İçeriğe geç
Anasayfa » NEV’İ ŞAHSINA MÜNHASIR OLMAK ya da İNGİLİZ TENCERESİNDE KAYNAMAK

NEV’İ ŞAHSINA MÜNHASIR OLMAK ya da İNGİLİZ TENCERESİNDE KAYNAMAK

 

                                                            Bir insan treni kaçırırsa başka tren gelir ve onu alır;

                                                            Bir millet treni kaçırırsa başka bir millet gelir ve onu alır.

Özdemir Asaf

 

Lügat’e bakınca şahsiyet kelimesinin Arapça ‘şahs’ kelimesine yapma mastar eki (-iyyet) getirilmek suretiyle Türkçede türetildiğini görüyoruz. Yani lisanımıza has bir kelime. Yine bu kelimeye  “Bir kimsenin şahsına ve nefsine ait özelliklerin, ruhî ve manevî niteliklerin bütünü, kişilik; yüksek ve değerli kimse, kişi” manaları yüklemişiz.

Şahsiyet sahibi olmak’ deyince de “Kendine has özellikleri olan ve bunlardan taviz vermeyen” insanı kastetmişiz. Şahsiyetsiz ise  “Yerleşmiş bir karakteri olmayan, kişiliği oluşmamış kimse”dir.[1]

Demek ki bir ferdi, milleti ya da cemiyeti ötekilerden tefrik eden, kendine has kılan özellikler şahsiyeti inşa etmektedir. İslâm dini de müntesiplerinden “öteki”lere benzememelerini istemektedir. Bu “Müslüman”ın sahip olması gereken hususiyetlerden biridir ki, görünüşüyle ve “yüzündeki secde izi”yle ayırt edilebilsin.

Hâlbuki bugün dünyanın her yerinin giderek birbirine daha çok benzediği, lisanların kaynaştığı, aynı elbiselerin giyilip aynı yemeklerin yenildiği ve nihayet aynı mevzuların konuşulduğunu görüyoruz.

Bu noktaya nasıl geldiğimiz, cemiyetimizin şahsiyetsizleştirilmesinin ne surette gerçekleştirildiği ve bunun nelere mal olduğu bu yazının mevzuunu teşkil etmektedir.

Nerede O Dağ Gibi Adamlar

Son iki asra girene kadar bidayetinden itibaren İslâm yeryüzünün başat dini olarak cihan hâkimiyetini –fasılalar olsa da- elinde tutmuştu. Peş peşe kurulan İslâm devletleri Endülüs’ten Uzak Doğu’ya kadar insanlığın ufkunu aydınlatıyordu. Öyle ki Avrupa ortaçağın karanlığını yaşıyorken İslâm Medeniyeti “Altın Çağ”ındaydı ve zirve eserlerini ortaya koyuyordu. Mimariden güzel sanatlara, teknolojiden eğitim sistemine varıncaya kadar pek çok sahada dünya Müslümanlara talebelik ediyordu.

Haçlı ordularıyla dalga dalga hücuma kalkan Avrupa her seferinde günbegün ilerleyen şarkın teknolojisi karşısında daha büyük mağlubiyetler yaşıyordu. Barutu ateşli silahlarda kullanan, denizcilikte ve haritacılıkta çığırlar açan ve nihayet İstanbul’u alarak büyük bir ileri hamle yapan İslâm ordularının asla mağlup edilemeyecekleri düşünülüyordu.

İslâm’ın kilit kuşağı sahabîlerden beri sahip oldukları inanç, azim ve kararlılıkla Müslümanlar hiç bilmedikleri diyarlara yelken açarak adeta ‘haritayı yeşile boyamışlardı.’ Bu nasıl bir insan modeliydi ki kıt imkânlarıyla daha Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatından yüz yıl geçmeden Çin’den Endülüs’e, Afrika’nın içlerine ulaşabilmişler, zamanın süper güçlerinden Sasani İmparatorluğunu yıkmış, Bizans’ı ise köşeye sıkıştırabilmişlerdi.

Gregoryus’un Vasiyeti ve Amerikan Doları

Osmanlı’ya karşı Mora isyanını tertiplemek suçundan dolayı 1821 senesinde Sultan II. Mahmud tarafından, bugün hala kapalı tutulan Fener Rum Patrikhanesi’nin orta kapısı önünde idam edilen Patrik Gregoryus’un yaptığı tespitler bu gidişin tersine çevrilmesi için neler yapılması gerektiğini açıklıyor.

Fener Rum Patrik’i Gregoryus’un suç belgesi olarak ele geçirilen, Rus Çar’ı Aleksandra’ya yazdığı mektup bir ibret vesikasıdır:

“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Türkler Müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıkla ve kadere rıza göstermeleri yanında kumandanlarına, büyüklerine itaat duygularından gelmektedir.

Türkler zekidirler, çalışkandırlar, gayet kanaatkârdırlar. Onların bu meziyetleri ve kahramanlıkları geleneklerine olan bağlılıklarından ve ahlaklarının güzelliklerinden ileri gelmektedir.”

Esas fazilet düşmanın dahi kabul ettiği fazilettir. İşte İslâm İnsanı bu vasıflara sahip olması hasebiyle tarih botunca büyük medeniyetler inşa etmiştir. Gregoryus’un içlerinde yaşadığı Türkler için yaptığı bu tespitler şüphesiz ki diğer İslâm milletleri için de geçerlidir.

Her medeniyetin bir erdem üzerine yükseldiği ve sonra aynı erdemin içinin boşaltılmasıyla çöküşe geçtiğini söylemişti Konfüçyüs. Gregoryus da bundan haberdar olmalı ki mektubuna şöyle devam ediyor:

“Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve manevî bağlarını parçalamak icab eder. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine, maneviyatlarına uymayan haricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Haysiyet duyguları buna mani olduğu için Türkler dış yardımı reddeder. Geçici bir süre için zahiren Türklere kuvvet ve kudret verecek olsa da onları dış yardıma alıştırmalıdır.

Maneviyatları sarsıldığı gün onları maddî vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Sadece harp meydanındaki zaferlerde kâfi değildir. Hatta sadece bu metodu uygulamak Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden, kendilerini anlamalarına sebep olabilir. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden bünyelerindeki tahribi tamamlamaktır.”[2]

Şimdilik bu sözlerin üzerinde durmuyor ve bu olaydan biraz daha evvel gerçekleşen bir başka mühim vakıaya işaret etme gereği duyuyoruz. Bu 1776 tarihli ABD’de para basma yetkisinin Yahudilere geçişidir. İlk kez bu tarihte basılan 1 ABD Dolarının üzerinde ışık saçan üçgen içinde Mason İlâhı “ Rabbin Gözü” sembolü yer alıyor ve etrafına da “Novus Ordo Seclorum” yani Yeni Dünya Düzeni yazısı yerleştiriliyor.

Bugünler de sıkça karşımıza çıkan bu kavram acaba dünyaya hangi mesajı veriyor. Tevrat’a göre Yahudiler üstün kavim olarak seçilmiştir. “Siz Rabb’in oğullarısınız… çünkü siz Rabb’e mukaddes bir kavimsiniz ve Rabb yeryüzünde olan bütün kavimlerden üstün olmak üzere sizi seçti.”[3]

Bunun gibi pek çok sözde ayet Yahudileri diğer insanları boyundurukları altına almaya sevk etmektedir. Bu da siyonizm düşüncesini doğurmuştur. Bu fikre göre Yahudilerin kutsal hedefleri için her yol mübahtır. Yine bir Tevrat ayetinde görüldüğü üzere toplumların yapısını bozmak için her şey yapılabilir: “ Ve reislerini, hikmetli adamlarını, valilerini ve kaymakamlarını ve yiğitlerini sarhoş edeceğim. Ve ebedî uykuya dalacaklar da uyanmayacaklar.”[4]

Ve bunun gibi nice ayet(!)lerden yola çıkan siyonizm dünyayı ifsat etmek için büyük projelere başladı. Hedefe giden yolda neler yapıldı biraz da bunları inceleyelim.

Totaliter mi Katılımcı mı?

ABD başkanlarından Roosevelt “Siyasette hiçbir şey tesadüfî değildir. Bir şey vuku buluyorsa o şeyin önceden planlandığından emin olabilirsiniz.” diyor.

Prof. Paul Mandlovile ise “ Bir dünya hükümetinin kurulması sorun olmaktan çıkmıştır. Önemli olan bunun katılımcı metotla mı yoksa zorla mı kurulacağıdır.” diyerek dünyayı tehdit ediyor.

Doğrudur, bu noktaya tesadüflerle gelinmedi. Pek de yeni olmadığına az evvel işaret ettiğimiz Yeni Dünya Düzeni üç önemli merhalenin ardından ortaya çıktı. Birinci merhale milliyetçilik dalgasıydı çünkü önlerindeki en büyük engel ümmet şuuruna sahip cemiyetiyle Osmanlıydı. Ümmet şuurunun tahrip edilmesi, Müslüman dünyanın birbirine düşürülmesi ve kontrol edilebilir onlarca küçük devletçiğin ortaya çıkması hedefe giden yolları açtı.

Bunu millî hâkimiyetin anlamını kaybetmesine yol açan ekonomi, iş hayatı ve paranın küreselleşmesi dalgası izledi. Devletlerin yerini olardan çok daha büyük gelirlere sahip çok uluslu şirketler aldı.

Üçüncü dalga ise uluslararası medyanın hâkimiyeti ve ortak kültür dalgasıdır. Bu tek bir dünya örgütünü yaratacak, tek ekonomiyi oluşturacak, nihayet ahlak ve dinleri birleştirecek son dalgadır. Gerçekten de bütün dünyayı saran Freud, Darwin, Durkheim, Marx gibi Yahudi yazarların eserleri insanları dinden ve Allah inancından hızla uzaklaştırmıştır. Pozitivist furya bir örümcek ağı gibi bütün ilim âlemini sarmıştır.             

           İngiliz Tenceresi ya da Sıradanlaştırma-Standartlaştırma

Lord Curzon Lozan Antlaşması’ndan tatmin olmayan Avam Kamarası’nı ikna için şöyle konuşmuştu: “Bundan sonra Türkler eski saffet ve şevketlerine bir daha asla kavuşamayacaktır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.”

Yalnızca Türklermiydi ruh cephesinde kaybedenler. Onlarla beraber bütün dünya aynı akıbeti paylaştı. Çünkü sosyal psikoloji “İnsanlar birbirine ne kadar çok benzerse, davranışlarını önceden tahmin edebilmek için o kadar az bilgiye ihtiyaç vardır.” kaidesini ortaya koymuştu.

Bölük-pörçük, tutarsız, ilgisiz haber ve imaj bombardımanıyla birlikte cemiyeti saran medya, insanlar arası ilişkileri temelden sarstı. Onların milletlerine, ailelerine, komşularına duydukları muhabbetleri en aza indirerek ‘para aşkı’nın esiri haline getirdi. Artık manevi değerlerin bir kıymeti kalmadığına inanan insan, kendi gemisini kurtarmaya yöneldi. Tabi başkalarının gemilerini batırmak pahasına…

Büyük kentlerin doğuşu ve insanların buraları istilası yeni bir kültürün, köksüzlüğün ortaya çıkmasına, suç ve günahın yaygınlaşmasına zemin hazırladı. Hemen hiçbirinin kendilerine ait bir fikri olamayan insanlar bir makine gibi aynı dünyevi arzuların peşinde koşmaya başladı. Aklın yerini duygusallık aldığı için aklî kontrolünü kaybeden insanın zevkleri ve dünya görüşleri standartlaştı.

Eğitim, çocukları kıran kırana bir yarış içine sürüklerken; okumayan düşünmeyen görsel insan tipi ön plana geçti. Okunuyorsa da okunduktan sonra atılacak kitaplar tercih edilir oldu. İyi kitaplar sayısız neşriyatın arasında birkaç binlik tirajlarıyla kaybolup gidince de hür düşünceye hayat imkânı kalmadı. Çünkü herkes zihni büyü gibi bağlayan en büyük gazeteyi okur yine aynı uluslararası şirketin büyük televizyon kanalını seyreder ve orada gördüklerine iman eder.

Medyanın binlerce haberle her gün insan beynini iğdiş ettiği bu dünyada siyasi partiler de para ve medya gücüyle kontrol edilir. Holdingler düşünce kuruluşlarının, gazetelerin finansörüdür, verdikleri reklâmlarla. Böylece aslında kimsenin özgür olmadığı bir ortam tesis edilmiştir.

Bu dünyada demokrasi denilen şey de basının yücelttiği gerçeklerdir. Bir aylık medya çalışması herkese gerçeğin ne olduğunu kabul ettirmeye yeter de artar bile.

Dünyanın her yerinde aynı ‘evrensel değerler’e inanıldığı, aynı yemeklerin yanında hep kolanın içildiği, kot pantolonun ve çıplaklığın baş tacı edildiği, dünya ile aynı anda denilerek bütün ülkelerin sinemalarında tek bir lisanda aynı filmin oynatıldığı…. bir yerde millet olabilmekten söz etmek mümkün olmaz. Küreselleşme, Globalizasyon, Hümanizma, Dünya barışı… söylemleri tek bir millet olmaya doğru atılmış adımlardır.

Dinlerin kardeşliği, dinlerarası diyalog, Yoga, Karma felsefesi gibi mistik doğu inançlarının yaygınlaşması tek bir dünya dinine doğru giden kilometre taşlarıdır.

Bu dünyada kimse çıktığı kabuğu beğenmez, kimse annesine ve halasına benzemek istemez. Barbie gibi olabilmek genç kızların en büyük hayalidir. Olması gereken daha zayıf ve olamayacağı kadar güzel ve çekici olma hayali…

Geçmişe ait değerler ancak müzelerde ve folklor festivallerinde görülebilir. Kozmetik bir kültüre uyanılır her sabah… Moda, yeni oluşlar, yeni icatlar, yeni inanışlar… Akşam yatarken hepsi silinip atılır, sabahleyin yenileri sürülür…

Milyon kez senin için ölürüm-öldürürüm tezahüratını duya duya şuur altında saplantılar oluşan futbol taraftarı gerçekten de ölür ve öldürür. Ülkesi için cephede savaşmayıp kaçan biri holigan çetelerinde kahramanca mücadele edebilir.

           Nirengi Noktası

“Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe allah bir kavmin durumunu değiştirmez.” [5] buyruluyor, insanlığın ışığı Kur’an-ı Kerim’de. Ayette geçen ‘kavim’ terimi özel bir kavmi belirtmiyor. Cihanşümuldür. Kavm kelimesinin nekre (belirsiz) olarak kullanılması bunu gösteriyor.

Ayet-i Kerime kâfir ya da Müslüman cemiyetler arasında bir ayırım yapmadığı gibi ferdin değişiminden değil, topyekûn bir değişimden bahsediyor. Kadınıyla, erkeğiyle, seçkiniyle, avamıyla toplumun tüm tabakalarını kapsayan bir değişim…

Kur’an-ı Kerim kalp hastalığı (maraz) kelimesini toplumun nefsinde oluşan hastalık manasında kullanır. Yani fikrî hastalık. Bu hastalık kişiyi ümmet/cemiyet içerisinde vazifesini yapamaz hale getirir.

Eskiden beri oluşan ağır seyirli değişim bünyeyi yavaş yavaş sardığı için hastalık ilerlemiş ve cemiyet tepki veremez hale gelmiştir. Ani değişim ve şok dalgalarına karşı direnen vücut zehrin azar azar enjekte edilmesi karşısında yenik düşmüştür.

“İçinizden yalnızca zalimlere isabet etmekle kalmayacak bir fitneden sakının…”[6] Suçlu bir topluma bir ceza geldiği zaman bu suçsuz fertleri de içine alır. Buna mukabil esenlikli bir toplumda suçlu fertler mutlu olurlar.

Kurtuluşun kanunu demek ki hep birlikte hareket etmekte ferdin ve cemiyetin şahsiyetini yeniden inşa etmektedir. “Ey müminler! Hepiniz topluca, günahkârca davranışlardan dönüp Allah’a yönelin ki dünya ve ahiret mutluluğunu elde edesiniz.”[7] Ayet-i Kerimesi birlikte ayağa kalkmayı tavsiye etmektedir.

Hem fert hem de cemiyet hayatının merkezine sağlam bir mihenk taşı ve nirengi noktası olarak Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Rasûlullah ışığındaki sahih İslâm düşüncesi yerleştirilirse şahsiyetsiz, kişiliksiz, kimliksiz, gayesiz, bencil, adam sendeci nesillerin yetiştirilmesinin önüne geçilebilir.

İki yüz senedir İngiliz tenceresinde kaynayan bir cemiyetin ıslahı, hemen değişmesi beklenemez. Ama değişmenin fizyolojik ve psikolojik kanunlarına uygun olarak hareket edilirse çıkış yoluna ulaşılabilir. Değiştirmemiz gereken şeyi bilmek ve bu değişime tabi tutulacak ferdi/cemiyeti tanımak… Sonra da inanmak, (İnanıyorsanız en üstünsünüz…)[8] karar vermek, harekete geçmek ve sabretmek… Elbette akıbet Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlarındır.

O halde nev’i şahsına münhasır yani “Herkese benzemeyen, değişik tarafları, kendine has davranışları olan”[9], Yeni Dünya Düzeninin sahte insan modelinden yüz çevirmiş, aslî kaynaklarına dönmüş, Rasûlullah’ın sünnetini ihya edecek bir nesil yetiştirilmeli.

Bu; gerekiyorsa üç parmakla, elimizle yemek yemektir. Televizyonun, gazetenin, reklâmın aldatıcılığından vazgeçmektir. Bunu başaramazsak Yeni Dünya Düzeninin içerisinde ‘ultra light’ Müslümanlar olarak yerimizi alacağız. Ve mutlu, rahat bir hayat sürmeye devam edeceğiz belki de. Seyyid Kutub’un söylediği gibi “Kendileri için yaşayanlar rahat yaşayabilirler ama küçük olarak yaşayıp küçük olarak ölürler.”

“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/ Görünür şahsın rütbe-i aklı eserinde”[10] ya da

“Çünkü sen ne tarih ne coğrafya ne şu ne busun/ Oğlum Mernuş/ Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.”[11]

[1] Kubbealtı Lügati

[2] Tarih Konuşuyor Dergisi C.1, S.1

[3] Tensiye Bab 14 Ayet 12

[4] Yeremya Bab 51 Ayet 57

[5] Rad,13/11

[6] Enfal,8/45

[7] Nur,24/ 31

[8] Al-i İmran,3/139

[9] Kubbealtı Lügati

[10] Ziya Paşa

[11] Bedri Rahmi EYÜBOĞLU