İçeriğe geç

MÜSLÜMANIN İSLÂMÎ HAYAT YOLCULUĞU

Âli İmrân Sûresi’nin 102. ayet-i kerimesinde Cenâb-ı Hakk mü’min kullarına hitaben şöyle buyuruyor:

“Ey mü’minler! Allah’a karşı gelmekten sakının, kendisinden nasıl sakınılması gerekiyorsa öyle sakının, bir yandan korkuyoruz deyip de bir yandan karşı çıkmayın, yasaklarını da işlemeyin, bu şekilde bir hayat içinde devam edin ve tam bir müslüman olmak sıfatından başka bir şey üzerinde vefat etmeyin.”

Tam Müslüman olarak vefat etmeye çalışın. Hakikaten düşünürsek bugün müslümanız deyip de İslam’ın tamamen yasak ettiği şeyleri yapan nice insanlar var. Ayet-i kerimede Allah Teâlâ bizlere Müslüman olarak ölmeyi emir buyurmuştur. Ayet-i kerimenin genişçe manası nedir? İmanın gerektirdiği gibi iman edip, imanın gerektirdiği amelleri Cenab-ı Hakk’ın bizlere göstermiş olduğu yol doğrultusunda yerine getirmektir.

İman etmek bir hüner midir? Evet.

İmanın gerektirdiği amellerle beraber hayata devam etmek lazım mıdır?  Lazımdır.

Müslümanın en son nefesini imanlı teslim etmesi gerekiyor mu? Gerekiyor, çünkü “Siz tam müminler olarak can vermekten başka bir şey yapmayın.” buyruluyor. Demek ki; ölünce iman da beraber olacak. Hiçbir zaman kâfirlere ölünceye kadar kâfir olarak yaşayın, kâfir olarak ölün diye bir emir verilmemiştir, peki niçin? Cenab-ı Hakk’ın insanları yaratmaktan esasen hikmeti nedir? Cenab-ı Hakk insanları şu hikmetle yaratıyor; insanlar yaşasınlar, yaşadıkları sürece nimetlerimi görsünler, bu nimetlere karşı şükürde bulunsunlar.

Akla gelebilir ki; Cenab-ı Hakk bu ayet-i kerimede bizden mü’min olmayı, mü’min olarak yaşamayı ve mü’min olarak ölmeyi istiyor, peki bu teklif nasıl tahakkuk eder? Ayet-i kerimenin devamında şöyle buyruluyor:

“Allah’ın ipine sımsıkı sarılın”[1]

O ipin manası burada nedir? Kur’an-ı Kerim ve İslam dinidir, şeriattır. Ayet-i kerimenin devamında: “Toptan sarılın, bazınız sıkı sarılmış, bazınız sıkı sarılmamış olmasın.” buyruluyor. Peki; sarıldılar hep beraber, hiç kimse ayrı düşmedi diyelim. Ayet-i kerime şöyle devam ediyor; “velâ teferrakû” “Sakın hâ! Birbirinizden ayrılıp dağılmayın, hayata hep böyle devam edin.” Birinizden ayrılıp da kiminiz şu tarafa kiminiz bu tarafa saparsa o zaman sizin imanınız tehlike arz eder, ondan sonra da o imanın kuvvetini kendinizden kaybedersiniz ve zarar başlar, kâr elden gider.

Mesela büyük Bir kuyuya Müslümanlardan 500 kişinin düşmüş olduğunu düşünün ve Cenab-ı Hakk tarafından uzatılan ipe sarılın diye emir veriliyor. Tabii ki; buradaki ipten tabir Kur’an-ı Kerim’dir, İslam’dır. Bunlardan 250’si sarılmış 250’si ise hiç aldırmamış, ne emredileni dinliyor ne de yasaktan kendilerini sakındırıyor. Bu kimseler tam sarılan 250 kişiyi de zayıflatmış oluyor. 500’ünün birden sarılması mı kuvvetli olurdu yoksa 250 kişinin sarılması mı daha kuvvetli olur. Peki; sarılmayanlar günümüzde ne yaptı, başörtüsü yasağı, namaz yasağı gibi yasaklar koydu. Gümrüklere memurlar koyup, ülkeye gelen kişi namaz kılıyor mu, kılmıyor mu? diye tespit ettirdi. Bu memleket böyle günler gördü, durum böyleydi, bunun için ayet-i kerime bize toptan inanın, birliği beraberliği devam ettirin, ayrılıp dağılmayın buyuruyor.

Cenab-ı Hakk buyuruyor ki: “İçinizden kendilerine inanılır, güvenilir bir ümmet, bir topluluk olsun ki, yanlış yapanları, henüz iman etmemiş olanları hayra davet etsin, ma’rûfu emredip, yasaklanmış şeyleri de men etsin.”[2] Öyleyse Müslümanız diyen kimseler güzel bir imana sahip olacak ki; onları gören insanlar da onlar gibi olmak için rağbet edecek, neyin emir neyin yasak olduğunu iyi bilip ona göre yaşayacaklar.

Bir Müslümanın İslamî hayat yolculuğu:

  1. Evâmire imtisâl: Emredilenlere boyun eğmek
  2. Nevâhîden içtinap: Yasaklanan şeylerden sakınmak
  3. Müştebihattan ihtiraz: Kur’an-ı Kerim’in birbirine benzeyen ve mecâzi manaya elverişli olan ayetlerini yorumlamaktan çekinmek, onlar hakkında hemen rastgele söz söylememek, müçtehitlerin onlara ne gibi manalar verip onlardan ne gibi hükümler çıkardığını öğrenip amel etmek gerekir.

Evet, sur içi dediğimiz mübarek topraklarda içkili oteller kuruluyor ve içkili yemekler yediriliyor. Bu mübarek topraklarda ashab-ı kiramın, ulemamızdan büyük âlimlerin ve velilerin türbeleri var. Gelen turistler memnun olsun diye sokak ortalarına masalar koyup içki içiriliyor, bu rezaleti müfti, imam, müezzin ve vaiz görüyor. Peki, o turist Türkiye’ye geldiğinde içki içmemeyi mi öğrensin yoksa içki içmeyi mi? Efendi! Bu insandır, ona da iyilik yapmak gerekir. Buraya gelen turist misafirdir, derecesine göre hürmet gösterilir, yatağı gösterilir, sofrası gösterilir, alâkadar olunuz. Fakat içkisiz sofraya oturmam derse o zaman ona deriz ki; “Efendi Efendi! Biz Müslümanız! Soframızda içki bulundurmayız. İçkinin ahlâka, dine, sıhhate, topluma zararları var. İnsanları birbirine düşürür. Bu sebeple siz burada içki içmemeye çalışın.” Böyle demesi güzel olmaz mı? Peki, bu sofrayı kuranlara ne diyeceğiz. Sofrayı açana desek ki bunu buraya niye kurdun ki? Efendim ben içmiyorum ki. İçsen de içmesen de içirdiğin için en az içen kadar günahkârsın. Rasulüllah (s.a.v) içki günahına müşterek on kişiyi sayıyor, bunlardan bazıları; içki içen, içki satan, içki içiren, içki yapımı için üzüm satan kişilerdir ki hepsinin günahı müşterektir. Hatta meyhane yaptırmak isteyen bir kimse mühendise gelip yapacağı işin planını çizmesini istese Müslüman bir mühendis bu işin planını çizemez.

Ashab-ı kiramdan bir zat topal bir devenin satışa çıkarıldığını görür. Bir devenin topal olduğu 100-150 metre yürüdükten sonra belli olduğu için deveyi satın alan şahıs bunu fark edemedi. Deveyi satan da devenin topal olduğunu haber vermeyi unuttu. Bu olaya şahid olan sahabî deveyi alan kimseyi yakalayarak deveyi yük için mi yoksa kesmek için mi aldığını sorar o da deveyi yük için aldığını söyler. Bunun üzerine devenin topal olduğunu haber verip, deveyi geri teslim etmesini tavsiye eder. Deveyi satın alan kimse, deveyi satın aldığı kimseyi bulur ve deveyi geri verir. Deveyi satan kimse üçüncü kimseye işimizi niçin bozdun diye sorunca, üçüncü kimse Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, ayıp veya kusur haber verilmediğinde haber verin, diye emir buyurmuştur, sen herhalde bunu bilmiyorsun, der. Evet, burada aziz sahabî güç yetirebildiği için yapılan yanlışlığı eliyle düzeltmiştir. Bütün dünyanın buna ihtiyacı vardır. Bizler nerede olursak olalım dinimizle bağdaşmayan bir şey görsek amma içerde amma dışarda elden geldiği kadar emr bil maruf nehy anil münkeri düşüneceğiz, iyilikleri yayacağız, kötülükleri önlemeye çalışacağız ve cenabı Allah’tan kabul dileyeceğiz.

Yabancılar ülkemize gelerek ahlâkî bakımdan büyük tahribatlar oluşturmaktadır. Onlardaki çıplaklık alabildiğince sınırları aşmıştır. Bizim memleketimizi öğrenmeleri tabi ki gereklidir. Vazifeli kimselerin onlara güzel bir dille memleketimizde böyle gezilemeyeceğini, bu kıyafetin memleketimize yakışmayacağını haber vermesi gerekir. “Bu ülkede çıplak gezilmez.” anlayışına sahip olmaları gerekir.

Sultan Fatih İstanbul’u fethettiği zaman sokaklarda çıplak gezen kadınlar vardı, hatta bu kadınlar erkeklerin dikkatini çekecek kadar aşırıya gidiyorlardı. Ama baktılar ki; Osmanlı kadınları hiçbir zaman erkeklerin dikkatini çekecek şekilde açılıp saçılmıyorlar, evden çıkarlarken fevkalade örtünüyorlar. Bu hali gören yabancı kadınlar Osmanlı kadınlarından utandılar ve onları örnek almaya başladılar ve hatta o kadar Osmanlı yaşamından etkilendiler ki; Avrupa’ya haber gönderip bizi kurtarmaya gelmeyin, sarıklı idarecilerin idaresi altında olmak sizin idareniz altında olmaktan yeğdir dediler. Şayet Osmanlı’da da açık saçık kadınlar olsaydı o zaman yabancı kadınlar bu manzaradan etkilenebilirler miydi? Osmanlıdan insanlık hususunda çok şey öğrendiler, bugün bütün dünyanın İslam dinine ihtiyacı vardır. İslam’ı öncelikle yaşayacağız sonra anlatacağız.

Osmanlı 600 çadırlık aşiretten koca dünyayı hükmedecek bir imparatorluk haline geldi. Peki, bu nasıl oldu? Başta Ertuğrul Bey ve Osman Bey olmak üzere onların tamamı İslam ışığı altında yetiştiler, gittikleri her yerde beğenildiler. Bugün onlar gibi Müslümanlığı tatbik edebilsek gittiğimiz her yerde bizler de beğeniliriz. Peki, niye yapamıyoruz bunu?

Emr-i bi’l- Ma’ruf nehy-i ani’l- münker yapılırken hedefimiz nedir? Allah Teâlâ insanları niçin yarattığını ayet-i kerimede şöyle beyan ediyor: “Ben cinleri de insanları da başka bir hikmetle değil ancak; beni tanısınlar ve bana ibadet etsinler, kulluk etsinler diye yarattım.”[3] Demek ki; bizim yaratılıştaki esas gayemiz Allah Teâlâ’ya kul olmak, emirlerini yerine getirmek, kusurlu işlerden uzaklaşmak ve en önemlisi O’nun rızasını kazanmaktır.

İslam dinini yeni öğrenmeye başlayan bir kimseye emr bil ma’ruf nehy anil münker vazifesini yaparken o kişinin durumuna göre tedrîcilik uygulamak gerekir. Hep birden uyarıları ardı ardına dizersek bu durum kişiye zor gelir ve kişide bıkkınlık oluşturur. Bunun için ehemmiyet sırasına göre emr-i ma’ruf nehy-i münker yapmalıyız. Müslümanın emr bil ma’ruf nehy anil münker üslubunu iyi bilmesi gerekir. Bu konu hakkında Harun Reşit’ten bir kıssa zikredelim. Harun Reşit Cuma namazı için bir camiye girmiş. Caminin imamı Harun Reşit’in birkaç icraatından şikâyetçiymiş. İmam, Harun Reşit’i cemaatin arasında görünce kürsüden “Halifemiz şu köprüyü yıktı, hâlbuki o köprü çok vazifeler görüyordu.” diye sert bir şekilde eleştirmiş. Cami çıkışında Harun Reşit imamın yanına gidip durumu anlatmış ve imama beni dinlemeden benim hakkımda sert eleştiriler yaptın, oysaki o köprüyü şunun için yıktık demiş ve sonra şöyle devam etmiş: “Hoca Efendi, Firavun mu benden hayırlıdır, yoksa Hazreti Musa mı?” İmam; “Hz. Musa hayırlıdır tabi ki.” Peki; Cenab-ı Hakk Hz. Musa’ya şöyle buyurmuş. “Gidin o firavuna, çünkü o pek azıttı. Ama ona yumuşak söyleyin, olur ki; düşünür taşınır da onu bir korku alır yola gelir.” Yani ona yumuşak söyleyin diye gönderiyor. Şimdi siz bana sert söylediniz ben Firavundan daha mı azgınım.” demiş.

 

[1] Âl-i İmrân, 3/103.

[2] Âl-i İmrân, 3/104.

[3] Zariat, 51/50.