İçeriğe geç
Anasayfa » MÜSLÜMANIN AHLÂKI -3-

MÜSLÜMANIN AHLÂKI -3-

Müslüman Doğru Davranır

Mümin, herkese karşı doğru olmak zorundadır. Rasûlullah (s.a.s.)’in de en başta gelen özelliği sıdk sahibi oluşudur. İslâm’ın bütünü de sıdk sistemidir:

“Sıdkı getiren ve onu tasdik edenler, işte onlar muttakî olan (hatadan korunan)lardır.”[1]

Hatadan ve yanlıştan korunmak için doğruyu bilmek gerekir. Doğruyu bilmek ise amel etmek içindir. İlk amel de kalbin amelidir ki o da iman etmektir. Doğruyu tasdik eden de tatbik eder. Böylece doğruluk kişinin bütün hayatına nüfuz eder. Her işinde doğruluk gözükür.

Sadakatin kaynağı kalptir. Kalpte ne kadar doğruluk varsa dilinde ve uygulamasında da o derecede doğruluk olur. Bu sadakat bütün uygulamalarında olursa dünya ve âhiret huzur olur:

“Ey iman edenler! Allah’tan sakının, dürüst söz söyleyin de Allah işlerinizi kendinize yararlı kılsın ve günahlarınızı size bağışlasın. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, şüphesiz büyük bir kurtuluşa ermiş olur.”[2]

Önce kalp düzelirse dil de düzelir, dil düzelince bütün işler düzelir ve günahlar bağışlanır. Her konuda Allah’a ve Rasûlüne itaat edilirse dünya ve âhiret kurtuluşu gerçekleşmiş olur. Zira Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz ki sözde ve işde doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûra) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.”[3]

Gerçek müslüman bu dereceye ulaşınca artık kimseye hile yapamaz, aldatamaz, ihanet etmez. Çünkü “Bizi aldatan bizden değildir.”[4] buyrulmuştur.

Dava adamı olan müslüman kişi ise asla hıyanet etmez; davasına, kendisine emanet edilen insana, imkâna, makama, mala ve mülke, emanet edilen her şeye, özellikle de kendisine emanet edilen davayı temsil konumuna…

Haset Etmez

Gerçek müslüman güzel ahlâka sahip, kötü ahlâktan uzak olan kimsedir. İyi ahlâkın başında doğruluk gelir, kötü ahlâkın başında da haset gelmektedir. İblis’in işlediği günahın kaynağı Âdem (a.s.)’e olan hasetti. Haset, İblis’in Âdem (a.s.)’e secde etmesine mani oldu, cennetten çıkarılmaya sebep olacak olan aldatmalara ve hilelere sevk etti.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Hasetten sakının! Çünkü haset, ateşin odunu yemesi gibi iyilikleri yer bitirir.” buyurmuştur.[5]

İyi Niyetlidir ve Nasihat Edicidir

İyi niyetin isbatı iyi ameldir ve iyi davranmaktır. Hakiki mümin kendisine sahip çıktığı gibi kardeşlerine de sahip çıkar. Bunun isbatı da nasihatleşmektir.

Rasûlullah (s.a.s.), sahabeden birbirlerine sahip çıkmak ve iyi niyet beslemek adına birbirlerine nasihat etmek şartıyla biat alıyordu.

Muhakkak ki sana nasihat eden, seni seven kimsedir. Eğer senin Allah’a itaatten döndüğünü gördüğü halde sana nasihat etmezse seni aldatıyor demektir. Fakat sen nasihat ettiğin halde nasihatini kabul etmezse o senin gerçek kardeşin değil demektir. İşte onun için Hz. Ömer (r.a.) şöyle diyor: “Nasihatçileri olmayan ve nasihatçileri sevmeyen kavimde hayır yoktur.”[6]

Ahdine Sadıktır

Ahde vefa, toplum fertlerinin birbirine güvenini sağlar, birbirlerine kenetlenen tuğlalar durumuna getirir ki bu da sağlam bir yapı ve yapılanma demektir. Sözü yerine getirmemek münafıklık alâmetidir. Münafığa güven olur mu ve münafıkla bir yere gidilebilir mi? Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Dört huy vardır ki bunlar kimde bulunursa o kimse tam münâfık olur. Kimde bu huylardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar o kişide münâfıklıktan bir özellik bulunmuş olur; kendisine bir şey emânet edildiğinde ona ihanet eder, konuştuğunda yalan söyler, söz verince sözünden cayar ve düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar.”[7] Kur’an-ı Kerîm’de de:

“Ey iman edenler! Akitleri yerine getiniz.”[8]

“Ahdi de yerine getirin. Çünkü ahid(den cayanlar) sorumludur.”[9] buyrularak meselenin ehemmiyeti belirtilmiştir.

İyi müslüman sadece iyi konuşan değil, iyi ahlâk sahibi olan, iyi davranan ve kendisinden daima iyilik çıkandır.

Güzel Ahlâk Sahibidir

Hz. Âişe (r.anhâ)’den rivayet göre Hz. Peygamber (s.a.s.):

“Şüphesiz mü’min, güzel ahlâkı ile (çokça nafile) namaz kılanın, oruç tutanın derecesine ulaşabilir.” buyurmuştur.[10]

Mü’min kul, hem hukukullah ile ilgili emirlere ve nehiylere hem de kullar ile ilgili haklara, beşerî ilişkilerle ilgili emir ve yasaklara dikkat etmekle mesuldür.

Abdullah b. Amr  (r.anhümâ), Fahr-i Kâninat Efendimiz (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Eğer sende şu dört özellik varsa dünyadan kaybettiğin önemli değil: Emaneti korumak, doğru sözlülük, ahlâk güzelliği ve yemede haramdan korunup helâli gözetmektir”[11]

Bu dört haslet olursa zaten dünya ve âhiret kazanılmış olur. Dünyanın kaybedilmesi, bu dört haslet karşısında pek önemli bir kayıp sayılmaz. Bir şiirde şöyle geçer:

“Gam değildir gide dünya, kala din

Gam odur ki kala dünya, gide din!”

Yumuşak Davranır

Gerçek müslümanda letâfet, yumuşaklık ve ihsân, yerine göre tecelli eder. Bu özellikler kişiyi hem Allah’a hem topluma sevdirir. Dolayısıyla İslâm sevdirilmiş olunur.

Bir davanın neticeye ulaşması, davaya sahip çıkacak insanların kalplerini kazanmakla mümkündür. Kalpleri kazanmak da; liderin, mürşidin, rehberin ve tebliğcinin kaba ve katı olmayıp yumuşak davranmasıyla mümkün olur. Zira iyiliğin yaptığını kötülük yapamaz, akıllılığın yaptığını akılsızlığın yapamadığı gibi.

İnsanın bulunduğu yerde hata, yanlışlık ve noksanlık olur. Büyüğe düşen kendisine karşı yapılan hataları affetmektir. Af olursa hem affedilen hem de affeden kazanır. Yapılan yanlışı doğruya çevirmek, noksanı da tamamlamak, yine büyüğe düşen bir görevdir.

Rehbere gereken, idaresi altındakilerin hem dünyalarından hem âhiretlerinden kendisini sorumlu bilmektir. Hem kendisine karşı yapılan yanlışlıklar, hem de Allah’a karşı yapılan günahlar için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Artık sen onları affet, Allah’tan da onların günahlarının mağfiret edilmesini iste!…”[12]

Şu hadîs-i şerîflerde de Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse yumuşak davranmaktan mahrum ise, hayırdan mahrum olur.”[13]

“Kime yumuşak davranmaktan bir nasip verilmişse, ona hayırdan nasip verilmiştir. Kim de yumuşaklık nasibinden mahrum ise hayır nasibinden mahrum olur.”[14]

“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, güçleştirmeyin!”[15]

Merhametlidir

İslâm dini rahmet dinidir. Müslüman da rahmet adamıdır. İslâm âlimleri İslâm’ı iki maddede özetlemişlerdir: Allah’a tazim ve itaat, halka (yaratıklara) hizmet ve merhamet…

Allah’a tazim imanı ifade eder, itaat imana göre ameli ifade eder. Halka hizmet: yeryüzünü imar etmek, yaşanır hale getirmek ve adâleti hâkim kılmaktır. Merhamet ise insanlığın hidayetine vesile olmaya çalışmak, müslümanların da hidayette devam ve kemâline vesile olmaktır.

Merhamet edene Allah da merhamet eder. Merhamet, kendisine yapılmasını istediğini başkalarına da yapmak, kendisine yapılmamasını istediğini başkalarına da yapmamaktır. Bu konuda Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

“İnsanlara merhamet etmeyen kimseye Allah merhamet etmez.”[16]

“Merhamet edenlere Rahman olan Allah merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökteki (melek)ler de size merhamet etsin(ler de affınız için Allah’a yalvarsınlar).”[17]

Merhametli olan kimsede aranan şart Kitab’a ve Sünnet’e uymaktır. Zira hadleri uygulamak, Allah’ın hürmeti çiğnendiğinde intikam almak, acımaya ters değildir.[18]

İnsanlara merhametin en başta geleni, İslâm’a davet etmektir. Davette özellikle müellefe-i kulûb; olanlara daha çok dikkat edilmelidir. Müslümanlara merhamet etmek de, onları istikamette tutmak, onlara iyilikte bulunmak, yardım etmek, nasihatte bulunmak, açlarını doyurmak ve çıplaklarını giydirmekle olur.

Affedici ve Bağışlayıcıdır

Affedeni Allah da affeder, bağışlayanı Allah da bağışlar. Âyet-i kerîme’de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Rabbiniz’in mağfiretine, ve muttakîler (Allah’a karşı gelmekten sakınanlar) için hazırlanmış eni gökler ve yer kadar olan cennete koşuşun. Onlar bollukta ve darlıkta sarf ederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever.”[19]

Affetmek ve bağışlamak intikam ve hırsın esaretinden kurtulma alâmetidir. Bu müslümanı af ve bağışlamaya sevk eden şey Allah’ın af ve bağışlamasını tercih etmesidir. Doğru tercih yapan daima kazanır. Dava adamı olan müslüman büyük bir makamdadır. Büyük makamda olana yakışan büyüklerin yolunu izlemektir. Büyüklerin en büyüğü Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’dir. O, insanları affetti Mekke’nin fethinde, işte o zaman gönülleri fethetmiş oldu, gerçek fetih o zaman gerçekleşmiş oldu.

İyilik eden kendisine iyilik etmiş olur, karşısındakinin ikinci bir yanlışına engel olmuş olur. Zira; “İyilik ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi: Sen, fenalığı en güzel şekilde sav; o zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün. Bu, ancak sabredenlere vergidir; bu ancak o büyük hazzı tadanlara, vergidir.”[20]

Bir hadîs-i kutsîde şöyle buyurulmuştur:

“Faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni senin arayıp sorman, seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman ve sana zulüm edeni senin affetmendir.”[21]

Hoşgörülü ve Güler Yüzlüdür

Mü’min olan kişi yumuşak huyu, tevazuu, tatlı sözlülüğü ve hoşgörülü olmasıyla önce kendisini, sonra toplumun gönlünü kazanır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) hoşgörülü olmakla ilgili şöyle buyurmuştur:

“Sattığında, satın aldığında ve hükmettiğinde hoşgörülü davranan kişiye Allah merhamet eder.”

Güleryüzlülük de hoşgörülü olmanın gereği ve göstergesidir. Kâfir veya fâsık da olsa bize gereken, insanlara bize yakışan şekilde davranmaktır. Kalbinle onun küfrüne, fıskına kız, razı olma ve kalbinle lanet et ama yüzün gülsün! Kalbini kalbimize yaklaştırmak için güleryüzle yaklaşalım. Mü’minlerin yüzüne güleryüzle bakmak ise sadakadır.

İnsanlar birbirlerinin yüzüne güler, alaka gösterir, derdiyle ilgilenir, gerektiği zaman da hemen yardıma koşarsa o toplum huzur toplumu haline gelir.

Emanete Riâyet Eder

İslâm dini, Kur’ân-ı Kerîm, Hadîs-i Şerîfler, İslâm ulemâsının eserleri, yer altı ve üstü zenginliklerimiz, ecdâdımızın bize bıraktığı tarihî eserler, çoluk çocuğumuz, mallarımız ve mülklerimiz, kendi vücudumuz bize tevdi edilen İslâmî teşkilatlar ve câmilerimiz bize emanettir. Bu emânetler ne için ise ve ne maksatla bize emanet edilmişse ona göre davranmak gerekir. Mesela bize bir zekât parası emanet edildi; “bunu zekat yerine ver.” diye size emanet edilse, zekatın dışında başka bir yere verilmesi haram olur. Veya bu zekât verilecek sınıflarından birisi için alınmışsa sadece o sınıfa verilebilir, başka sınıfa aktarılamaz.

Bütün bu saydığımız özellikleri dışında Müslüman; İyi geçimlidir, küfür ve kötü sözlerden kaçınır, hayâlıdır, kendisini ilgilendirmeyen şeye karışmaz, gıybetten ve kovuculuktan uzak durur, yalan söylemekten son derece sakınır, su-i zandan çekinir, müslümanların arasını yapmaya dikkat eder, herkesi Hakk’a çağırır, naziktir ve İslâm’a davetinde hikmet sahibidir, münafıklık durumuna düşmekten son derece sakınır, ma’rufu emreder, münkeri yasaklar, riyakârlıktan ve gösterişten uzaktır, hastayı ziyaret eder.[22]

 

[1] Zümer; 39/33.

[2] Ahzâb; 33/71.

[3] Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103-105; Ebû Dâvûd, Edeb, 80; Tirmizi, Birr, 46; İbni Mâce, Mukaddime, 7, Duâ, 5.

[4] Müslim, Îmân, 164; Ebû Dâvûd, Büyû’, 50; Tirmizî, Büyû’, 72; İbn Mâce, Ticârât, 36; Dârimî, Büyû’, 10; Ahmed b. Hanbel, II, 50, 242, 417; III, 466.

[5] Ebû Dâvûd, Edeb, 44; İbn Mâce, Zühd, 22.

[6] Muhâsibî, Risâletü’l-Müsterşidîn (thk. Abdulfettâh Ebû Ğudde.) s. 120.

[7] Buhârî, Îmân, 24, Mezâlim,17, Cizye, 17; Müslim, Îmân, 106; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; Tirmizî, Îmân, 14; Nesâî, Îmân, 20.

[8] Mâide; 5/1.

[9] İsrâ; 17/34.

[10] Ebû Dâvûd, Edeb, 8; Tirmizî, Birr, 62.

[11] Ahmed b. Hanbel, II, 177.

[12] Âl-i İmrân; 3/159.

[13] Müslim, Birr, 74; Ebû Dâvûd, Edeb, 9; Ahmed, IV, 362, 366.

[14] Tirmizî, Birr, 67; Ahmed, VI, 159, 451.

[15] Müslim, Cihâd, 6; Buhârî, Edeb, 80, Cihâd, 164, Megâzî, 60, Ahkâm, 22; Ebû Dâvûd, Edeb, 17; Ahmed, I, 239, 283, 365, IV, 399, 412, 417.

[16] Buhârî, Tevhîd, 2; Müslim, Fedâil, 66; Tirmizî, Birr, 16, Zühd, 48; Ahmed, II, 40, IV, 358, 360-361, 365-366.

[17] Tirmizî, Birr, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 66.

[18] Mübârekfûrî, Tuhfetu’l-ahvezî, VI, 51.

[19] Âl-i İmrân; 3/133-134.

[20] Fussilet; 41/34-35.

[21] Ahmed b. Hanbel, III, 438.

[22] Bu yazı, dergimizin 27. sayısında yayınlanan “Müslümanın Şahsiyeti ve Ahlâkı – 2” ünvanlı makalenin devamıdır.