İçeriğe geç
Anasayfa » PERGELİN SÂBİT AYAĞI ya da GÜNÜMÜZ İNSANI NEYİ UNUTTU?

PERGELİN SÂBİT AYAĞI ya da GÜNÜMÜZ İNSANI NEYİ UNUTTU?

Mevlânâ’ya nisbet edilen meşhur pergel benzetmesi, aşağı yukarı herkesin duyduğu ve yer yer mürâcaat ettiği kullanışlı bir ifâdedir:

همچو پرگاريم در پا در شريعت استوار

پای ديگر سير هفتاد و دو ملت می كند

“Pergel gibiyiz; bir ayağımız şeriat üzere müstakim durur

Diğer ayağımız yetmiş iki milleti dolanır.”

Beytin kime âid olduğu meselesi şimdilik bir soru işâretidir, ancak yaygınlığı ve ifâde ettiği mânâ, onun üzerinde düşünmeyi mümkün ve değerli kılmaktadır. Bu yazıda imkân nisbetinde farklı bir açıdan buna gayret edilecektir.

Bu beyitte pergelden murad edilen insandır. Pergelin iki ayağı olduğu gibi insanın da iki yönü vardır. Bunlardan biri sâbit olan aslı/hakîkati ya da bâtını, diğeri ise değişken olan zâhiridir.

İnsan bir yönüyle yüceliklere âid bir “nefesin” mazharı iken[1] diğer yönüyle süflî âleme âid olmakla bilinen “nefsin” taşıyıcısıdır. Hem kendisini bu âlemden sıyıran düşünce ve hislerin kaynağı olan “ilâhî rûhun” emânetçisi hem de bu rûhun mahbus kaldığı beden hapishânesinin yılmaz gardiyanıdır. Bir taraftan “ahsen-i takvîm” üzere yaratılmış olmanın seçkinliğini taşırken, diğer taraftan “esfel-i sâfilîn”e giden yolun yolcusudur.[2]

İnsan, yâni zıdları şahsında cemetmiş ve her iki cihete de gidebilme imkân ve irâdesine sâhip kılınmış varlık… Günümüz insanının bu iki yön arasında denge kuramamış olması, bütün problemlerinin kaynağı olarak görünüyor. Aslını unutan insan rüzgârlı bir havada demir atmamış bir gemi gibi savrulmakta ve gündelik rüzgârlara göre yön belirlemektedir. Bu da onun, ayrılmaması gereken limandan neredeyse bir daha geri dönemeyecek şekilde ayrılmasına sebep olmaktadır. Geri dönebilmesinin tek imkânı vardır: O da aslını kendine pusula edinmesi ve onun her türlü işâretine göre yol haritasını belirlemesi.

Yüce Yaratıcı, yukarıda bahsedilen iki yön üzere yarattığı insanın yanlış tarafa meylinin daha rahat ve kolay olduğunu bildiğinden târih boyunca peygamberler göndererek ona “taşıdığı emâneti”[3] hatırlatmış, böylece “asl”ını unutmayarak “vuslat”ını[4] kaybetmemesi gerektiğini bildirmiştir. İnsan kelimesinin İbn Abbas’a (r.a) nisbet edilen rivâyetle “nisyan=unutmak” mânâsından geldiği hatırlanırsa Hak Teâlâ’nın “وَاِنْ مِنْ اُمَّةٍ اِلَّا خَلَا فِيهَا نَذِيرٌ” “Hiçbir ümmet yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun.”[5] âyeti daha rahat anlaşılabilir.

İnsanın unutkanlığı öyle bir hâl almış ve kendisini öyle kuşatmıştır ki ömrünün, yâni yolculuğunun sırf bir hatırlama/zikir seyahati olduğu dahi düşünülebilir.

Aslında soru da mesele de tam olarak burada: Peki neyi hatırlayacaktır insan? Başka bir deyişle unutmaması gereken neyi unutmuştur? Kaçırdığı ya da görmezden geldiği nokta neresidir? Sırf bir hatırlama faaliyeti insana ne kazandıracaktır?

Sorunun bu yazı çerçevesinde verilebilecek cevâbı şu: İnsan, pergelin iki ayağı olduğunu ve bir ayağının sâbit olması gerektiğini, bu ayağın sâbit olacağı merkezin de insanın ilâhî hakîkati/aslı olduğunu hatırlamalı. Bunu gerçekleştirdiğinde insan daha önce içinde neredeyse boğulduğu nice dev dalgaların aslında birer su damlası, boğuştuğu nice gulyabânîlerin aslında birer gölge oyunu figürü olduğunu fark edecektir.

İnsan, Allah’tan geldiğini ve nihâyetinde O’na döndürüleceğini, yâni asıl vatanının ilâhî olan olduğunu, beşerî olanınsa ârızî, geçici ve belli bir maslahat için var (gibi) kılındığını unuttu. Gerçekten var olanla var gibi olanın karıştırılması, hakîkatin ters yüz edilmesi ve gerçekten var olanın, yâni ilâhî olanın unutulması elbette berâberinde birçok problemi de getirdi.

Öncelikle insan için ihtiyaçlar ve mücâdele alanları hiyerarşisi değişti. Aslî vatanının ilâhî olan olduğunun şuurundaki insan ilâhî olan nezdinde kıymetli olanı elde etmeye ehemmiyet gösterirken, beşerî olandan başkasının farkında olmayan, onu tercih eden ya da bu dünyâyı kalıcı ve aslî vatan belleyen insan, burada geçer olan akça için mücâdele vermeye ve tabiî olarak bu mücâdelede herhangi bir sınır tanımamaya başladı. İnsanın kendini tam olarak koyu karanlığa attığı nokta burasıdır; zîra artık farkında olmadığının da farkında olmadığı yerdir burası.

İnsanın unuttuğu ya da gör/e/mediği sâdece ilâhî hakîkati ve asıl vatanı değil maalesef; zikredilen bu hakîkatin fark edilmesini ve bulunmasını kolaylaştıracak işâretlerine de kör olmuş görünüyor insan.

Muhterem Yusuf Kaplan’ın pergel benzetmesini irtibatlandırdığı Fussilet Sûresi’nin 53. âyeti bu işâretlerin nerede bulunabileceğini ifâde ediyor: Âfakta ve enfüste, yâni insanın hem kendinde ve hem de kendisinden her açıdan farklı olduğunu zannettiği âlemde, eşzamanlı olarak içinde ve dışında. Allah Teâlâ’nın bir lütuf olarak[6] gönderdiği elçilerle insana göstereceğini ve bu vesileyle insanın anlayacağını söylediği şeyin, insanın “hak” olan aslı olduğu düşünülebilir.

Sırf bir hatırlama, yâni pergelin sâbit ayağının bulunacağı yerin bilinmesi insana ne kazandıracaktır, sorusu da cevap bulmalı. Bu cevap aslında hareketli ayağın nasıl bir dâire çizeceğini de ortaya koyuyor. Zîra insan bâtınî kuvveleri ile kendini “asl”ına sâbitledikten sonra zâhirî kuvve/duyu ve âzâlarıyla da buna uygun amel ve tavır geliştirmelidir. Nitekim zikrin/hatırlamanın makbul olanı sırf dille ya da zihinle olanı değil; bütün varlığıyla olanıdır. Bu, insanın hem zâhirî hem de bâtınî bütün kuvve ve âzâlarıyla hakîkatini zikretmesi ve her bir kuvve ve âzânın zikirden kendi payına düşeni yerine getirmesi demektir. Meselâ bir insanın imsakla işrak arasında hakîkatini zikretmesinden zâhirî âzâlarına düşen pay sabah namazını kılmaktır, ya da Ramazan’daki hissesi oruç tutmaktır… Bunu bütün amellere teşmil etmek mümkündür. En umûmî mânâdaki hissesinin ise dâima bu hakîkati, onu görüyormuş gibi zikrederek yaşamak demek olan “ihsan” üzere bir hayat sürmesi olduğunu da belirtmek gerekir. Ramazan’da hakîkatini zikrettiğini söyleyen fakat oruç tutmayan bir kimsenin iddiâsı boş ve delilsiz olduğu gibi her ânını hakîkatine uygun yaşamayan kimsenin de “zikir” iddiâsı temelsizdir.

Bu zikrin kemâli, pergelin ayağı sâbitlendikten sonra nasıl bütün hareket kâbiliyeti bu sâbiteye göre sınırlanıyor ve şekilleniyorsa, yâni pergelin hareketli ayağı bu sâbitenin imkân verdiği ve belirlediği kadarıyla hareket edebiliyorsa insanın da bütün harekât ve sekenâtının, yâni zâhirî ve bâtınî bütün amellerinin, tercih ve terklerinin mevzûbahis ilâhî sâbitesine göre şekillenmesidir. Kısacası sâbit ayağını bastığı merkeze o hakîkati alması, hareketli ayağı ile dolaşacağı siyâsî, iktisâdî, ictimâî, âilevî ilâ âhirihî bütün mahal ve mahfillerde kıymet hükümlerini ona göre belirlemesidir. Böylece kökü/sâbit ayağı ilâhî olanda sâbitlenmiş, gövdesi/hareketli ayağı ile mevcûdâtı aslının gerektirdiği şekilde dolaşmış olur insan. Aslı sâbit olan kelimenin, yâni insanın[7] ancak bu şekilde hayat meyvesi gerektiği gibi olgunlaşacaktır:

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلاً كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَٓاءِۙ

تُؤْتِٓي اُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِاِذْنِ رَبِّهَاۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ

“Allah’ın nasıl bir misal getirdiğini görmedin mi? Güzel kelimeyi, kökü sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti. O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Tezekkür etsinler/hatırlayarak öğüt alsınlar diye Allah insanlara böyle misaller getirmektedir.”[8]


* Dr. Öğr. Üyesi, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

[1] Hicr, 15/29.

[2] Tîn, 95/4-5.

[3] Ahzâb, 33/72.

[4] Bakara, 2/156.

[5] Fâtır, 35/24.

[6] Âl-i İmrân, 3/164.

[7] Âl-i İmrân, 3/45.

[8] İbrâhim, 14/24-25.