mefâîlün/mefâîlün/mefâîlün/mefâîlün
- Safâ-yı vechine mir’ât-ı beyzâ-yı zamân âşık
- Leyâl-i zülfüne manzûme-i şems-i cihân âşık
- Leb-i tekvîn-i hilkat münkeşif harf-i vücûdunla
- Müebbed şân-ı aşkında hıtâb-ı “Kün fe-kân” âşık
- Kaşın mi‘râcı, îd-i “Kābe kavseyni”tecellîdir
- O mihrâb-ı cemâle nağme-i tekbîr-i cân âşık
- Vuzû-i hasret aldım âteş-i seyyâl-i giryemden
- Namâz-ı valsına koşdukça feryâd-ı ezân âşık
- Sükûn-ı Kubbe-i Ravza’nda gaybî bir lisân var ki;
- Mekîn âşık, mekân âşık, zebân âşık, beyân âşık
- Sabâ-yı feyz-i na‘tin âlemi gülzâra döndürdü.
- Bahâr-ı vasf-ı hüsnünle zemîn u âsumân âşık
- Günâhıyle “Şeref” bekler şefâat yâ Rasûlellah
- Durur bâb-ı kabûlünde hesabsız bendegân âşık.
Abdurrahman Şeref
İstanbul Müftüsü
- Senin yüzünün saflığına/berraklığına zamanın pırıl pırıl aynası âşıktır.
- Senin zülfünün siyahına cihanın güneş sistemindeki yıldızlar âşıktır.
- Senin varlığının (bir) harfiyle, yaratılışın var etme dudağı (bir kenarı) ortaya çıkmış oldu.
- Senin aşkının şânına “kün fe-kân”[1] hitabı ebediyyen/ebedî olarak âşıktır.
- Kaşının mi‘râcı/şöyle bir kaldırman, “Kābe kavseyn”[2] bayramının tecellîsidir.
- O güzelliğin mihrâbına, cânın tekbîr nağmeleri âşıktır.
- Akan gözyaşımın ateşinden hasret abdesti aldım.
- Sana kavuşma namazına koştukça, ezanın feryâdı âşıktır.
- Senin Ravza’nın kubbesinin sükûnunda öyle gaybî bir lisan var ki;
- Artık sana; ordaki sakin olan da, o mekân da, o güzelliği söyleyen dil ve onun ifadesi olan beyân da âşıktır.
- Senin na‘tinin feyzinin tatlı tatlı esen sabâ rüzgarı, dünyayı bir gül bahçesine döndürdü.
- Senin güzelliğini tavsîf etmenin baharıyla, bütün yer-gök âşık olmuştur.
- Yâ Rasûlellah, bunca günahına rağmen, senin bu “Şeref” adlı ümmetin senden şefâat bekliyor.
- Nitekim senin ümid bahşeden kapında hesapsız/sayısız gönülden bağlıların âşık olmuş durmaktadırlar.
* Bu na‘t-i şerîf, İstanbul Müftüsü merhum Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı (1904-1978)’nın olup, kendi yazısıyla olan nüshası Emin Saraç Hoca’mdadır. Bu na‘ti, muhtemelen İstanbul Müftüsü olduğu yıllarda (1972-78) yazmıştır. Kendisi edîb, şâir ve tasavvuf neş’esiyle yetişmiş bir kimse idi. Fatih Camii’nde (1963-68) îrâd ettiği hutbeleri pek edîbâne idi; unutulacak gibi değildir, hâlâ kulağımda çınlamaktadır. Tasvvufî eğitimini de, Gümüşhânevî’nin halîfelerinden Tekirdağlı Mustafa Feyzî Efendi’nin hulefâsından Serezli Hacı Hasîb Yardımcı’dan almıştır. Abdurrahman Efendi bu hocasını hiç unutmazdı. Bayezid Camii’ndeki derslerinde “Beni, bu irşad mesleğine sevk eden Hocam Serezli Hasîb Efendi…” diye yeri geldikçe onu zikrettiğini hatırlıyorum.
Na‘t hakkında geniş bilgi için bakınız: Emine Yeniterzi, Divan Şiirinde Na‘t, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1998.
[1] Kün fe-kân/Kün fe-yekûn: (Yaratılmış bir şey için) Allah “Ol!” dedi; o da “oldu” / “Ol!” der o da “olur.”
Gör sen de ne cism u cânsın
Maksûd-ı vücûd-ı “kün fe-kân”sın (Nesîmî)
[2] Bu ifade en-Necm Sûresi 9. ayetinden iktibastır.
“Sonra (Cebrail ona) yaklaştı, (aşağı doğru) sarktı. Aradaki mesafe; (üst üste getirilen) iki yay kadar, hatta daha yakın oldu da, o sırada (Allah’ın) vahyetiği şeyi, kuluna vahyetti.” (Necm Sûresi, 8-10)
Araplar, cahiliye devrinde bir ittifak için anlaşacakları zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin “kāb”ini birleştirir, sonra ikisini beraber çekip onlarla bir ok atarlardı. Bu, onların ihtilafsız anlaştıklarına işaret sayılırdı. “Kāb” ise bir yayın kabzasıyla giriş mahalli olan iki köşe aralığına denir ki, bir yayda iki “kāb” bulunur.
Müfessirler derler ki, tam bir yakınlığı tasvîr eden bu ifade, peygamber (a.s)’in vahyi duyduğunun muhakkak olduğunu beyan etmektedir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, VI, 4576-7).