyince cennetten dünyaya, vatandan gurbete sürüldüler. Hz. Âdem’in tevbesini kabul eden Rabbimiz, ona vatanına dönüş için din nimetini bahşetti. Din, kaybettiğine yeniden kavuşması için Allah’ın insana verdiği bir Deyn (Borç), dinin kaynağı Kitap ve Sünnet ise unuttuğunu hatırlaması için Zikir’di. Zikir, Rabbini tanımak üzere insanın elest bezminde verdiği ahdi, aynı zamanda beka yurdu cenneti, cennet hayatını hatırlaması demektir. İnsanın gayesi, ayrı düştüğü Rabbine yaklaşmak, cennete kavuşmaktı.

‘Ubûdet=‘abdiyet, marifetullâh ile tezellül, ibadet=‘âbidiyet, tâatullâh ile takarrubdur. Ubûdiyetin başı Allah’a karşı tezellül=alçalma, sonu Allah’a doğru takarrub=yaklaşmadır; tezellül nefy, takarrub isbattır; nefy olmadan isbat olmaz. Tezellül, Allah tarafından Hz. Âdem’e secde emrine karşı gelen İblis’in tekebbürünün nefyidir: “Hani Biz meleklere “Âdem’e secde ediniz” demiştik; onlar da hemen secde edivermişlerdi. Yalnız İblîs kaçınmış, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu” (Bakara, 2/34). Dinin direği, ana ibadet namaz, namazın özü secde, secdenin gayesi de Allah’a yaklaşmaktır. En doğru görüşe göre Allah Rasûlü ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâma indirilmiş ilk sûre olan Alak’ın son âyetinde bildirildiği gibi: “Sakın onu dinleme de secde et ve yaklaş” (Alak, 96/19). Bunları toplu olarak şöyle bir tabloda göstermek konuyu daha iyi anlatacaktır:

 

 Rubûbiyet

‘Ubûdiyet

 
MarifetullâhTaatullâh
‘Ubûdet/‘Abdiyetİbadet/‘Âbidiyet
İlim

Tesbih

Zikir

Tezellül

Nefy

Amel

Hamd

Şükür

Takarrub

İsbat

 

Habîbine Uyma Allah’ı Sevmenin Delilidir

Dahası ibadetin özü zikir, İman=Tasdik ve İslâm=Tevhid olarak ikiye ayrılır. İman, Rasûlü “tasdik”; İslâm, Allah’ı “tevhid”dir. Dahası bu, peygamberlerden bir peygamber değil, “Ben Allah’tanım, mü’minler de bendendir” hadisinin belirttiği üzere, Allah’ın, bütün mahlûkâtı nurundan yarattığı, Ebü’l-Ervâh, Seyyidü’l-‘Âlemîn olan Muhammed ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmdır. Şu halde kulluğun nihaî gayesi, ilahî muhabbet, Habîbini sevmeye, bu ise O’na uymaya bağlıdır. O’na uymadan ve sevmeden doğrudan Allah’ı sevmek imkânsızdır. Bu farkı İslâm tarihinde en net Hz. Râbia ile İmam Rabbânî örneklerinde görmek mümkündür. İmam-ı Rabbânî (Serhendî 2007: 43), Risâletü’l-Mebdei ve’l-Me’âd isimli eserinde bu farkı şöyle anlatır:

“Bir gün bir grup dervişle otururken bu fakir, Rasûl-i Ekrem ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâma olan muhabbetinin kemalinden, “O’nun muhabbeti onu öyle sarmıştır ki Allah Sübhânehû’yu Muhammed ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın Rabbi olmasından dolayı seviyor” dedi. Meclistekiler bu söze şaşırdılarsa da inkâr ve muhalefet gösteremediler. Benim bu sözüm, Hz. Râbia’nın sözüyle çelişiyor. O şöyle demişti: “Rüyamda Rasûlullah sallallâhü ‘aleyhi ve selleme “Senin muhabbetine kalbimde yer kalmayacak şekilde Allah Teâlâ’nın muhabbeti beni sardı” dedim.”

Bu sözlerin ikisi de sekri ifade ediyorlarsa da asl olan benim sözümdür. O tam sekirde iken söylemiş, ben ise sahvın başında söylemişim. Onun sözü sıfatlar mertebesinde, benim sözüm ise Zât mertebesinden dönüşten sonradır. Çünkü Zât mertebesinde böyle muhabbete yer yoktur; bütün nisbetler o mertebeden acizdir. Orada hep hayret veya cehl vardır. Belki o mertebe, zevkle muhabbetin nefyidir. Salik o mertebede kendini muhabbette bâkî göremez. Muhabbet ancak sıfatlarda olur. Bahsettikleri zâta ait muhabbetten maksat, Zât-i ehadiyyet değil, bazı itibarları ile zâttır. O hâlde Râbia’nın muhabbeti sıfatlar mertebesindedir.”

Rabbimizin buyurduğu gibi:

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir” (قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ) (Âl-i İmran, 3/31). Allah’ın muhabbeti, kulluğun nihaî gayesi ve vuslatın en kestirme yoludur. Maraşlı Ahmed Tâhir Efendi, “İnsanlar Allah’a birçok yoldan varırlar, fakat en kısa ve kestirme yol muhabbettir” der. Allah’a muhabbet ise Onu marifete bağlıdır. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim de kâinatı yarattım” (كُنْتُ كَنْزاً مَخْفِياً فَأحْبَبْتُ أنْ اُعْرَفُ فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِاُعْرَفَ) hadis-i kudsîsinde de muhabbetin marifetten önce gelmesi, onun marifete bağlı olduğunu gösterir. Çünkü Hz. Ali’ye atfedilen, “Kişi, bilmediğinin düşmanıdır” sözünün de tersinden ifade ettiği gibi, insan bildiğini sever, bilmediğini sevmez. Bu yüzden Hasan Basrî hazretleri, “Rabbini bilen O’nu sever, dünyayı bilen onu hor görür” der.

Allah’ı marifetin yolu ise Onun Habîbine uymaktır. Hasan Basrî, bu âyete atıfla buyurdu: “Allah’ı sevmenin alameti, Rasûlullah sallallâhü ‘aleyhi ve sellemin sünnetine ittibâdır.” Başka bir yerde de: “Mü’minlerin, Allah’ı sevmesinin alameti, Rasûlü’nün sünnetine ittibâ kılındı” وكان علامة حبّه إيّاهم اتّباع سنّة رسول اللّه صلّى اللّه عليه وسلّم») (وفي موضع آخر «فقد جعلت علامة حبّهم اللّه اتّباع رسوله (el-Lâlekâî 2001: I/71). Zünnûn Mısrî de benzer bir yorum yapar: “Aziz ve celîl Allah’ı sevenin alameti, ahlâkında, fiillerinde ve sünnetlerinde Habîbullâh sallallâhü ‘aleyhi ve selleme uymasıdır (من علامات المحب لِلَّهِ عَزَّ وَجَلَّ متابعة حبيب اللَّه صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي أخلاقه وأفعاله وأوامره وسننه.) (el-Kuşeyrî 2017: 105).

Türkçede uymak kelimesi, ittibâ ile muvafakat kelimelerinin ikisini de ifade ettiğinden karışıklığa sebep olabilir. Biz, Rasûlullah ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm Efendimize İmam olarak tâbi‘ olduktan, “ittibâ” ettikten sonra Sünnetine “muvafakat” ederiz. Yani mü’minler, O hayattayken Mescid-i Nebî’de arkasında saf tuttuklarında O’na imam olarak ittibâ, namaz kıldıklarında da muvafakat etmiş olurlar. Burada “Beni namaz kılıyor gördüğünüz gibi namaz kılın” (صلوا كما رأيتموني أصلي) buyurduğu üzere, namazı eda tarzı O’nun Sünnetidir. Mü’mini Allah’a yaklaştıracak ideal namaz/ibadet, ancak imam olarak O’na uyarak eda edilir. Muhabbetin lügavî mânâsı “meyil”, meylin dinî mânâsı ise ibadetler yoluyla Allah’a yaklaşmak, “kurbet”tir. Meylin yolu yok, ancak kurbetin yolu vardır: Muvafakat. Ancak Habîbullâh’ın gösterdiği şekilde, O’nu görüyormuş gibi namaz kılan, Allah kendisini görüyormuş gibi ihsan mertebesinde hakikî namaz kılabilir. Habîbullâh’ı seven, imam olarak O’na uyar, O’na uyarak da ilahî kurbet ve marifete ve nihaî gaye olan Allah’ın muhabbetine erişir. Şematik olarak gösterirsek:

Rasûlullah’ı marifet, ünsiyet ®muhabbet, meyil ®iman, tasdik ®ittibâ ®muvafakat ®ilahî kurbet ®marifet ®muhabbet.

 

Habîbullâh’a Muhabbet İlahî Hidayetin Delilidir

Burada muhabbet ile ittibâ arasındaki sebep/sonuç münasebetinin yönü meselesi akla gelebilir. Yani muhabbet, ittibânın sebebi midir, sonucu mudur? Biz, Habîbullâh’ı sevdiğimiz için mi ona uyarız, uyduğumuz için mi severiz? Bizzat Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm Efendimiz, kendisine uyanın seveceğini, ittibânın muhabbete götüreceğini beyan eder: “Kim benim sünnetimi ihya ederse beni sevmiş olur. Beni seven de cennette benimle beraber olur” (مَنْ أَحْيَا سُنَّتِي فَقَدْ أَحَبَّنِي وَمَنْ أَحَبَّنِي كَانَ مَعِي فِي اَلْجَنَّةِ) (el-Müttakî 2004: 1/105, Arslan ‎2015).

Diğer taraftan bütün hidayet Allah’tan olduğuna göre, hidayetin başlangıcı Habîbine muhabbet de Allah’tandır. Gazâlî’nin de belirttiği gibi iman, aslında Habîbullâh’ı tasdiktir (Işık 2007: 23). Âyet, Habîbine iman muhabbetini bize Rabbimizin verdiğini beyan ediyor:

وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللَّهِ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِّنَ الْأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ أُوْلَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ

“Ve biliniz ki aranızda muhakkak Allah’ın Rasûlü vardır. Eğer o, birçok işte size itaat edecek olsaydı elbette helâke düşerdiniz. Ancak Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi ve size küfrü ve fâsıkane hareketleri ve isyanı çirkin gösterdi. İşte rüşde erenler de onlardır” (Hucurât, 49/7). O halde yukarıda verdiğimiz zincirin başına hidayeti eklemek gerekmektedir: Hidayet ®Rasûlullâh’ı marifet, ünsiyet ®muhabbet, meyil ®iman, tasdik ®ittibâ ®muvafakat ®ilahî kurbet ®marifet ®muhabbet. “Hediyeleşin sevişin” (تَهَادُوا تَحَابُّوا) hadîs-i şerîfi de, Rasûlüne muhabbetin ilahî hidayetin eseri olduğunu belirtir (el-Müttakî 2004: VI/44).

Hüseyin Vassâf (2006: 175), Mevlid Şerhi Gülzâr-ı Aşk’da sünnete muvafakatin, ilahî rahmetin delili olduğunu güzel izah eder. Hidayete erenler, sünnet ve muhabbet ehlidir:

“Duhûl-i cennet ‘ibâdetle değildir, diye bir hâtıra gelirse, ona şöyle cevap vermişlerdir: Bir kula Allah Teâlâ fazl ve ihsân edecek oldukda onun kalbine ilhâm edip, o kulun tarîkat-ı Muhammediyye üzere gitmeğe şevkı tezâyüd eder. Sünnet-i seniyye ile ‘amel eyler. Ekseriyâ fazl-ı Hak’tan mahrûm olan kimseler tarîk-ı sünneti bırakıp bid’at yoluna giderler. Sünnete ittibâ‘ eylemek Allah Teâlâ’nın fazl u ihsânına delâlet eyler. Bir kimseye Hak Teâlâ’nın rahîmiyyeti mi var, yoksa ‘azâbı mı var, bilmek istersen ahvâline nazar eyle. Eğer o kimse sünnetle ‘âmil ise, Hakk’ın tecellî-i cemâl ve rahmetine mazhar olmuştur. Eğer sünnetle ‘amel eylemezse, belki Hakk’ın celâl ve gazabına mazhar olmuştur.

“en-Nikâhu sünnetî, fe-men rağibe ‘an sünnetî fe-leyse minnî (Nikâh benim sünnetimdir. Kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir)” hadîs-i şerîfine ‘atf-ı nazar et. Ümmet-i Muhammediyye sünnet-i seniyye ile ‘amel ederlerse Hak Te’âlâ gökden rahmet indirip ve yerden bereket ihrâc edip, müstağrak-ı safâ-yı sürûr olurlar ve şerr-i a’dâdan emîndirler. Eğer sünneti terk ederlerse rahmetten bereketten mahrum olup a’dâlarına mağlûb olurlar. Bâtıl yolunda olanlar, hak yolunda olanlara ta’addî ederler. ‘Azîzim bunca çekilen zahmetler, meşakkatler, gerek enfüsde, gerek âfâkda sünnet-i seniyyeye ittibâ’ eylememekten oluyor. Bir kavim sünnet-i seniyye ile amel ederse hâlleri güzel olur. Mü’mine lâyık olan, bildiği ve işittiği sünnetlerle ‘amel edip, elinden geldiği kadar icrâ-yı sünnete sa‘y u gayret eylemekten tarîk-ı sünnete tâlib ü râgıb olmakdır ki muhabbet semeresiyle yarın rûz-ı cezâda şefâ‘ata mazhar ola.

“Şefâ‘atî li-ehli’l-kebâiri min ümmetî (Şefaatim ümmetimden büyük günâh işleyenleredir)” hadîs-i şerîfinde buyurulduğu üzere ümmetten murâd ehl-i muhabbettir.”

Habîbine iman ve ittibâ, Allah’ın vehbi iken bunun husûlü kulun kesbine bağlıdır; Hâris Muhâsibî’nin ifade ettiği gibi: “Bâtınını murakabe ve ihlâsla tashih edenin zâhirini Allah mücahede ve sünnete ittibâ ile tezyin eder (من صحح باطنه بالمراقبة والإخلاص زين اللَّه ظاهره بالمجاهدة واتباع السنة) (el-Kuşeyrî 2017: 120). İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri de ittibânın fiilî muhabbet, muhabbetin de küllî ittibâ olduğunu güzel açıklar: “…âdâb maa-Rasûlillâh dahi iki nev‘dir: Zâhiren, sünnet-i ‘aliyyeleriyle müteeddib ve bâtınen hubb-i Rasûlillâh ile müstağrak olmaktır. Hulâsa-i kelâm, kalben ve kâlıben ve zâhiren ve bâtınen her halde Hazreti Allah ve Rasûlullah sallallâhü ‘aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerine ittibâdır” (Seyyid Mustafa Râsim Efendi 2008: 143).

 

Sözde Değil Özde Muhabbet

 

Bu, Habîbullâh’a muhabbet-ittibâ münasebetini özlü bir şekilde ifade etmektedir. Rabbimizin, Ahzâb, 33/56. âyette, mü’minlere Habîbullâh ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm için emrettiği “salât” kavramı, özünde “dua” mânâsına gelir. Farsça “niyaz”, duanın özü, “namaz” ise şeklini ifade eder. Asl olan, ilahî muhabbete götürecek olan O’nu sevmektir; sünnetine uymak ise bu sevgiyi göstermektir. Yani fiil olarak gösterilmediği takdirde sevginin his ve söz olarak kıymeti yoktur. Birinin birine uymadan sevdiğini söylemesi, boş bir iddiadan ibarettir. Peygamberini Allah’ın Habîbi olduğu için seven iman=tasdik eder, iman eden ittibâ eder, ittibâ eden sünnetine muvafakat eder, sünnetine muvafakat eden de zâhir ve bâtınını temizleyerek, Allah’ın Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanarak ilahî muhabbete ve ebedî saadete erişir. Peygamber’e muhabbetinden hırkasına nail olan Üveys Karânî “Din muvafakattir”, Ebû Ali Rûzbârî de “Muhabbet muvafakattir” (المحبة الموافقة) der (el-‘Attâr 2009: 44, el-Kuşeyrî 2017: 653). Buna göre “Din muhabbet, muhabbet muvafakattir” sonucuna varabiliriz.

Fiilî muhabbet olarak ittibâ, aynı zamanda muhabbetin keyfiyeti uyarınca küllîdir. Yani mü’min, peygamberini fiilen sevmek, külliyen uymak zorundadır. Sohbet, birine bir yönden, muhabbet ise altı yön denen her yönden meyl demektir. Ebû Ali Rûzbârî “Muhabbet, şaşkın bir kalple daimî meyldir” (المحبة الميل الدائم بالقلب الهائم), Seyyidü’t-Tâifeteyn Cüneyd Bağdâdî, “Muhabbet, neyl (nailiyet) olmaksızın meylin ifratı” (المحبة إفراط الميل بلا نيل), Muhammed b. Fazl ise “Muhabbet, sevgilinin muhabbeti dışındaki bütün muhabbetin kalpten düşmesidir (المحبة سقوط كُل محبة من القلب إلا محبة الحبيب)” der (el-Kuşeyrî 2017: 652, 655). Bu mânâda sevgi, küllî ve mutlaktır, parçalanamaz ve kayıtlanamazdır. Seven sevdiğine her bakımdan, kayıtsız şartsız uyar. Parçalı ve kayıtlı sevgi olamayacağına göre parçalı ve kayıtlı uyma da olmaz. Sünnet, lafzen “dinde tutulan yol, açılan çığır” demektir. Bu çığır, mumun etrafında dönen pervane misali, mevcûdâtın Muhammedî muhabbetle kendi mihveri etrafında döndüğü feleğe benzetilebilir. İşte İmam Evzaî’nin “Sünnet nereye dönerse biz de oraya döneriz” (نــــــدور مــــع السنَّـــة حيــث دارت) (el-Lâlekâî 2001: I/65) sözü bu açıdan mânâlıdır.

 

Tam Muhabbet Tam İttibâ

Gazâlî’ye göre dâreyn saadetinin anahtarı, âdet/ibadet ayırımı yapmaksızın, yeme, içme, kalkma, oturma, uyuma ve konuşma gibi her şeyde sünnete uymak, Hz. Peygamber’i örnek almaktır. Tam ittibâdan söz edebilmek için bütün âdetlerde Hz. Peygamber’e uymak gerekir” (Köle 2015: 106). Zira insan hayatı, âdet ve ibadet dâhil amel olarak bir bütündür; Peygamber gibi fıtrî uyumadan, yemeden, sıhhatli yaşamadan, onun gibi hakikî namaz kılmak, ibadet etmek de mümkün değildir. Süleyman Çelebi (1990: 70) merhûm da bunu Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın ümmetine tavsiyesi olarak dile getirir:

Ol beni cân ile seven ümmetüm

Hem seve cânı gibi her sünnetüm

Cehd ide bir sünnetüm terk itmeye

Toğrı yolı koyup eğri gitmeye

 

Süleyman Çelebi merhûm, Hz. Peygamber ile onun yolundan giden ümmetin büyüklerinin tavsiyelerinden süzülen bir nasihat olarak Allah Rasûlü’nü candan seven mü’minlerin onun 4000 olarak sayılan sünnetlerinin her birini de candan sevmeyi, sünnetlerin birini bile terk etmemeyi, “Sırat-ı Müstakim=Toğrı Yol” denen Tarikat-ı Muhammediye’den sapmamayı tembihlemektedir. İmâm Nevevî Hazretleri, Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın nasıl karpuz yediğini bilmediği için ömrü boyunca karpuz yememiş, Hacıveyiszâde Mustafa Efendi de O’nun sıcak suyla abdest aldığına dair bir rivayet bulamadığı için hayatı boyunca sıcak suyla abdest almamıştır (Özdamar 1993: 452). Onlar, bu şekilde Habîbullâh’ın küçük-büyük demeden bütün sünnetlerini ifaya ihtimam gösterdikleri için erişilmez mertebelere çıkmışlar, Sevgilinin Sevgilisi olmuşlardır. O halde Allah Rasûlü’nün sünnetlerini ihmal etmek, hatta içinde bunlardan birini bile tatbik arzusu, niyeti taşımadan yaşamak, ilahî rahmet ve hidayetten, nebevî muhabbetten uzaklığın, dalalet ve şakavetin delilidir.

“Biz, Habîbullâh’ı sevdiğimiz için mi Ona uyarız, uyduğumuz için mi severiz” sorusu, “yumurta/tavuk” münasebetine benzetilebilir. İnsan, Habîbullâh’ı sevdikçe sünnetine daha çok uyar, Ona daha çok uydukça, benzedikçe empati ve sevgisi artar. Çünkü birine uymak ve benzemek, onun rengini almak, ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Muhabbetin önü sevdiğine yaklaşma, “ona doğru” gitmek, sonu onunla özdeşleşmek, “onun gibi” olmaktır. Muhabbetin sebebi sohbet ve ünsiyet, sonucu teşebbüh ve zikirdir. Sevmek, buluşmak ve benzemektir. Kişi, “İs yanına var is koksun, mis yanına var mis koksun” misali, buluştuğu ve sevdiği kişiye benzer, benzediği kişiyi sever. Mesela bugün bir genç bile, sevdiği bir şarkıcı veya futbolcuya her yönüyle benzemeye çalışır, saç ve sakal tipini ona benzetmeye, onun gibi görünme, giyinme ve davranmaya çalışır. Dolayısıyla ancak sureti Habîbullâh’ın suretine benzeyen, Onun gibi hissedebilir, düşünebilir ve Onu hakikaten sevebilir. Suret ve siret itibariyle Ona uymayan birinin Onu tam sevmesi imkânsızdır.

Diğer taraftan sevmek alışmak ve anmaktır. İnsan alışarak sevdiği bir kişiyi anar. Rasûlullâh sallallâhü ‘aleyhi ve sellemin, “Bir şeyi çok seven onu çok anar” مَنْ) (أَحَبَّ شَيْئًا أَكْثَرَ ذِكْرَهُ hadîs-i şerîfi, keza Ebû’l-Hüseyin en-Nûrî ile Zünnûn Mısrî’ye atfedilen bir söz de buna işaret eder: “Her şeyin bir cezası vardır. Arifin cezası da Allah’ın zikrinden kesilmektir” (لكل شَيْء عقوبة وعقوبة العارف انقطاعه عَن ذكر اللَّه تَعَالی) (el-Kuşeyrî 2017: 134, 504). Aksine biri, sevmediği bir kişiyi anmak ve görmek istemez; “Senin ismini anmayacağım, gözüm görmesin” sözlerinin belirttiği gibi.

 

KAYNAKÇA

Arslan, Osman (‎2015) Hadislerde Hz. Peygamber’i Sevmenin Gerekliliği (Yüksek Lisans Tezi, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, İstanbul).

el-‘Attâr, Ferîdüddîn (2009) Tezkiretü’l-Evliyâ. Muhammed el-Asîlî el-Vestânî (trc.), Muhammed Edîb el-Câder (yay.), Dımaşk: Dâru’l-Mektebî.

Avcı, Seyit (2004) Sûfilerin Hadis Anlayışı: Bursevî Örneği. Konya: Ensar.

Işık, Aydın (2007) “Küfür-İman Sınırında: Gazali’de Tasdik Kavramı ve Uzanımları,” DEÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi XXVI: 19-43.

Köle, Bekir (2015) “Sûfilerin Ahlâk Anlayışında Sünnete Uymanın Önemine Dair Bir Değerlendirme,” Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 20/34: 97-112.

el-Kuşeyrî, Ebû’l-Kâsım (2017) er-Risâletü’l-Kuşeyriyye. Enes Muhammed Adnân eş-Şerfâvî (yay.), Cidde: Dâru’l-Minhâc.

Küçük, Raşit (2007) Sevgi Medeniyeti: Allah’ta Kul, Kulda Allah Sevgisi. İstanbul: Rağbet.

el-Lâlekâî, Ebü’l-Kâsım Hibetullâh b. el-Hasen b. Mansûr et-Taberî (2001) Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâ’a, I-II. Ebû Yakûb Neş’et b. Kemal el-Mısrî (yay.), İskenderiye: Dâru’l-Basîre.

el-Müttakî, ‘Alâeddîn ‘Alî (2004) Kenzü’l-‘Ummâl fî Süneni’l-Akvâli ve’l-Ahvâl, I–XVIII. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyyye.

Özdamar, Mustafa (1993) Hacı Veyiszâde. İstanbul: Kırk Kandil.

Serhendî, Ahmed Fârûk (2007) Risâletü’l-Mebdei ve’l-Me’âdi. Asım İbrahim el-Keyyâlî (yay.),Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye.

Seyyid Mustafa Râsim Efendi (2008) Tasavvuf Sözlüğü: Istılâhât-ı İnsân-i Kâmil. İhsan Kara (yay.), İstanbul: İnsan.

Süleyman Çelebi (1990) Mevlid (Vesîlet-ün-Necât). Faruk Kadri Timurtaş (yay.), İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı.

Vassâf, Hüseyin (2006) Mevlid Şerhi Gülzâr-ı Aşk. Mustafa Tatçı, Musa Yıldız, Kaplan Üstüner (yay.), İstanbul: Dergâh.