İçeriğe geç
Anasayfa » NAMAZGÂHLAR

NAMAZGÂHLAR

Dilimize Namazgâh olarak girmiş olan bu ibadet mekânları, Farsça kökenli “Namaz” kelimesi ile “yer” anlamındaki “gâh” edatının birleşimiyle meydana gelmektedir. “Namaz kılınan yer” ya da kısaca “Namazlık” mânâsına kullanılır. Müslümanlar, asırlar boyunca namaz ibadetine çok kıymet vermişler ve bunu yerine getirmeyi, yolculuk dâhil en zor şartlarda bile ihmâl etmemişlerdir.

Osmanlılar zamanında, yakınında cami veya mescid bulunmayan şehir dışındaki alanlarda, namaz kılmak için oluşturulan mekânlara namazgâh denilmiştir. Namazgâhlar, meskûn yerlerde, civarında câmi veya mescidi olmayan açık alanlarda, daha ziyade yaz mevsimlerinde ve sıcak aylarda hizmet veren, Cuma, Teravih ve Bayram gibi cemaatin yoğun olduğu namazlar için vakfedilmiş açık hava ibadetgâhlarıdır. Yerden biraz yükseltilmiş düz bir satıh olarak düzenlenmiştir. Zemini çimen veya toprak olabileceği gibi taş döşeli olanları da vardır. Kadîm bir İslâm geleneği olan Namazgâhlarda Cuma, Bayram ve Teravih namazları kılınabileceği gibi, buralar, sosyal ilişkilerin düzenlendiği hem bir açık hava ibadetgâhı hem de bayram ve şenliklerinin yapıldığı yerler olarak kullanılmıştır. Namazgâhlar, namaz kılmak isteyen Müslümanların ibadetlerini yapmakta bir kolaylık sağlamaktadır.

Bazı namazgâhlarda minber de bulunmaktadır. Abdest ihtiyacının karşılanması amacıyla bir çeşme veya kuyuyla birlikte yapılan ya da mevcut bir çeşmenin yanına inşa edilen namazgâhlar, aynı zamanda yolcuların dinlenmesine de hizmet etmiştir. Namazgâhlarda ibadet edenlerin rahatını sağlamak için gölge veren çınar ya da çitlembik gibi ağaçlar da bulunurdu. Bazı namazgâhların mihrap taşının diğer yüzü çeşme şeklinde düzenlenmiştir. Kıble yönünü gösteren ve aynı zamanda açık arazide namaz kılanla önünden geçenlerin arasında bir tür perde vazifesi gören mihrap taşı, görünüm itibariyle mezar taşına benzer ve üzerlerinde genel olarak: “Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyya-l-Mihrâb” âyeti, bazen sadece: “el-Mihrab” kelimesi, bazen de: “Sâhibu’l-Hayrât… Ruhîçün Fâtiha” benzeri ibâreler bulunur.

Namazgâhların bu denli çok olmasının özel ve güzel sebeplerinden ilki, İslâmiyet’in ilk yıllarında, nurlu Medine Devleti’nin temellerinin henüz atıldığı devirlerde, toplu halde ve açık arazilerde kılınan namazların tatlı hatıralarını yâd etmek, canlı tutmak ve güzelim sünnet-i seniyyeyi sürdürmektir. İkincisi, pikniğe ya da yolculuğa çıkan ve yabancısı olduğu açık arazide kıbleyi tayinde güçlüklerle karşılaşan mü’minlere kıbleyi göstermektir.

Namazgâhlar Osmanlı’ya has bir gelenek değildir. Müslümanlar, İslamiyet’in ilk dönemlerinden itibaren, temiz olmak şartıyla, her mekânı ibadet için kullanmışlardır. Peygamberimiz (s.a.v) de açık mekânlarda namaz kılmıştır. Buralar, daha sonraları birer namazgâh hâline dönüştürülmüştür.

Efendimiz (s.a.v) bazen Cuma ve bayram namazlarını, Mescid-i Nebevî’nin yakınındaki açık alanda kıldırmıştır. Bu mekânda namaz kıldırdığı zamanlarda Onu (s.a.v) bir bulutun gölgelediği rivayet edilir. Ömer bin Abdülaziz’in Medine valiliği esnasında bu mekâna inşa ettirmiş olduğu mescide bundan dolayı “Gamâme (Bulut) Mescidi” adı verilmiştir.  Ayrıca, Şakk-ı Kamer Mu‘cizesi’nin gerçekleştiği Ebu Kubeys Tepesi’ne de sonraki yıllarda namazgâh yaptırılmıştır.

Dört halife de (r.a), Efendimiz (s.a.v) gibi aynı civardaki açık alanlarda namaz kıldırmıştır. Bugün, o mekânlarda dört büyük halife adına birer cami vardır. Birçok hususta Efendimiz’i (s.a.v) ve Hulefa-i Râşidîn’in bu uygulamalarını örnek alan Osmanlılar namazgâh geleneğine uymuş, çok sayıda namazgâh inşa etmişlerdir.

Şehir namazgâhları yolculuk esnasında ibadet ve dinlenme ihtiyacını gidermek amacıyla menzil yerlerinde inşa edilirdi. Şehir içlerinde yapılanlar yaz mevsiminde, bitişiğindeki gölge veren birkaç ağaç ile birlikte ibadeti kolaylaştırmak düşüncesi ile yapılmıştır. Yol kenarında yer alanlar ise seyahat edenlerin ibadet, dinlenme ihtiyaçlarını karşıladıkları, yağmur duası için toplandıkları mekânlar olarak düşünülerek menzil yerlerinde inşa edilirdi. Hac ve askere gidenler buradan dualarla uğurlandıkları gibi, ay ve yıldızlı gecelerde burada huşu içinde kılınan yatsı ve teravih namazları unutulmaz uhrevi bir geceye dönüşmektedir. Namazgâhların işlevi sadece namaz kılma yeri olmakla bitmiyor; kervanların geçtiği, sefer öncesi asker toplama yolları üzerinde yer aldığı bilinmektedir. İstanbul’da kayıtlarına rastlanan ancak günümüze ulaşmamış 153 Namazgâh olduğundan, sadece Üsküdar’da 50 Namazgâhtan söz edilmektedir.

Namazgâhlar parıltıları hâlâ sönmeyen yüksek bir medeniyetin dünden günümüze yansıyan birer numuneleri olarak görevlerini ifa etmeye devam etmektedirler.