İçeriğe geç
Anasayfa » MÜ’MİNLER İÇİN ÜMİT KAPISI ŞEFAAT

MÜ’MİNLER İÇİN ÜMİT KAPISI ŞEFAAT

             Şefâat; lügat olarak, ilave etmek, eklemek, bir şeyde öncelik tanımak, aracı olmak, bir suçlu veya muhtacın afvı için üçüncü bir şahıstan ricada bulunmak, iltimas etmek gibi birçok manaya gelmektedir.

İslâmi ıstılahta ise; peygamberlerin ve Allah katında yüksek derecelere sahip kişilerin, ahiret gününde bir takım günahkâr mü’minlerin affedilmeleri ve itaatkâr mü’minlerin mertebe ve derecelerinin yükseltilmesi için Allah Teala (c.c)’ya yalvararak niyaz ve duada bulunmasıdır.

Mü’minler, Allah Teâla’nın izniyle peygamberlerin, âlimlerin, sâlihlerin, şehitlerin ve özellikle de Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın şefâat yetkisini ümmetinden günah sahipleri lehinde kullanacağına inanmakla mükelleftirler.

Bu mükellefiyet Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in “Şefâatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.”[1] Hadis-i Şerifi ile bizlere haber verilmektedir:

Şefâati inkâr ederek ehl-i sünnet inancının dışında kalanlar, sapıklardan olurlar. Zira şefaati inkâr şefaatle ilgili nasları inkâr etmek demektir. Şefâati inkâr eden talihsizlere karşı Peygamber Efendimiz’in tavrı gayet açıktır: “Kıyamet günü şefâatım haktır. Ona iman etmeyen ona ehil olamayacaktır.”

Zikredeceğimiz Hadis-i Şerifler bizlere konuyla alâkalı daha net bir bakış açısı kazandıracaktır:

“Her peygamberin kendine has, kabul olunan bir duası vardır ve onunla dua ede gelmişlerdir. Fakat ben duamı ahirette ümmetime şefâat etmek için saklıyorum.”

“Kıyamet gününde güneş (insanlara) o kadar yaklaşır ki; (sıcağın tesiriyle) dökülen ter insanın (boynuna yükselir de) kulak ertesine erişir. İşte insanlar bu acıklı durumda bulundukları sırada Âdem (a.s)’dan şefâat dilerler. O ‘Ben bu yardıma sahip değilim.’ der. Sonra Musa (a.s)’dan yardım isterler. O da aynı şeyi söyler. Sonra Muhammed (s.a.v)’den şefâat dilerler. O şefâat eder. Sonra halk arasında hükmü yerine getirmek için ilerler, hatta cennet kapısının halkasını tutar. İşte o gün Allah Teala elçisine övülen makamı (makam-ı mahmûdu, şefaati) ihsan eder. Mahşer halkının hepsi de Muhammed (s.a.v)’i övgü ile anarlar.”[2]

Son Hadis-i Şerif’te ifade edilen durum eserlerimizde şefâat-i uzmâ olarak adlandırılır. Efendimiz (s.a.v)’in bu büyük şefâat makamını elde etmesi Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde yer alır:

“Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz (teheccüd) kıl. Umulur ki, Rabbi’nin seni Makam-ı Mahmud’a (övgüye değer makama) göndermesi (yakındır).”[3]

Şefâatle ilgili Âyet-i Kerimelerden ve Hadis-i Şeriflerden anlıyoruz ki şefâat ilâhi bir lütûf olup imanlı ve günahkâr insanlar için çok büyük bir merhamet ve ümit kapısıdır. Günahkâr mü’minlerin gönüllerine cennet pınarlarından serpilen serinletici ve ferahlatıcı bir rahmet damlasıdır. Erhamürrahimin olan Yüce Allah’ın, kullarına merhametinin bir tecellîsidir.

“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[4]

Şefâat hakkına ancak Allah’ın izin vereceği kimseler sahiptir. Şefâate lâyık olabilmek için de mutlaka iman sahibi olmak gerekir. Mü’min olmayanların şefâate lâyık olamayacakları göz ardı edilmemesi gereken bir hakikattir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şu Âyet-i Kerimelerde ifade edilmiştir:

“Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da yapacaklarını da) bilir. Allah’ın rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefâat etmezler. Onlar Allah korkusundan titrerler.”[5]

“Artık şefâatçilerin şefâati onlara fayda vermez.”[6]

Anlaşılan şu ki Allah Teala, insan için tüm imkânları hazırlamış, kulundan da kendi rızasına uygun adım atmasını istemiştir. Ancak o durumda kul şefâati umabilir.

Bu hususta Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kul, ‘Rabbim… Rabbim…’ dediği zaman Allah Teala ona şöyle buyurur: ‘Lebbeyk kulum, iste sana ihsan olunacaktır.’”

Allah Rasûlü (s.a.v)’nden nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de de şöyle buyurulmuştur:

“Her kim yanında ahirete bir iyilik getirmişse onun için asgarî on misli vardır. Belki daha da artırırım. Her kim bir kötülük getirirse bu kötülüğün cezası aynısı olur. Yahut da bağışlarım. Her kim bana bir karış yaklaşırsa; ben ona bir zira yaklaşırım. Her kim bana bir zira yaklaşırsa; ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben koşarak giderim. Bir kimse bana dünya kadar büyük günahla gelse dahi, şayet bana hiçbir şey ortak koşmamışsa; o günahı kadar büyük bir mağfiretle onu karşılarım.”
Allah Teala’nın rızasını göz ardı ederek kendi hayal ürünü ilahlarına tapanların istek ve arzularının Rabbimiz katında ne değer ifade ettiğini zikredeceğimiz Ayet-i Kerime çok güzel bir şekilde dile getirmektedir.

“Gerçek dua ancak O’na yapılır. O’ndan başka dua ettikleri ise kendilerinin hiçbir isteklerini karşılayamaz. (Onların durumu) ağzına suyun gelmesi için avuçlarını ona doğru açmış bekleyen adamın durumu gibidir. O kimse hiçbir zaman suya kavuşamaz. Kâfirlerin yalvarışı da işte böyle boşunadır.”[7]

Şefâatin bir de dünyevî kısmı olduğu İslâm âlimlerince kitaplarımızda zikredilmiştir. Dünya hayatında; bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka bir kimse için iyilik yapmasını talep etmek ya da birisine ulaşan zararı engellemek için gayret sarf etmektir. Yani bir başkası adına birilerine rica da bulunmaktır. Birinin önüne düşüp işinin görülmesi için aracı olmak manasındaki dünyevî şefaat “Kim güzel bir şefâatle şefâatte bulunursa ondan kendisine bir hisse vardır. Kim de kötü bir şefâatte bulunursa; ondan da kendisine bir hisse vardır.”[8] Âyet-i Kerimesinden hareketle kendi içinde ikiye ayrılır:

            Şefâat-i Hasene

İman edip Allah’ın ve kullarının haklarına riayetle birlikte, Müslümanlar’ın iyiliği ve hayrı için uğraşmak, onları kötülüklerden ve zararlardan koruma gayretinde olmaktır.

            Şefâat-ı Seyyie

Müslümanlar’ın ve diğer insanların zarara uğramaları, kötülüklere ve kötü yollara düşmeleri için sahip oldukları dini inançları ve gereklerini yerine getirmelerine engel olmak veya engel olma gayretinde bulunmaktır. Bu hususta kötülük çığırları açarak Müslüman bir milleti inançlarından koparmak için olağanüstü çaba sarf etmektir. Toplumsal irtidadı sağlamak maksadıyla Allah’ın en büyük lütfü olan İslâm dinini ve onun kazandırdığı kültürü reddettirmek gayretinde bulunmaktır.

Toplum yapısında ihtiyacını dile getiremeyen, derdini anlatamayan zayıf ve sahipsizlere sahip çıkıp aracı olmak kadar asil bir davranış yoktur.

Böyle davranmak hem insanî, hem de dinî bir görevdir. Başkalarının derdi ve ihtiyacıyla ilgilenilmeyen bir toplumda insanların sosyal hayatlarının bir değer ve manası kalmaz. Yüce dinimiz, İslâm toplumunun böylesine bir dağınıklığa ve ilgisizliğe itilmemesi için iyiliği, yardımlaşmayı, dayanışmayı, haklı davacıyı desteklemeyi ve din kardeşlerine yardımcı olmayı özellikle emreder.[9]

Allah, haksızlık, şer ve kötülüğe kapı açan konularda şefâatçi olmaktan kaçınılmasını ve bu hususlara vasıta olmaktan da sakınılmasını telkin ederken; dine, memlekete ve millete ahlak, fazilet, ilim ve irfan yolunda hizmet edenlerin yanında yer alınmasını, onların yalnız bırakılmamasını bildirerek haksızlıklardan yana olmanın büyük bir vebale yol açacağını hatırlatmaktadır.

Bu hususta Allah Rasûlü şöyle buyurmaktadır: ”İhtiyacını dile getirip yetkililere ulaştıramayanlara siz aracı olup onların ihtiyaçlarını gerekli yerlere ulaştırın. Kim ihtiyacını ulaştıramayan dileğini arz edemeyen kimsenin ihtiyaç ve dileğine aracı olup sultan veya yetkili kişilere iletirse; Allah kıyamet günü onun ayağını bu şefâatı sebebiyle sırat üzerinde tespit edip, ayağını kaydırmaz.”[10]

Bu noktada şunu da hatırlatalım ki; hangi hususta olursa olsun, Allah rızasını gözeterek bir insana menfaat sağlayıp, zarara uğramasını engellemek için şefaatte bulunan kimseye dünyada ve ahirette yaptığı davranıştan dolayı mükâfat vardır. Kötülüğe ve zararlara sebep olanın da bu kötü şefaatinin meydana getirdiği günah ve vebalden nasibi vardır.

Allah Râsûlü (s.a.v) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Her kim İslâm’da iyi bir çığır açarsa açtığı çığırın ecri ve kendilerinden sonra o çığır uyarınca amel edenlerin ecri onların sevabından hiçbir şey eksilmeksizin kendisine de verilecektir. Buna karşılık her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa ona hem açtığı bu çığırın günahı hem de kendisinden sonra o çığırda kötülük işleyenlerin günahının tümü o kişinin günahından hiçbir şey eksilmeksizin onu üzerine de yüklenir.”

Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu hususu Hz. Âdem’in ilk çocuğu olan Kâbil ile misallendirmişlerdir: ”Haksız yere öldürülen herkesin kanında Âdem (a.s)’in ilk oğlu Kâbil’in günah payı vardır. Çünkü adam öldürme çığırını ilk açan Kabil idi.”

Şefâat hakkında zikredilmesi gereken konulardan biri de şefâatin, uygulanması gereken hak edilmiş bir cezanın kaldırılması için kullanılmamasıdır.

Hz Ayşe’den rivayet edilen; Kureyş’in Mahzum kabilesinden olup hırsızlık yapan Fatıma binti Esved’in durumu konunun hassasiyetini anlamamız noktasında güzle bir örnektir. Fatıma binti Esved’in hırsızlık yapması kabileye çok üzüntü verir ve bu kadının affedilmesi için, yani ona şefaatte bulunulması için Rasûlullah ile kim konuşabilir diye düşünülür. Vardıkları karar, bu hususta Rasûlullah (s.a.v) ile konuşmaya cesaret edebilecek tek kişinin, onun çok sevdiği Usame (r.a)’den başkası olamayacağıdır. Sonunda Usame (r.a) bu konuyu Rasûlullah ile konuşur. Bunun üzerine Rasûlullah: “Allah’ın tayin ettiği cezalardan biri hakkında şefâat mı diliyorsunuz?” buyurarak şöyle devam eder: “(Ey ashabım bilmiş olunuz ki) sizden önceki zamanlarda yaşayan İsrailoğulları,  içlerinden mevki sahibi kişiler hırsızlık yapınca ona ceza uygulamayıp zayıf bir kimse hırsızlık yaptığı zaman onu cezalandırdıklarından dolayı helak oldular. Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fatıma bile çalmış olsaydı muhakkak onun da elini keserdim.”[11]

Bu konudaki başka bir Hadis-i Şerifle yazımızı noktalayalım:

“Kimin şefâati Allah’ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmasına engel olursa, o bu işinde Allah’ın hükümlerine isyan etmiş olur.”

 

 

 

[1] Ebu Davud, Sünnet, 21; Tirmizî, Kıyamet, 11; İbn Mace, Zühd, 37

[2] Buharî , Zekat, 52

[3] İsra 79

[4] Zümer, 39/53

[5] Enbiya, 21/28

[6] Müddesir, 74/48

[7] Rad 13/14

[8] Nisa 4/85

[9] Bkz. Maide, 2

[10] Taberânî

[11] Buharî