İçeriğe geç
Anasayfa » ÖLÜMÜ VUSLAT BİLMEK

ÖLÜMÜ VUSLAT BİLMEK

En son hangimiz bayram veya bir cenaze merasimi dışında kabir ziyaretinde bulunduk? Hâlbuki Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz “Kabirleri ziyaret edin, zira kabir ziyaretinde ölümü hatırlama ve ibret alma vardır.”[1] buyurmaktadır.

Dünya hayatında bize ölümü en çok hatırlatacak olan kabirlerin hayatımızdan uzaklaşmasıyla aslında hayatımızdan uzaklaşan; ölüm ve ölüm sonrası hayatımız, ahiret düşüncesi oldu. Artık kabristanlara ya defin için ya da bayram günlerinde gider olduk. Bu konuda mazeretimiz de yok değil: Mezarlıklarımız çok uzak. Eskiden mahalle aralarında, hayatın her ânında ölümü bize hatırlatan kabirler şimdi şehrin dışında ve ziyaret etmemiz için günümüzün ciddi bir kısmını ayırmamız gereken mekânlara dönüştü. Günlük hayatımızda da ölümü sadece belli zamanlarda hatırlıyor ve sonrasında hemen unutup günlük hayatımıza dönmek istiyoruz. Günlük hayatımız dediğimiz şey ise dünyaya daha çok bağlanmaktan başkası değil.

Sonuç olarak bugün, ölümün bize çok yakın olduğu düşüncesinin yerini, dünyaya bağlılığımız nispetinde ölüm korkusunun aldığını görmekteyiz. Bu durumun sadece bugüne mahsus olduğunu da iddia ediyor değiliz.  Fakat asr-ı saadetten uzaklaşıldığı her an bu korkunun daha çok insanın kalbine girdiğini söyleyebiliriz.

Rasûl-i kirâm (s.a.v) ve sahâbe-i kirâm efendilerimiz nazarında ölüm, korkulan bir şey değil aksine aşkla kendisine koşulan bir vuslat ve kendilerini bu dünya zindanından kurtarıp daha hayırlı olan ahiret hayatına götürecek bir vasıta olarak görülüyordu.

Zira onlar ölümü unutmanın ve neticesinde ölümü korkutucu bir şey olarak görmenin kendileri için sakınılması gereken büyük bir musibet olduğunu Peygamber Efendimiz’in mübarek lisanından şu şekilde dinliyorlardı:

“Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) sofralarına davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.”

Bu cümleyi duyan bir sahâbî efendimiz: “Bu, o gün bizim sayıca azlığımızdan dolayı mı olacak?” diye sordu.

Rasûlullah (s.a.v), “Hayır, aksine siz o gün sayıca kalabalık, fakat selin önündeki köpük ve çer çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.” diye buyurdu.

Yine bir sahâbî efendimiz: “Vehn nedir Ya Rasûlallah?” diye sorunca:

Efendimiz (s.a.v); “Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölüme karşı isteksizliktir.” cevabını verdiler.”[2]

Hadîs-i şerîfte ifade edilen dünya sevgisi ve ölüme karşı isteksizlik durumu maalesef insanın -belki de en fazla günümüz insanının- içine düştüğü tehlikeli bir haldir. Hâlbuki bizim ölüme karşı takınmamız gereken tavır, Efendimiz’den  (s.a.v) öğrendiğimiz üzere, ölümden korku değil bilakis ölümü bir vuslat bilmektir.

Bu düşünce, bir hadîs-i şerîfte ölüm ve Allah’a olan muhabbet arasında bağlantı kurularak ifade edilmiştir.

Bir gün Rasûlullah (s.a.v), “Her kim Allah’a kavuşmayı dilerse, Allah da ona kavuşmayı diler ve her kim Allah’a kavuşmayı hoş görmezse, Allah da ona kavuşmayı hoş görmez.” diye buyurunca,

Aişe Validemiz (r.a); “Ya Rasûlallah! Ama bizler ölümden hoşlanmayız.” demiştir.

Aişe Validemizin bu endişesi üzerine Efendimiz (s.a.v), “Bu sizin anladığınız manada değildir. Mü’mine ölüm gelince Allah’ın hoşnutluğu ve ikramı kendisine müjdelenir. Artık mü’mine ölümden daha sevimli bir şey olamaz. O anda mü’min, Allah’a kavuşmayı, Allah da mü’min kuluna kavuşmayı ister. Kâfire ölüm geldiğinde ise Allah’ın azabı ve cezası kendisine bildirilir. O anda kâfire ölümden daha fena gelen bir hal olamaz. Kâfir Allah’a kavuşmaktan, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.”[3] buyurarak meseleyi izah etmiştir.

Yine hayatıyla bizlere rehber olan Nebiy-yi Zişan (s.a.v) Efendimiz bizzat kendisi vefat anında “Allâhümme’r-Refîke’l-a‘lâ”[4] yani “Yüce Dost’a” demiş ve ölümün Allah’a ve bu dünyadan daha hayırlı olan ahiret hayatına kavuşma olduğunu bizlere göstermiştir.

Zaman içerisinde ölüme bakıştaki değişikliğe birkaç satır önce temas etmiştik. Fakat Elhamdülillah ki dünyamız, ölüme sünnet üzere yaklaşma hassasiyetini kaybetmeyen ve bunu insanlara hatırlatmaya çalışan güzel insanlardan tamamıyla mahrum kalmamıştır.

Bu şahsiyetlerden biri de Hicri 5./Miladi 11. yüzyılda Horasan bölgesinde yaşamış Ebu Said Ebu’l-Hayr’dır. Ebu’l-Hayr hastalanıp vefat anının yaklaştığını hissedince yanındakilere, defne götürüleceği esnada;

“Bundan daha hoş ne var,

Dost dosta, yâr yâre gidiyor”

beytinin okunmasını vasiyet etmiştir. Bu sözleriyle ölümün korkulacak bir şey değil bilakis bir vuslat olduğunu ifade etmiştir.

Ebu Said Ebu’l-Hayr ile aynı dönemde yaşayan İmam Muhammed Gazâlî ise bu meseleyi İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı eserinin insanların ölüme bakışlarını anlattığı bölümünde incelemiştir. Ve en yüksek makamda bulunduğunu ifade ettiği âriflerin ölüm hususundaki görüşleri hakkında şöyle demiştir:

“Ârifler ölümü devamlı olarak hatırlarlar, çünkü ölüm onlar için sevdiği ile buluşma zamanıdır. Seven sevdiği ile buluşacağı günü asla hatırından çıkarmaz. Hatta bu yüzden ölümün geç gelmesine üzülür. Bir an önce bu dünyadan kurtulup en sevdiği olan Allah Teâlâ’ya dönmeyi arzular.”

Bir diğer örnek ise Hicri 7./Miladi 13. yüzyılda Konya’da bulunmuş ve “Şeb-i Arus/Düğün Gecesi” düşüncesiyle ölüme bakışını net bir şekilde ortaya koyan Mevlana Muhammed Celaleddin Rumi’dir. Mevlana, ölümü dünya zindanından kurtuluş, viraneden saraya göç olarak görmüştür. Ölümden korkan kişinin durumuyla alakalı ise “Ey ölümden korkup kaçan can, işin aslını, sözün doğrusunu istersen sen ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.” demiştir. Bu sözleriyle insanın bizzat ölümden değil hayatındaki eksiklikleri bildiği için ölümle beraber başına geleceklerden korktuğunu ve ölümü aslında niçin unutmak istediği gerçeğini ortaya koymuştur. Ölümün bir vuslat olduğunu ise “Cenazemi görünce, ayrılık ayrılık, deme o vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır.” sözüyle ifade etmiştir. Bu sözlerinin ötesinde ölüm gecesini bir şeb-i arus görerek bu hakikati çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir. Nitekim Mevlana’nın nazarında, ölümü düğün gecesi olarak görmek, kişinin Allah’a karşı olan muhabbetinin doğal bir tezahürüdür.

Hicri 11/Miladi 17. yüzyılda İstanbul’da müderrislik ve şeyhlik vazifesini sürdüren ve sultanlara sultanlık eden sultan olarak anılan Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri ise bu hakikati vefat anına yakın şu nutkuyla terennüm etmiştir:

Yeter oldun bu fânî evde sâkin

Yürü Dost illerin seyrân edegör

Civâr-ı Hakk’tadır hayr-ı mesâkin

Yürü Dost illerin seyrân edegör

Efendi cânibinden olsa da‘vet

Gerektir kullara hüsn-i icâbet

Hüdâyî kuluna ede inâyet

Yürü Hakk illerin seyrân edegör

Bugün bizlerin de ölüm anlayışımızı, bazı misallerini sunduğumuz nice Allah dostlarının sözlerinden yola çıkarak sünnet üzere tashih etmemiz gerekmektedir. Ölüme hoş bir gözle bakışın garipsenecek bir tavır değil aksine unutulmuş bir sünnet olduğunu hatırlamalıyız.

Yazımızı Necip Fazıl Kısakürek’in şu meşhur beytiyle son verelim:

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…

Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?

* Arş. Gör., Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi


[1] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 75.

[2] Ebû Dâvûd, Melâhim, 5.

[3] Buhârî, Rikak, 41

[4] Buhârî, Merzâ 19