İçeriğe geç

MÜSLÜMAN MÜNAFIK OLUR MU?

Tarih boyu mü’minler, kâfirlerden ziyade münafıklardan zarar gördü. Asr-ı Saadet döneminde de Cumhuriyet döneminde de kendisini Müslüman gösteren itikâdî münafıklardan çok çekti. Münafıkları tanımak, pirinç içindeki beyaz taşları fark etmek gibidir. Onların zararlılarını, belki en zararlı olanlarını tanımak ve onlara karşı ihtiyatlı olmak; amelen de olsa münafıklara benzememeye azami hassasiyet göstermek gerekir.

Münafık, içi dışına, dışı da içine uymayan ters adamdır. İçinde yani kalbinde iman var da dışında yani hayatında imana ters amel varsa bu kimse münafıktır ama bu kimse amelî münafıktır. Eğer kalbinde iman yok da amelinde iman alâmeti varsa bu kimse Allah katında kâfirdir, münafıktır, itikâdî münafıktır. Fakat biz kişinin içini yani kalbini göremiyoruz, zâhirini/dışını gördüğümüz için, kişinin zâhirine bakıyoruz. Bu kimse, Allah Teâlâ katında kâfir olmasına rağmen, biz zâhirle hükmediyor o kimseyi mü’min zannediyoruz.

Bu duruma göre mü’min kişi münafık olur mu? Eğer itikâdî münafık olursa kâfirdir ki buna göre mü’min, münafık olamaz diyoruz. Eğer mü’minde amelî nifak varsa kâfir olmaz, amel bakımından münafığa benzemiş olur. Buna rağmen mü’min, münafık olur diyemiyoruz. Şu da bir gerçektir ki mü’minin, sözünde durmadığı veya emanete hıyanetlik ettiği olur; fakat mü’minde yalan olamaz. Bu; mü’mine hiçbir günah yakışmaz, hele yalan asla yakışmaz, demektir. Peki, yalan söyleyince kâfir olur mu? Mü’min, yalanı helal görmedikçe kâfir olmaz.

En zirve insan, en büyük edebe sahip kılınmış, peygamberlerin de en kapsamlısı olan Hz. Muhammed aleyhisselamdan ilim, irfan öğrenmiş,  en üstün edebi görmüş olan sahabeden, Rasûlullah (s.a.v)’ın kâtiplerinden Ebû Rib’î Hanzala ibn Rebî’ el-Üseydî şöyle demiştir:

“Ebû Bekir benimle karşılaştı ve bana:

– Nasılsın ey Hanzala? diye sordu. Ben de:

– Hanzala münafık oldu, dedim. Ebû Bekir:

– Sübhânallâh, sen ne söylüyorsun? dedi. Ben cevaben dedim ki:

– Biz, Rasûlullah (s.a.v)’ın yanında bulunuyoruz. Bize cennet ve cehennemden bahsediyor, sanki gözlerimizle görüyormuşuz gibi oluyoruz. Onun huzurundan ayrılıp çoluk çocuğumuzun yanına ve işlerimizin başına dönünce, çok şeyi unutuyoruz.

Ebû Bekir (r.a.) dedi ki:

– Allah’a yemin ederim ki, muhakkak biz de benzeri şeylerle karşı karşıyayız.

Bunun üzerine, ben ve Ebû Bekir birlikte yola düştük ve Rasûlullah (s.a.v)’ın huzuruna girdik. Ben:

– Ya Rasûlallah! Hanzala münafık oldu, dedim. Rasûlullah (s.a.v):

– Bu ne demek? dedi. Ben:

– Ya Rasûlallah! Senin yanında bulunuyoruz, bize cennet ve cehennemden bahsediyorsun; sanki onları gözümüzle görüyor gibi oluyoruz. Senin huzurundan çıkıp da çoluk çocuğumuzun yanına ve işimizin başına dönünce, çoğunu unutuyoruz, dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

– Nefsimi gücü ve kudretiyle elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, şayet siz, benim yanımda bulunduğunuz hâl üzere devam edip zikir halinde olabilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musafaha ederlerdi. Fakat ey Hanzala! Bazı zaman şöyle, bazı zaman böyle (bir saatinizi ibadete, bir saatinizi de dünya işlerinize ayırınız).” buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrarladı.[1]

Hanzala (r.a.), Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile karşılaşınca “Nâfeka Hanzala: Hanzala münafık oldu.” diyor. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in yanındaki hali ile Peygamberimiz’in yanından ayrıldığı zamanki hali birbirine ters olunca kendisinden kuşkulanarak böyle söylüyordu. İşte bu, sahabe farkı, hassasiyeti. Bizim de bundan ibret almamız gerekmektedir.

Önce münafıkların özelliklerini tanımak sonra da hem itikaden hem amelen onlara benzememeye gayret etmek gerekir. Gelelim münafıkları en iyi tanıyan Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in, münafıkları tanıtan hikmetli sözlerine.

Ebû Hureyre  (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v)  şöyle buyurmuştur:

“Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”[2] Bu hadis-i şerifin diğer bir rivayetinde ilaveten şöyle buyrulmuştur:

“Oruç tutsa, namaz kılsa ve kendini mümin zannetse bile.”[3]

Hz. Peygamber (s.a.v), bu hadis-i şerifte münafığın alâmetlerini sayarken kâfir olan münafığın alametlerini saymıştır. Bize niçin bunları öğretiyor, bildiriyor? Demek istiyor ki; siz bu kimselere amel bakımından dahi olsa benzemeyin, aksi takdirde bu üç çok çirkin özellik sizin itikadî açıdan onlara benzemenize sebep olabilir. Çünkü helalleri çoğaltmak tenzîhen mekruha, tenzîhen mekruhun çoğaltılması tahrîmen mekruha, tahrîmen mekruhun çoğaltılması harama köprü oluyor; haramın çoğaltılması ise küfre köprü olabiliyor.

Münafığın bu üç çok kötü özelliği, kesin haramlardır. İnsan, haramları işleye işleye o haramları helal görmeye başlayabilir. İşte bundan dolayı bu münafıklık alametlerinden son derece sakınmak gerekir.

Münafıkların alametleri sadece bu iki rivayette belirtildiği kadar değildir. Bunlar, çok önemli alametlerdir. Bu özellikleri incelememiz gerekiyor:

Konuşunca Yalan Söyler

Yalan söyleyen kimseden, her günah beklenir; yalan söyleyene güven olmaz, yalancı olduğu ortaya çıkınca da toplumdan dışlanır. Bir toplumda fertler arasında güven kalkarsa, birliktelikler, cemaatleşmeler,  dayanışma ortadan kalkar, huzur da olmaz.

Hz. Peygamber (s.a.v), yalan dışındaki günahların mü’minden çıkmasını mümkün görmüş -müsaadesi demek değil- ama yalanın mü’minden çıkmasını asla kabul etmemiştir.

Rasûlullah (s.a.v)’a: “Mü’min korkak olur mu?” denilince, “Evet.” diye cevap vermiş, “Mü’min cimri olur mu?” denilince, “Evet.” diye cevap vermiştir. “Mü’min yalancı olur mu?” diye sorulunca, “Hayır.” diye cevap vermiştir.[4]

Bu hususta yine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Mü’minde hıyanet ve yalan hariç bütün hasletler bulunabilir.”[5]

Yine Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak ki ümmetim hakkında korktuğum şeyin en korkuncu, bilgili ve konuşkan münafıklardır.”[6]

Yalancılık, özellikle de yalancı şahitlik hem dünya hem âhiret kaybına sebeptir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, önce şirkten, sonra yalancılıktan ve yalancı şahitlikten kaçınmayı emretmiştir.

Hureym b. Fâtik (r.a.)’ten rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a.v), sabah namazını kıldı. Namazdan çıktığında ayağa kalktı ve üç kere şöyle buyurdu:

“Yalan yere şahitlik (etmenin günahı), Allah’a şirkle denk tutuldu.”[7] Sonra “Allah’a ortak koşmayarak, O’na yönelerek putlardan, pislikten sakının, yalan sözden sakının.”[8]  ayetini okudu.”

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, yalanın şakasından bile kaçınan kimseye cennet için kefil olacağı müjdesini vermiştir:

“Şakadan bile olsa yalan söylemeyen kimseye cennetin ortasında bir köşk verileceğine kefilim.”[9]

Söz Verince Sözünde Durmaz

Söz veren, sözünü yerine getirmelidir. Yoksa münafıklara benzemiş olur. Münafık, kendisine güvenilmeyen kimsedir. Güvenilmeyen insan, kendisinden uzaklaşılan kimse demektir. İnsan, uzaklaşılan kimselerle ilişki kurmaktan korkar.

Allah Teâlâ, elest bezminde herkesten kendisine kulluk edeceğimize dair söz aldı. Her peygamber vasıtasıyla da bu sözü hatırlattı. Mü’min, elbette hem Allah’a hem de ister Müslüman ister gayr-i Müslim olsun insanlara verdiği sözü yerine getirmekle sorumludurlar. İşte bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Verdiğiniz sözü ve yaptığınız antlaşmayı yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.”[10]

Kur’an-ı Kerim, cennete girecek akıl sahiplerinin özelliklerini anlatırken şöyle buyurmuştur: “Onlar, Allah’ın ahdini (elest bezminde Allah’ın rab ve ilah olduğunu kabul ahdini) yerine getirirler, mîsâkı (Allah ile ve diğer insanlarla olan sözleşmeleri) bozmazlar.”[11]

İbn Mesud, İbn Ömer ve Enes (r.anhüm)’ten rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Ahdini bozan herkes için kıyamet günü bir bayrak dikilip, bu falanın vefâsızlık alâmetidir, diye ilân olunacaktır.”[12]

Kendisine Bir Şey Emanet Edildiğinde Hıyanet Eder

Neler emanete dâhildir? Bu İslâm dini, İslam’ı oluşturan kitap yani Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimizin (s.a.v) sözleri, fiilleri ve takririni oluşturan sünnet-i seniyye, dilimiz, evren, kendi vücudumuz ve ömrümüz, çoluk çocuğumuz, mal-mülk, yer altı ve yeryüzü zenginliklerimiz, medeniyetimizin bize bıraktığı eserler, yazılan kitaplar, camiler, minareler, han ve hamamlar gibi mimarî eserler, memleketin idaresi ve yönetimi birer emanettir. Allah Teâlâ, bu emanetleri ehline vermemizi emretmiştir:

“Muhakkak Allah, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.”[13]

Kitap ve sünnet emanetini, ehli olan âlimlere özellikle müctehidlere bırakmamız lazımdır. Âlim veya müctehid diyebileceğimiz kimseler yoksa yetiştirmemiz gerekir. En azından müctehidlerin eserlerini anlayacak âlimler yetiştirmemiz gerekir.

Dilimizi yani kitaplarımızı ve kendi medeniyet dilimizi çok iyi bilip bozulmaktan korumak gerekir. Dili korumayı, dini korumak olarak algılamamız gerekir. Çünkü durmadan değişen bir dille ölümsüz eser yazamayız.

Evren emanetini bozmayıp evrene zarar verecek şeylerden korumak, fıtratın korunmasına azami hassasiyeti göstermektir.

Kendi maddi ve manevi vücudumuzu oluşturan akıl, ruh ve sair organlarımızı ne için yaratılmışsa o doğrultuda kullanmak; ömrümüzü, sonsuzu kazandıracak Allah’ın rızasına uygun harcamak; çoluk çocuğumuzu İslâmî terbiye ile yetiştirip dine ve ümmete faydalı kılmak; mal-mülkü helalde harcamak; yer altı ve yeryüzü zenginliklerimizi ve medeniyetimizin bize bıraktığı eserler; yazılan kitaplar; camiler, minareler, han ve hamamlar gibi mimarî eserleri korumak, istifade etmek ve değerlendirmek gerekir.

Memleketin idare ve yönetim emanetini ehil, âdil ve dürüst insanlara bırakmamız gerekmektedir. Böyle kimseler yoksa yetiştirmeye çalışmamız gerekmektedir. Yoksa kıyametimiz kopmuş demektir. Genel kıyametin kopması da emanetin zayi edilmesi iledir. Kıyamet ne zaman kopacak?” diye soran bir sahabiye Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle cevap vermiştir: “Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle.” buyurmuştur. “Emanet nasıl zayi olacak?” diye sorulunca da şöyle cevap vermiştir: “Emanet, ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyameti bekle!”[14]

 

[1] Müslim, “Tevbe”, 12-13; Tirmizî, “Kıyâmet”,  59.

[2] Buhârî, “Îmân”, 24; Müslim, “Îmân”, 107-108; Buhârî, “Şehâdât”, 28, “Vesâyâ”, 8, “Mezâlim”, 17, “Cizye”, 17,  “Edeb”, 69;  Tirmizî, “Îmân”, 14.

[3] Müslim, “Îmân”, 109.

[4] Muvatta, “Kelâm”, 19.

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 252.

[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 22.

[7] Ebû Dâvûd, “Akdıya”, 15.

[8] Hacc, 22/30.

[9] Edû Dâvûd, “Edeb”, 7; Tirmizî, “Birr”; İbn Mâce, “Mukaddime”, 7.

[10] İsrâ, 17/34.

[11] Ra‘d, 13/20.

[12] Buhârî, “Cizye”, 22, “Edeb”, 99, “Hiyel”, 99; Müslim, “Cihâd”, 11-17; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 150; Tirmizî, “Siyer”, 28; İbn Mâce, “Cihâd”, 42.

[13] Nisâ, 4/58.

[14] Buhârî, “İlim”, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 361.